Somun Kokusu

Yaz sıcağı dokunmuyordu sanki köylülere. Güneş tepeye ulaştığı halde, karşı ki tarlalardan at kişnemeleri ve ırgat sesleri yükseliyordu. Harman yerinde telaş, ağıllarda telaş, ocak başlarında telaş... Osman Amca tırpanı omzuna almış yola koyulmuştu. Gedikli Ahmet koyunları çayıra çekmişti. Kerem Dayı kasketini arkaya salmış, omzuna iki çuval ekin yüklemiş ambara taşıyordu. Dedemse eski ağılın duvarına sırtını dayamış, kasketini yüzüne indirmiş uyuyordu. Uyuyor muydu acaba?

Güllü bibi ocağı yakmış, bir yandan isli kazanı karıştırıyor bir yandan da sacda ki çörekleri çeviriyordu. Mırıldandığı türküyü kendisi bile duymuyordu belki de. Pınar yolunda iki genç kız fısıldaşarak yürüyor, biri dedeme bakarak diğerinin eteğini çekiştiriyordu.

Ben, dedemin tabiriyle Köstek Oğlan; bütün bu telaşın içinde miydim bilmiyordum. Bir çocuk ne kadar özgürse o kadar özgür, ne kadar yalnızsa o kadar yalnız, ne kadar mesutsa o kadar mesuttum ben de. Herkesin payına düşen bir hayat vardı. Ben de kendi hududumda kendiminkini yaşıyordum. Fakat yine de içimde bir gedik olduğunu hissediyordum. Beni diğer çocukların dünyasından alıp onların hiç bilmediği bir hayata ve zamana çeken bir gedik. En çok dedemin yanında hissediyordum bunu. Kendimi bildim bileli dedem, ağılın duvarına yaslanıp uyurdu. Kim bilir belki de orada doğmuş ve bir daha ayrılmamıştı hiç! Tarla yolunu tutmamış, koyunları suya indirmemiş yahut bostan sulamamıştı. Kar ve soğuk olmasa neredeyse kışı bile orada geçirecekti. Aslında bunların çok da önemi yoktu benim için. Ne de olsa arada bir kalkıp önüme ayranla çörek koyuyor, haftada bir kere de bakır leğende ovalayarak bir güzel yıkıyordu beni. Ama bir kere olsun dedemin erkenden uyanıp 'bugün ilçeye gidiyorum' demesini çok isterdim. Belki de içimdeki gediği kapatacak tek şey bu hayalin vücuda bürünmesiydi.

Akşamüzeri bastonuna dayanarak doğruldu dedem. Yamalı pantolonundaki tozu silkip eve doğru yürüdü. Şeker pancarından yaptığım traktör ile karıncaların öğüttüğü toprakta oynuyordum. Arkasına dönüp seslendi:

-Köstek Oğlan, akşam olmuş yine. Açlığın yok mu? Uyandırsaydın ya...

-Yok, dedim başımı yukarı kaldırarak.

-Gel haydi gel! Akşam olmuş, dedi üsteleyerek.

İçeri girdim. Sedirin üzerinde sabah yediğim katmerin kalıntıları duruyordu. Üzerinde üç-beş karınca geziniyordu. Çorak duvarları çatlamış odanın solundaki iskemleye oturdu ve derin bir nefes aldı dedem.

-Biraz soluklanayım, dedi, sanki sabahtan beri uyuyan kendisi değilmiş gibi.

Sonra, duvarda asılı fotoğrafa baktı. Siyah-beyaz, ahşap bir çerçeveye yerleştirilmiş fotoğrafta genç bir adam ve onun koluna girmiş genç bir kadın vardı. İkisi de gülümsüyor, oldukça mutlu görünüyorlardı. Babam ve annemmiş fotoğraftakiler. Ben henüz iki yaşında iken sele kapılmış ve ölmüşler. Bütün hikâye bu kadar.

Her gün birkaç kez fotoğrafa bakıp iç çekerdi dedem. Buna alışmıştım ancak bu kez daha manalı bakıyordu. Yaş dökmeye takati kalmayan gözlerini ovalıyor, gırtlağına yapışıp kalan hıçkırığı içinde boğmaya çalışıyordu. Bir süre fotoğrafa baktıktan sonra, çenesini bastona dayayıp düşündü.

Ben ayağa kalkıp köşeye iliştirilmiş leğenden katmer alırken, eliyle beni yanına çağırdı. Şeker pancarından traktörümü koltuğuma sıkıştırıp dedemin yanına gittim. Kolumdan tutup kendine çekti. Sarıldı. Sakalı yanaklarıma batıyordu. Öpüyor muydu, derin bir acıyı benim vücudumdan içine mi çekiyordu bilmiyordum. Ama ağlıyordu dedem. İlk kez hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ben bütün duygulardan azade, bir heykel gibi kollarımı iki yana salmış öylece kalmıştım. Dedemin ansızın beliren eylemini, yüklendiği duyguyu sorgulamıyor, sebebini düşünmüyor, hissetmiyor, sadece zamanı yaşıyordum. Vücudumu sıkan kollardan kurtulmak için çaba da sarf etmiyordum.

Dedem, son hıçkırığı da savurduktan sonra beni ileriye doğru itti. Ben miydim onun kalbindeki yoksa o muydu benim geleceğimdeki ağırlık? Bu itişin bir kurtuluş olduğunu çok sonra anladım. Ben ondan, o benden, biz hayattan... Köstekten kurtulmak yahut kösteği kurtarmak...

-Git katmerini ye, ben biraz gezeceğim, dedi. Bastona dayanarak yürüdü, her zamanki gibi ağılın duvarına sırtını dayayıp kasketini öne indirdi.

Ben Köstek Oğlan, tarladan ırgat, çayırdan koyunlar, pınardan kadınlar çekildiğinde, kimin evinde ne yaşanır, hangi çocuk benim gibi kendi başına misket oynar yahut hayallerinin dünyasında bir kahraman olur bilmiyordum. İnsan bilmediği şeyleri özlemezdi ne de olsa. Her çocuk belki de kendi yaşamının kahramanıydı benim gibi, güneş battığında. Belki her çocuk benim gibi gece bir köşede uyuyup sabah sedirde üzerinde bir şilteyle uyanıyordu. Buna rağmen, bildiğim bir farkım veya eksiğim vardı diğer çocuklardan. Onların sevincine ortak olamadığım bir zaman dilimiydi bu. İşte o zaman ikindi vakti, köy minibüsünün meydana yanaştığı andı. Bütün çocuklar bu tadın lezzetini bilir, ben hariç. Kiminin annesi, kiminin babası, kiminin ağabeyi inerdi o minibüsten. Sıcak somun kokusu yayılır etrafa, çocuklar minibüsü tavaf eder, sonra heyecanla yakınlarının elindeki çantaları kapıp seke seke evin yolunu tutarlardı. Ben Köstek Oğlan, bu sevinçten hep mahrumdum. Ne zaman sıcak somun kokusu duysam, sol yanımda bir sancı belirir o yüzden hala.

Dedem, başını ağılın duvarından kaldırıp bir gün olsun ilçeye gitmezdi ki ben de akranlarım gibi ikindi vakti köy meydanında minibüs bekleyim. Tepeden yolu tozutarak inişinin heyecanını yaşayıp, somun kokusunu içime çekeyim. Bu hayale ne zaman dalsam, dedeme çok kızardım.

'Sen de ilçeye gitsene dede!' derdim. 'Harman kalksın gideceğim... Hele bahar gelsin gideceğim... Ekin parası gelsin gideceğim...' diye erteleyip dururdu. Her gün çocuklarla meydana çıkıp, eli boş eve dönmek hüznümden çok hasretimi derinleştiriyordu.

Traktörümle oynarken Güllü bibinin kocası Halil eniştenin sesini duydum. Dışarıda dedemle bir şeyler konuşuyordu. Onlar konuşurken pencereden Güllü bibinin bizim eve doğru yürüdüğünü gördüm. Dedemle Halil eniştenin konuşmasını bozmadan içeri girdi. Bana seslendi. Elindeki kabı mutfak olarak kullandığımız köşeye bırakıp yanıma geldi. Sedire oturdu, saçlarımı okşadı.

-Enişten tavuk kesti, ben de birazını sana getirdim, dedi.

Hem konuşuyor hem gözlerini siliyordu. Bu nedenle konuşmasının arasında ritimsiz bir şarkı gibi sesler yükseliyordu. Bana sarıldı, saçlarımı okşadı yeniden. Sonra yaşmağıyla ağzını kapattı ve evinin yolunu tuttu.

Halil Enişte de gidince dedem, sanki dizlerine güç gelmiş, nefesi açılmış, adeta birkaç yıl gençleşmiş gibi içeri girdi. Mutlu görünüyordu. Yüzüne buruk bir tebessüm hakimdi. Sedire oturdu, yanına çağırıp saçlarımı okşadıktan sonra;

-Getir hele yemeği, dedi.

Güllü bibinin getirdiği tencereyi dedemin önüne koydum. Birkaç parça katmer verdim, bir bardak da ayran doldurdum. Dedemin yüzüne yansıyan huzur beni de mutlu etmişti sanki. Sebepsiz bir neşe sarıvermişti içimi. Zıplaya zıplaya dönüyordum odada. Dedem, Güllü bibinin getirdiği tavuğu iştahla yedi. Neydi onu bu denli rahatlatan, şenlendiren, içindeki matemi yok eden şey? Bilmiyordum, bilmek de istemiyordum zaten.

Son lokmayı da yedikten sonra geriye çekildi. Hasır yastığa sırtını dayayıp bana baktı gülümseyerek.

-Yarın ilçeye gideceğim Köstek Oğlan, dedi. Ekin parasını alayım, kışlıkları da doldurup getireyim.

Benim için bundan daha büyük, bundan daha güzel bir müjde olabilir miydi? Bütün kuşlar içimde havalanmışçasına hafiftim. Adeta odada uçuyordum. Sevincimi nasıl yansıtmalıydım, dedeme teşekkürlerimi nasıl iletmeliydim bilmiyordum fakat zaten odada seke seke koşturmam, yaramaz bir çocuk gibi duvarlara tırmanmaya çalışmam mutluluğumun ve teşekkürümün açık izahı değil miydi?

Evet, sonunda ben de köy meydanında diğer çocuklar gibi umutla minibüs yolu gözleyecek, somun kokusunu derin derin içime çekecek, pazar çantasını kapıp eve koşturacaktım. Sonunda ben de elime bir parça somun ile kırmızı bir elma alıp pınar başında oturacak, şarkılar mırıldanacaktım. O hayalin kollarına sığınıp uykuya dalmıştım. Sabah her zamanki gibi sedirde üzerimde bir şilteyle uyandığımda dedem çoktan hazırlanmıştı. Başucuma oturmuş saçlarımı okşuyor, fotoğrafa bakıp elinin dışıyla gözlerini siliyordu.

-Ben şimdi ilçeye gideceğim, Güllü bibin gelip seni evlerine götürecek. Ben gelene kadar orada kalırsın, diye tembih etti.

-Tamam, diye cevap verdim başımı sallayarak.

Bastonuna dayanarak volta attı odada. Yüzünü fotoğrafın olduğu duvara çevirdiğinde of çekiyor, sonra yeniden kısa adımlarla yürümeye devam ediyordu. Üzerinde rengi solmuş siyah bir ceket ile daha önce hiç görmediğim kahverengi kadife bir pantolon vardı. Lastik ayakkabıları eşikte hazır bekliyordu. Birden yeniden bana baktı, yanıma gelip yataktan doğrulttuktan sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu kez sebebini bilmediğim bir hüzün kalbimi sardı. Ben de ağlıyordum. Dedeme sarılarak karşılık veriyor, küçük avuçlarımla omuzlarını sıkıyordum. O an her şey ağlıyordu sanki. Güvelerin kevgire çevirdiği kapı, çınar ağacından ardıçlar hatta çorak duvarlar bile... Fakat neden ağlıyorduk hep birlikte? Oysa benim en mutlu günümdü. Dedem ilçeye gidecek, ben onun yolunu gözlemek için meydana çıkacaktım. Sonra köy minibüsünden inerken elinden çantayı kapıp eve koşacak, içimdeki gediği bu güzelliği yaşayarak kapatacaktım.

Bir süre sonra Halil Enişte geldi. Yüzünde suni bir tebessüm duruyordu. Onun da bu ağıt serenatına katılacağını beklerken, gülümseyen siması odanın havasında eğreti duruyordu. Dedem bir kez daha sarıldı bana. Bu kez o da gülümsedi.

-Ambarın kapısını açma, tavukları bugün dışarı çıkarma, dedi.

-Açmam, diye cevap verdim.

Dedem, pazar çantasını eline aldı, bastonuna dayanarak çıktı evden. Ben pencerede onları izliyordum. Avlu kapısında durdu, arkasına dönüp evi baştan aşağı süzdü. Halil Enişte dedemin sırtını sıvazladıktan sonra kapıyı açıp gözden kayboldular.

Onlar çıkar çıkmaz pantolonumu ve kazağımı giydim. Elime bir parça katmer alıp sevinçle avluya fırladım. Armut ağacının altındaki çömleğe bir tekme attıktan sonra kümese doğru koştum. Tavuklar yerinde duruyordu. Sonra ambarın kapısını kontrol ettim. Kapalıydı. Yeniden armut ağacının altına gelip o an uydurduğum şarkıları söylemeye başladım. Güllü bibi gelip beni eve götürene kadar haylaz bir çocuk gibi koşturup durdum avluda.

İkindiye yakın köy meydanının yolunu tuttum. Diğer çocuklar da geldi yanıma. İlk kez akranlarım kadar mutlu ve heyecanlıydım bu meydanda. Sesim onlar kadar gür, ayaklarım onlar kadar atikti.
Nihayet köy minibüsü de ufukta göründü. Eski, alelade kırmızıya boyanmış, tam ortasında siyah bordürler bulunan, yer yer kaportası çürümüş bir minibüstü. Toprak yolu tozuttukça heyecan ve sevinç bütün hareketlerimi tayin eder olmuştu. Sanki aklımla, irademle hareket etmiyor, yabancı bir güç tarafından anlamsız hareketler yapmaya zorlanıyordum.

Nihayet köy meydanında durdu minibüs. Önden birkaç kişi indi. Ben heyecanla dedemi arıyordum minibüsün içinde. Eski muhtar, köy imamı, Deli Anşa ve kızı, en son da Halil Enişte indi minibüsten. Dedem yoktu hala. Minibüsün sağına soluna, önüne arkasına baktım. Somun kokusu yayıldı etrafa ama dedem yoktu. Minibüs gazlayıp komşu köyün yolunu tuttu. Ben Köstek Oğlan, yine mahrum kalmıştım o duygudan.

Deli gibi minibüsün etrafında dönerken Halil Enişte beni izliyormuş. Yanıma yaklaştı, saçlarımı okşadı.

-Deden biraz geç gelecek, işleri bitmemiş, dedi.

-Gelemez ki, dedim minibüsün geçtiğini düşünerek.

-Gelir gelir, bir taksi tutar gelir, diye beni teselli etmeye çalıştı Halil Enişte.

Bir taksi tutup gelir miydi dedem? Hiç taksi geçmezdi oysa bizim köyümüzden. Bunu bilmeme rağmen, bir taksi tutar ve gelir miydi dedem?

Yine hevesim kursağımda kalmıştı ama ümidim tükenmiş değildi. Ertesi gün, olmadı bir sonraki gün gelecekti dedem. O akşam Halil Enişte evine götürdü beni. Ev halkında bana karşı bir ilgi, tanımsız bir merhamet vardı. Sofralar kuruldu önüme. Odanın başköşesine oturdum. Giysilerimi tek tek yıkadı Güllü Bibi. Kurutup güzelce düzeltti sağını solunu. Bu alışılmadık ilgiden işkillenmedim değil ama aynı zamanda hoşuma da gitmişti. Dedemin yokluğuna yordum.

Aradan iki gün geçmiş ama hala dedemden haber gelmemişti. Halil Enişte sürekli bana dedemi anlatıyor, işlerinin uzadığını, şehirden başka bir şehre geçmek zorunda kaldığını, ekinlerin parasının henüz yatmadığını, bir akrabamızın düğününe gittiğini falan söylüyordu.

Bir gün Güllü bibi beni güzelce giydirip saçlarımı taradı, tırnaklarımı kesti. Hazırlık bitince bana sıkıca sarılıp ağladı. Ağlamasına bir anlam verememiştim. Oğlu Serdar da misketlerini bana verdi. Bakkaldan aldığı şekerini paylaşır ama misketlerine dokundurmazdı.

-Bütün bu hazırlıklar neden, biliyor musun? diye sordu Güllü Bibi.

Başımı iki yana sallayıp bilmediğimi anlatmaya çalıştım.

-Deden seni bekliyor. Ekin parasını almış, ?Biraz da torunumu gezdireyim' demiş. Seni ilçeye götüreceğiz, dedi.

Sabah erkenden kalkıp köy minibüsüne bindik. Minibüs ilerledikçe dünya küçülüyor, zirvesine erdiğimde göğe dokunacağımı sandığım dağ alçalıyordu. Minibüste bir şeyler konuşuyorlar, arada ?vah vah' sesleri yükseliyordu. Halil Enişte elini dizine vuruyor, arkaya dönüp hüzünlü hüzünlü bana bakıyordu. Köyümden uzaklaştıkça, ilk kez gördüğüm tepeler, ağaçlar, yollar hiç görmediğim bir resmi gözlerimin önüne seriyordu. Sevinemiyordum. Gülümseyemiyordum. Sadece gidiyordum. İçime çekiyordum minibüse sinmiş somun kokusunu. Fakat bu koku bana haz değil acı veriyordu artık. Köylüler derin bir muhasebeye dalmıştı.

-Kaderden kaçılmaz, dedi bir kadın.

-Orada iyi bakıyorlarmış, okutuyorlarmış. Heder olup gider maazallah, diye karşılık verdi kadının yanındaki yaşlı adam.

Halil Enişte her cümlesinden önce bana bakıyor, sanırım konuşmaların içeriğini anlayıp anlamadığımı tespit etmeye çalışıyordu.

-Biz de bakardık amma devletten iyi bakılmaz ki, diyordu Halil Enişte mütemadiyen.

Minibüs şoförü, şehrin büyüsüne vakıf edasıyla söze karışıyordu arada.

-Dedesi de kurtuldu kendisi de, dedi. Şehirde bir meslek edinip adam olunmaktan bahsetti.

Yirmi Yıl Sonra

Kara Tepe'de köy minibüsünü bekliyordum. Yine harman vaktiydi. Yine telaşla koşturuyordu köylü. Güllü Bibi iğde dalı bastonuna dayanmış tepeye doğru çıkıyordu. Nereden duymuştu acaba geldiğimi? Yahut bir tevafuk muydu?

Beni görünce kırmızı yaşmağını biraz daha dikkatlice örttü başına. Yorgun ayaklarına tılsımlı bir güç gelmiş gibi koşmaya başladı bana doğru. Ellerini öpmek için eğildiğimde başımı kaldırıp sarıldı bana. İkinde vakti Kara Tepe'ye oturup geçmişten ve yaşadıklarımızdan konuştuk. O sırada köy minibüsü toprak yolu tozutarak geliyordu. Çocuklar da köy meydanına doğru koşuyordu.

-Dedem de gelir mi Güllü Bibi? diye sordum.

Mahcup bir ifadeyle baktı yüzüme. Sonra yeniden köye doğru çevirdi gözlerini.

-Kader, dedi sadece.

Bir süre hiç konuşmadan köyü seyrettik. Köy minibüsünün etrafında dönen çocukları görünce, dedeme duyduğum hasret yeniden depreşti.

-Sadece bir kez olsun şu minibüsten elinde pazar çantasıyla inmesini istemiştim.

Önce arkamızda duran otomobilime baktı Güllü Bibi, sonra baştan ayağa süzdü beni. Söylemek isteyeceği şeylere hazırlık yapıyormuş gibiydi. Nihayet konuşmaya başladı:

-Sen küçüktün ve deden de çok hastaydı. Sana bakamayacağını biliyordu. Kendisine de bakacak durumda değildi. O yüzden huzur evine gitti. Seni de yetiştirme yurduna gönderdiler. Belki de hayırlısı bu oldu. Öyle olmadı mı evlat?

Bir süre harman yerini süzdü ve eliyle bana patoza sap atan bir adamı gösterdi.

-Şu harman yerindeki genci tanıdın mı? Serdar o. Babası da harman yerindeydi dedesi de. Oysa sen güzel, temiz elbiselerle döndün. Gıcır gıcır bir araban var. Neyin hayırlı olduğunu biz bilemeyiz ki oğlum.

Evet, hayırlı olanın ne olduğunu biz bilemezdik. Peki temiz elbiseler, gıcır gıcır bir araba veya cepteki para somun kokusu kadar mutlu edebilir miydi beni?

Ben düşünürken birden doğruldu Güllü bibi. Bastonunu eline aldı. Yüzüme bakıp o kadim iyiliği ile seslendi.

-Düş önüme bakalım, katmer yaptım soğumasın!




Not: Bugün bu hikayeyi tekrar yayınlamak istedim burada. Nedeni ise bu hikaye ile bir yarışmada ödül kazandığım halde, ödülümü alamadım. Gerekçesi ise daha önce burada yayınlanmış olması:) Birkaç düzenleme ile buradaki arkadaşların tekrar beğenisine sunmak istedim. Saygılar...

28 Kasım 2014 16-17 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (2)
  • 9 yıl önce

    Cok huzunlu bir oyku, okurken ben de yasamis kadar oldum. Bazen icimizde yasayamadigimiz duygulari ne para ne pul satin alabiliyor. Daha nice guzel oykulere ;)

  • 7 yıl önce

    Günün öyküsünü ödülünü ve yazarımızı kutlarızud83eudd20ud83eudd20ud83eudd20