Sonsuzluğun Eşiğinde Unutulan Sesler

Boğaz’ın kıyısındaki solgun ışıklar, Handan’ın gözlerine yansıyordu. Kırk yedi yaşındaydı, ama ruhu bin yıldır bu şehrin sokaklarında kaybolmuş gibiydi. Eskişehir’den İstanbul’a taşındığı ilk günden beri zamanla arası bozulmuştu. Saat ne gösterirse göstersin,Sonsuzluğun Eşiğinde Unutulan Sesler Handan için daima alacakaranlıktı.


"Herkes yanılıyor, biliyor musun?" dedi kendi kendine, elindeki çay bardağı soğurken. "Sonsuzluk, uzun bir zaman dilimi değil, tek bir anın içinde kaybolmaktır."


Martıların çığlıkları, Üsküdar iskelesindeki kalabalığın uğultusuna karışıyordu. Handan, önündeki deftere baktı. Aylar önce yazmaya başladığı romanın ilk sayfası hâlâ boştu. Kelimeleri bulmuştu aslında, ama hiçbiri ruhuyla konuşmuyordu.


Galata Köprüsü’nden geçerken, Karaköy’ün eski binalarını izledi. Her biri yaşanmış ve unutulmuş hikâyelerle doluydu. Aylar öncesine kadar bu hikâyeleri can kulağıyla dinlerdi. Şimdiyse sadece sessizliği duyabiliyordu.


"Mehmet," diye fısıldadı rüzgâra. Eski sevgilisinin ismi dilinde yabancı bir tat bıraktı. Beş yıl önce Çanakkale’ye taşınmış, ardına bakmadan gitmişti. Arkasında bıraktıklarının ağırlığını hiç hissetmemiş miydi?


Akşam, Beyoğlu’ndaki küçük dairesine döndüğünde, duvarları üzerine kapanıyordu sanki. Kitaplığındaki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitapları, ona zamanın kırılganlığını hatırlatıyordu. "Huzur"u eline aldı, sayfalarını çevirdi. Altını çizdiği cümlelere baktı: "İnsan kendini kaybedince, zamanı da kaybeder."


Pencereden dışarı baktı. Taksim Meydanı’nın ışıkları, gecenin karanlığında yıldızlar gibi parlıyordu. Bu şehrin kargaşasında yaşarken nasıl bu kadar yalnız hissedebiliyordu?


O gece, Kapalıçarşı’da kaybolduğu günü düşündü. On iki yaşındaydı, annesi Nermin Hanım’ın elini bırakmış, renkli lambaların peşine düşmüştü. Saatler sonra onu bulan Nezaket teyze, "Korkmadın mı hiç?" diye sormuştu. "Hayır," demişti küçük Handan, "Kaybolmuş değildim, sadece başka bir yerde bulunuyordum."


Şimdi, yıllar sonra, bu cümleyi tekrar düşündü. Gerçekten de kaybolmak mıydı bu, yoksa kendini başka bir yerde bulmak mı?


Sabah olduğunda, Kadıköy vapuruna bindi. Deniz, hırçın dalgalarla sahili dövüyordu. İçindeki fırtına da böyleydi işte. Bazen sakin, bazen öfkeli. Vapurun arka güvertesinde, Bahar’la buluştu. Liseden beri arkadaşı olan Bahar, onun sessizliğini en iyi anlayandı.


"Anadolu Kavağı’na gidelim," dedi Bahar. "Yuşa Tepesi’nden bakınca her şey farklı görünür."


Yuşa Tepesi’ne çıktıklarında güneş batmak üzereydi. İstanbul, ayaklarının altında uzanıyordu. Doğudan batıya, kuzeye ve güneye, her yöne uzanan bu şehir, içindeki boşlukla tezat oluşturuyordu.


"Hiçbir zaman tam olarak burada değilim," dedi Handan. "Hep bir adım önde ya da arkada."


Bahar gülümsedi. "Belki de tam olman gerekmiyor. Belki parça parça olmak, insanın doğasında var."


O an, Handan içindeki sesleri duydu. Hepsi birden konuşuyordu: çocukluğundaki Handan, ilk aşkını yaşayan genç kadın, kariyerini inşa eden yetişkin, ve şimdi, yarım kalmışlığını kucaklayan orta yaşlı kadın.


Cemal Süreya’nın dizeleri geldi aklına: "Her şey bir nehir gibidir, akar gider; ama bazı damlaları yakalarız." Belki de yakalaması gereken damlaları arıyordu hâlâ.


Gece olduğunda, Ortaköy’deki küçük bir çay bahçesinde oturuyordu. Boğaz Köprüsü’nün ışıkları suda dans ediyordu. Çantasından defterini çıkardı ve yazmaya başladı:


"Varlığımın sınırlarında dolaşırken, kendimi buldum. Ne tam burada, ne tam başka bir yerde. İki dünya arasında, zamanın kıyısında, sonsuzluğun eşiğinde..."


Ve ilk defa uzun zamandır, içindeki boşluk bir anlam kazandı. Hiçlik değil, sonsuz olasılıkların kapısıydı bu. Var olmak ve olmamak arasındaki ince çizgide, kendi hikâyesini yeniden yazmaya başladı.


Turgay Kurtuluş



15 Mayıs 2025 3-4 dakika 5 öyküsü var.
Yorumlar