Son Saniye

Odadan içeriye girdiğimde hüzün kokan havanın, ümitsiz bekleyişin o kaçınılmaz çaresizliğinden kaynaklandığını anladım. Beyazlamış yüzlerde korku, endişe, ümitsizlik, metanet, sabır, keder, gibi manevi hislerin her biri ayrı ayrı dalgalanıyordu. Hepimizi kucaklayan asırlık koca çınar hazanda dalından kopan bir yaprak gibi devrilmiş yatıyor ve sıklıkla ama zorla aldığı nefesin hırıltısı o kuru yaprağın hışırtısını andırıyordu. Beş kişi beş saatlik bir yolculuğun sonunda hatıralarda hep hoşlukla anılanların yaşandığı mavi demir parmaklıklı, beyaz badanalı yer evine ulaştık. Geniş bir sofaya açılan dört yeşil kapıdan girişte sağdaki odaya en son ben girmiş ve ne acıdır ki son helallik için dizlerimi kırarak ben çökmüştüm. 'Ana, bu sonuncusu' demişti anam kulağımın hemen dibinde...
Koyu yeşil gözlerinde hiçbir yıldızın parıldamadığından anlamıştım artık yıldızların arkasına gittiğini bu asırlık çınarın. Diz çökerken önünde, sözlerime dem vurabilmek için beni kucaklayan o dallarında geçen çocukluğumun hatıralarını sıraladım usumda. Ruhunu kattığı için onun gibisini tatmadığımız ve her öğünün olmazsa olmazı tarhana çorbası geliverdi de aklıma; 'ebe gız, ben tarna aşından yemeye geldim, yapmıcan mı?' diyerek girizgâhı yapmıştım. Yapmaz olaydım. Kaşlarını bir çatışı vardı ki; ‘ben can çekişirken, hele şu meresin istediğine bak' der gibiydi bana.
Ve o son bir saniye...
Sol elimle tuttuğum kınalı sol elinden canının çoktan çekilmiş olduğunu, tırtıklı parmaklarıyla çok kereler avuçlarının arasına alarak yüzümü okşarken duyduğum o eşsiz köy kokusunun yayılmamasından anlamıştım. Derisi incelmiş, eklemleri düzleşen çomak gibi olmuş elleri, hala tırtıklıydı kokusu kalmasa bile. Sağ elim ise anlına düşen, boyun altından bağlanmamış beyaz bir eşarbın altına girip saçlarına okşayarak başının arkasına ulaşmış, orada öylece kalakalmıştı. Annemin buzlukta sakladığı ekmeğin köşesi kadar sert, soğuk ve bir o kadar küçülmüş kafatasını avucuma aldığımda, ansızın midemden göğüs kafesim içindeki boşluğa tarifsiz bir sıcaklık yayılıyordu. Daha yaşarken yokluğa göçün başladığı bu insanlık dramını, kabuğunda küçülen bu asırlık kadının küçülen cüssesi, sessizce bağırarak anlatıyordu şimdi bana. Zaman mevsiminin yıllarla ölçülen döngüsünde, sonbahar rüzgârları fazla gaddar davranmıştı belliki anneanneme. Dudaklarımla kaç kez öptüğüm kırışıklığı olmayan tertemiz alnına, bana sinirlenip kaşlarını çattığı zamanlarda olduğu gibi ıslak bir buse kondurarak affımı diliyordum gene. Dudaklarım keşke yüzyıl asılı kalsa da o berrak alından kaldırmasaydım başımı havaya, açmasaydım gözlerimi yüzyıl daha. Son saniyenin saatten kopup gözlerime devrildiği o anda her kızgınlığının ardından öpücük sonrası değişen çehresini göremedim. Gülmedi, gülümsemedi güzel ebem, o pürtüklü elleri arasına yüzümü alıp gevrek gülüşü ile affettiğini ilan etmedi. Yıllarca yaşasam cevabını alamayacağım o soru, o son saniyedeki gibi ıstırap ile kafamın içinde dönenip duracak ve acaba affetmedi mi suali ile sonsuz saniyeler boyunca hesaplaşacaktım kendimle. Olsun varsın bitmek bilmesin bu ıstıraplı hesaplaşmam diyeceğim ama keşke silebilsem gözlerimi her kapattığımda göz kapaklarımın ardındaki o acıklı saniyeyi. Bu büyük bir mucizeydi de ben sonrasında algıladım. Sanki güzel anneannem Azrail'le anlaşma yapmış, yoldaki çocuklarımı bekle helalleşeyim demiş de, annemin bu sonuncusu demesi ardından, elini tutmamın alnını öpmemin ardından, siyah kanatları boşlukta simsiyah açılan o kapıdan geçip de gitmişti. O son saniye... Sol eli sol elimde kuş kadar hafif, sağ elim başının ardında saçlarını okşar iken, dudaklarım alnından uzaklaşırken daha öte zamana doğru uzaklaşan, dönülmez denen o meçhul sefere doğru uzaklaşan, ben dursam da, ben donsam da hala durmaksızın uzaklaşan, anladığım anda kaçınılmaz gerçeği anlasam bile uzaklaşan, sessiz bir feryatla hayır dediğim ama Allah'ım diyemeden daha uzaklaşan, canım ebem, hacı anneannem; sağına doğru hafif çevirerek başını yukarıya doğru kaldırıp, yukarıdaki tavanın da yukarısında olan ve dünya gözüyle göremeyeceğimiz o ufka dikti de gözlerini, son küçük nefesi ciğerine vermeye takati yetmeden gırtlağında şişerek usulca yumuverdi ya ağzını. Sonraki saniyeden de kısa süren sessizlikte odanın bahçeye bakan açık penceresinden, eski bir elbiseden kopardığı mavi, gri çaputuyla asma ağacına bağladığı, rüzgarsız havalarda çıkıp kendisinin çaldığı küçük çıngıraktan, kısa olsa da, duyduğum en acı müzik terennüm etti çıngırdayarak. Daha üzüntü girmeden yüreğime, daha odanın içi odadakilerce feryatla dolmadan, daha ne yapacağını bilemeden göz kapaklarım ve koruyucusu kirpiklerim akması için hiçbir çaba sergilemeden daha, yanaklarımdan süzülen yaşı tanıdım da nerden geldiğini hala anlayamadım. Acaba diyorum hala; elimin tersiyle silip pantolonumun diz kısmına umarsızca sildiğim, öpüp koklamadığım hatta yutup hücrelerimde ben olmasına mani olduğum o gözyaşı, o an, ruhunun bedenden ayrılması esnasında elleri gibi kuruyan gözbebeklerinden dökemediği güzel anneannemin gözyaşları mıydı?
Sonra, esrik cümlelerden kurulu bir hikâye hepimiz için. Bir çınardı o, dallarına tırmanmakla ucuna erişilemeyen devasa bir çınar. Şiirleri, kasideleri, gazelleri, türküleri ile tadına doyumsuz mazisinden menkıbeleri ile sadece kendinden doğan ve doğrulanların değil, onu tanıma şansına erişen herkesi kucaklayan bir çınar. Gitti işte. Sözler yitti. Attila İlhan'ın dediği gibi 'şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız...'
Sonrası ise o son saniyeyi, o göz kapaklarımın ardında asılı kalan saniyeyi cümlelere aktarma çabası ve sanılmasın ki bu, o çınarı tanıyanlarda zuhur edecek bir hüznün hikâyesi. Hüzün, kayan bir yıldız gibi anlık bir ışık solmasıdır onu tanıyanların çehresinde. Neşesi sarar anında o çehreyi ve dudakları kaykıltır kulaklara doğru akla gelen maceraları. Dedim ya asırlık bir çınardır o ve anılmayı hak etmiyor hazin bir öyküyle. Cümleler, aramızda sıklıkla geçen bir diyalogla sonlanmalı ki bu hikâye onu anlatabilsin. Çünkü kendisine değenlerde neşeli bir hatıra bırakmak adına dallandı budaklandı yıllarca bu koca çınar. Haydi, şimdi sende sarıl ki ona, sana sarılsın oda.
Maziden bir an;
'Ebe gız, üzerlik türküsü vardı ya hani gençken çeşme başında delikanlılar size söylermiş, hah onu çığırsana bi.' Gevrek bir gülüşün ardından dedemi işaret edip,
'Sölemam, deden döve oğlum' deyip naz eder.
''Hadi gız ebe, tutarım ben dedemi' gibi cümlelerle biraz uğraştıktan sonra iki öksürür bir tıksırır ve boğazını temizler de çığırırdı türküsünü,

'Bahçelerde üzerlik/kız sendeki bu güzellik/gül memelerinin arası/olsun bana mezerlik...

Anneannemin hatırasına..

21 Mart 2016 6-7 dakika 6 öyküsü var.
Yorumlar