Son Bir Kez Daha, Sonra Uyuyacağım

Uzandığım yatağımdan görüyorum. Sobanın içerisindeki ateşin alevleri cansızlaştı. Sönmek üzere. Son gayretle bir iki alev yükseliyor ama güçlü değiller. Anında sönüyorlar. Ateşin yeniden alevlenmesi ve canlanması, ona son bir şans vermek için yatağımdan kalkıp, odunları yerleştirdiğim tahta sandığın içinden bir meşe odunu alıp sobanın içine atıyorum.
Son defa olacak bu. Artık uyumak istiyorum.

Odunu sobaya koymak için kapağını açtığımda sıcacık bir hava yüzümü yalıyor. Kolayca tutuşabilmesi için, dikkatlice, henüz kızgın kor halinde olan küllerin üzerine yerleştiriyorum. Kapağı, sessiz bir şekilde kapatıp yatağıma çekiliyorum.

Kapağın deliklerinden içeriye sızan oksijenle buluşan ateş, odun çıtırtıları eşliğinde alevleniyor birden. Uzandığım yerden sessizliğe gömülmüş, dalgın, olanı biteni izliyorum. Güçlenen ve durmadan büyüyen alevler biraz önce attığım meşe odununu sarıp sarmalıyor. Sanki bir ilanı aşk gibi, sanki bu aşk uğruna birlikte yanmayı göze almış iki aşık gibi, sıkı sıkıya sarılıp birbirlerine ateşin dansını ediyorlar. Meşe odunu kor bir ateş haline dönerken alevler çılgınca dans ediyor.

Bakışlarım kurtulunca sobadan, etrafa göz gezdiriyorum. Meşe odununun yanarken çıkardığı sesin ve yatağımın yanı başında duran gece lambasının, kalitesiz ampulünün çıkardığı vınlamanın dışında, tam bir ölü sessizliğinde odamın içerisi. Bu ampulü hep değiştirmek istiyordum da, her defasında unutuyordum yenisini almayı.

Sonra bakışlarım kitap raflarına takılı kalıyor. Sobaya sadece bir metre kadar uzaklıktaki raflara bakarken utanıyorum, mahcup oluyorum sanki. Uzun zamandır rafların önündeki koltuğa oturup kitap okumayı unutmuştum. En son aldığım on - on beş kitabın kapaklarını bile açmamıştım henüz. Yeni Dünyalar, yeni fikirler, yeni bilgiler beni bekliyordu oysa.
Şimdilerde hayatımın öyle bir safhasındayım. Yaşadıklarım, kitap okuma heyecanını da, öykü, şiir yazma isteğini de alıp götürdü. Aklıma çocukluğumun tekerlemesi düşüyor. Şeytan aldı götürdü, bulamadan getirdi... Umarım tez zamanda geri getirir okuma heyecanımı. Henüz okumadığım kitapların yazarlarının yüzleri geçiyor gözlerimin önünden. Utanıyorum.

Kendime moral vermek için, yarın onlardan birini okumaya başlayacağıma dair söz veriyorum ve bakışlarımı yeniden sobadan yana kaydırıyorum.
Meşe odunu bir kor haline gelmiş ve kendisini tamamen alevlerin kollarına bırakmıştı. Çıtırtıları, belki de iniltileri bile duyulmaz olmuştu artık.

Sobanın son sıcaklığı ile biraz da sırtımı ısıtmak için döndüğümde açık olan kapıdan mutfağımdaki yemek masasını görüyorum. Haftalardır, aylardır yıkanmadan masanın üzerinde beklettiğim iki kahve fincanına takılıyor gözlerim. Onunla içtiğimiz son kahvelerimizdi bunlar. Fincanda dudak izi kalmıştır diye, yıkamadım. Yerinden bile oynatmadım fincanı. Elleriyle nasıl bırakıp gittiyse öylece duruyorlar orada. Yavrusunu kaybetmiş bir annenin, onun eşyalarını yıllarca, ömrünce saklayıp koruması gibi, aynı içgüdüyle saklıyor koruyordum onun bıraktığı dudak izli kahve fincanını.

Dün gibi hatırımda o anlar. Kötü şeyler olacağını sezmiştim. Beni üzmemek için bu görüşmemizin son olacağını söylememişti, ama gözleri her şeyi anlatıyordu. Ben anlamış olsam da, inanmak istemiyordum. Yine de mutluydum, yine de mutluyduk. Oysa ikimizinki de yalandan mutlulukmuş o anlarda.
Kalsın istedim o fincanlar. Oldukları yerde, bıraktığı yerde kalsınlar istedim. Her gün defalarca onları gördükçe geri gelmesinin, yeniden kavuşmanın hayalini kurmak oyunu, iyi geliyordu ruhumdaki sıkıntılara.

Ama baş edemiyorum artık. Ruhum kansa, bedenim, bedenim kansa ruhum kanmıyor. Nicedir uykusuz zamanlardayım. Nicedir Saba makamında ezanlar dinliyorum. Hayallerim ölsün istemiyorum. Onlar yaşadığı sürece ben de yaşama tutunuyorum. Ama hayaller ölümsüz olsun derken, onları ölümsüz kılayım derken bu uğurda kendi hayatımı kurban ettiğimi de biliyorum. Hayat çekilmez oldu artık.

Kurtarıyorum bakışlarımı onun dudak izli kahve fincanından. Yeniden sobaya dönüyorum. Kapak deliklerinden görünen sadece birkaç kor parçası.

Gecenin yine çok uzun olacağını biliyorum. Uyku tanıdık değil. Derin bir nefes çekip yerimden kalkıyorum. Pencere kenarına gidiyorum. Perdeyi aralayıp dışarıya bakıyorum. Tek tük arabalar geçiyor yoldan. Bir adam ve bir kadın hızlı adımlarla geçip gidiyorlar. Karşı binadaki evin perdeleri açık. İçerideki insanlar girip çıkıyorlar başka, başka odalara. Odamdaki sessizliğe inat dışarıda, bu saatte bile yaşam var. Parmaklarımı cama dayıyorum. Camın soğukluğunu hissediyorum parmak uçlarımda. Camlar şeffaf, dışarıyı görebiliyorum ama yine de bir duvar gibi duruyor dışarıyla aramda. Beni mi dışarıdaki hayattan yoksa dışarıdaki hayatı mı benden koruyor bilemiyorum.

Söyleyecek, paylaşacak bir şeyimin olmadığını düşünerek perdeleri kapatıp yeniden yatağıma dönüyorum. Ama sonra, en azından kendi kendime söylenecek bir şeylerimin olabileceğini düşünerek, yatağımın yanında duran karalama defterimi alıp yazmaya başlıyorum.

Duvarlara çarpıp geri geliyor çığlıkların,
Yapayalnızsın karanlıkta, kara bir nokta kadar.
Tüm dostların birer gölge gibi,
Geçip gidiyorlar yanından.
Kör,
Sağır,
Ve dilsiz!
Duvarlar üzerine geliyor,
Çığlıkların sağır kulaklarda çınlıyor!
Kimse
Anlamadı,
Duymadı,
Görmedi seni.
Ta ki, sen
Özgür olabilmenin,
Huzura ermenin sırrını çözünceye kadar.
Karanlıktaydı kurtuluşun!
Girdin içine
Ve bir daha dönmedin...

Ateşin etkisi geçmiş gibi. Soğumuş odamın içerisi. Sönmek üzere olan ateşe bir şans daha vermek istiyorum. Sandıktan bir odun daha alıp sobaya atıyorum.
Son bir kez daha, sonra uyuyacağım.
Lambayı söndürüp, karanlığa gömülüyorum...

06 Nisan 2011 5-6 dakika 21 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (1)
  • 13 yıl önce

    Ses yapmadan favori öykülerim arasına ekleyip gitmem lazım.. En ufak tıkırtı öykünün sesizliğini bozar sanki...desemde küçücük bir şey eklemeliyim Ben böyle anlarımı da severim
    yanlızlık anları sükutun musikisini dinlemek için birebirdir..

    Tebriklerimle Hüseyin hocam..