Şreya

Adım Sezgin. Sabah saat 6:03'de uyanıp ayaklandım. Dün akşam heyecanla erkenden yatmıştım. Daha uçağın kalkmasına ve bir büyüye sahip olacağına inandığım Hindistan yolculuğuna 2 saat vardı. Yaşam dolu hareketlerle hazırlanırken içim pırpır ediyordu. Bahsettiğim büyü daha şimdiden benliğimi sarmaya başlamıştı.

Sabahları mahmur ve uyuşuk olan ben rahmetli babamdan kalma bavulumu karınca edasıyla hazırlıyordum. İhtiyacım olan eşyaları yerleştirirken annem de erkenden kalkmış kahvaltıyı hazırlıyordu. Hindistan sıcak bir memleket olduğu için eski sevgilimin hediyesi koyu yeşil ve çok sevdiğim kaşkolu almadım. Bir başka hediyesi olan meditasyon yapan adam heykelciğini bir köşeye sıkıştırıp tıklım tıkış olmuş bavulumun soyulmuş fermuarını çektim. Babamı hatırladım yine. 'Sana bıraktığım herşeye iyi bak' demişti babam. Annemin kahvaltıya çağırması ile ayaklandım ve mutfağa yollandım.

-Günaydın
-Günaydın
-Çok yemiyeyim, zaten uçakta verirler bişeyler.
-Kitap da alsaydın yanına. Orada Türkçe kitap bulamazsın.
-Aldım zaten anne.

Dün Budizmle ilgili kitaplar almıştım set olarak. İkisi kalın 6 kitabı sırt çantama koymuştum ve epey ağır olmuştu. Bir de bavulum vardı. O daha da ağırdı ama tenis oynadığım için kaslarım bunu kaldırabilecek güçteydi. Budizme olan merakım ise şöyle başlamıştır:Yakın arkadaşım olan Vakıf Hindistanı ve anılarını çok anlatmıştır. Tadına doyulmaz muhabbetlerle. Oraya bir gezi yolculuğuyla gitmişti hatta yerel bir dili bile biraz öğrenmişti. Bu Muhabbetler beni oraya çekti. Şimdi sadece ikimiz ingilizcemize güvenerek yola çıkacaktık ve tapınağa 6 ay kapanacaktık. Gideceğimiz yeri; ağaçlarla bezeli ormanlık bir arazideki bir tepenin hemen yanında hayal etmeye çalışıyordum. Zira öyle anlatılmıştı. Saat 7:30 'da arkadaşım Vakıf geldi. Saçları hafif dökük zayıf yapılı, orta boyludur arkadaşım. Annemle vedalaşırken gözü yaşlıydı. Öyle görünce yanaklarından öptüm ve '6 ay sabret' dedim. 'Kazak aldın dimi oğlum?' dedi. 'aldım aldım' dedim. Ve yola koyulduk. Taksi ile 5 dk yol almıştık ki yanıma annemin bir resmini bile almadığımı düşündüm. Hemen döndük.

-Anneciğim bir resmini versene yanımda hiç yok.
-Eh oğlum dikkat et koyduğuna bişey unutma demiştim ben sana
-Tamam anne acele et lütfen
-Peki... Bu olur mu?
-Olur olur muck(öpücük).

Ve tekrar yola koyulduk. Alışıldık yollardan ama başka bir sevinçle geçerek her zaman gördüğüm yerlere son kez baktım. Gerçi uzun süre kalmayacaktık.


Uçak yolculuğumuz sırasında insan canlısı bir hostes bizimle ilgilendi. Yol boyunca kendimi Tanrının yerine koyarak havadan çevreyi gözetledim. Arkadaşım genelde yumuşak koltuk başlığına başını yaslayıp, uyudu. Meditasyona başladığından beri artık horlamadığını söylemişti bir kere ve gerçekten horlamadı yol boyunca. Biraz kitap okuyup, meyve suyu içerek ve kanepelerden atıştırarak yolculuğu tamamladım. Üç buçuk saat kadar sürdü yolculuğumuz ama ben merakımdan bişey kaybetmemiştim. Sadece heyecanım bir ara yatışır gibi olduysa da yolculuğun sonuna doğru yeniden alevlendi. Yere indiğimizde temiz hava başımı döndürdü. Taksiye atlayıp otobüs garına gittik. Gar kalabalıktı. Bir dilenciye 1 Dolar verdim. Dilenci bile İngilizce biliyordu şaşırdım. Arkadaşım buranın eskiden sömürge olduğundan bahsederek şaşkınlığımı unutturdu. Ama zaten burası Türkiye değildi ve alışkanlıklar farklıydı. Mesela ineklerin kutsal olduğunu kimsenin onlara karışmadığını biliyordum. Gideceğimiz tapınağa kadar otobüste bir yolcu bir telli çalgı ile benim için değişik ortamı daha da alışılmadık hale getirmişti. Müzik aletinin sesi saz ile cümbüş arası bir ses tonuna sahipti. Dış çevrede hep çiçekli bitki ve ağaçlar vardı. Her canlıya büyük saygı gösterildiğini paylaştı arkadaşım yanımda. Arada su satıcıları otobüsü kolaçan ediyor, hintçe tekerleme söyler gibi buzlu sularını satıyorlardı. Otobüs yolculuğu da 2 saat kadar sürdü. Ama geldiğimiz bölgede tapınak göremedim. Bir telefon kulubesi bulup tapınak görevlisi ile görüştü arkadaşım. Onbeş dakika sonra esmer, zayıf, bol beyaz giysiler içindeki sevimli, kibar, bıyıklı adam bizi almaya geldi.

-Hoşgeldiniz.
-Hoşbulduk.
-Ben tapınağın temizlik görevlilerinden Harşa.
-Ben Vakıf, arkadaşım Sezgin.
-Tapınağa yürüyerek gideceğiz buyrun.

Avucu ile yolu işaret etti. Yolda fazla konuşmadık. Yol yorgunuyduk.Tapınağa ulaştığımızda beklediğimden çok daha sade bir mimariye sahip, mütevazı, koyu yeşil boyalı, büyükçe bir tapınakla karşılaştık. Kapıda gülümseyerek bize bakan beyaz sakallı yaşlı adam göze çarpmaması için orman ile aynı renge boyandığından bahsetti. Yani yıldız değil dilenci olmaktı amaçları.

***

Başrahip Prabat da kendine yakışan bir mütevaziliğe sahipti. Yapmacıklık yoktu. Derin derin bakıyordu. Bilge bir havası, edası vardı. Saçları da sakalı gibi beyazlamış üst kısımları dazlaktı. Orta boylu hafif kilolu bir yapıdaydı bu sevecen adam. Bizi kapıda karşılayarak jest yapmak istemişti. Ve ne kadar mütevazı olduğunu daha ilk dakikalarda göstermiş oldu. Dar içinde vitraylar, heykel ve sütunlar, ışıklandırmalar bulunan koridorlardan bahçeye gitmek üzere yürümeye başladık. İç dekorasyonun aşırıya kaçmayan, göze hoş, dengeli görünen bir gösterişi vardı. Bahçeye varmadan yanımıza üç, beş kişi daha katılmıştı. Hepsi İngilizce biliyorlardı. Anlaşmakta zorluk çekmiyorduk. Çoğu Başrahip Prabat gibi derin ve tevazu sahibi bakışlarla ama uyuşuk olmayan hareketlerle davranıyorlardı. Baş Rahip Prabat'ın derin bakışları insanın yüreğine dokunuyordu. İnsan sevgisini anımsatıyor ve içinize ilhamlar veriyordu. Herkes aynı kıyafetleri giymekteydi.

-Yol yorgunuzunuz madem ki sizleri odalarınıza alsınlar. Mekanları sonra ziyaret edersiniz.
-Evet ben uyumak istiyorum. Vakıf sen de yatıp dinlenirsin. Olmaz mı?
-Tamam farketmez.

Odalarımıza çekildik. Oda oldukça sade döşenmişti. Otel odaları gibiydi biraz. Ama tütsü kokusu vardı. Kuş sesleri odamıza kadar konuk oluyor bize adeta eşlik ediyorlardı. Bahçenin gölgesi odada da hissediliyordu. Yani bir dinginlik, huzur hali. Birkaç saat bu ortamda uyuduk. Sonra biraz çorba, yerel, mayalı, kefir benzeri bir içki ve yine lezzetli bir ekmek getirildi. Ayrıca onlarınkilerle eş bol kıyafetler getirildi. Beyaz ve tertemiz, hoş kokuluydu. Yediğimiz yiyecekler uçaktakilerden daha lezzetli idi ve tazeydi. Vakıf da çok memnundu halinden. İkimiz de gülümsüyor, gülücükler saçıyorduk etrafa. Odamızın penceresi havuzlu bahçeye bakıyordu. Ama odamızın geçici olduğunu üzülerek öğrendik çünkü daha ücra bir odaya götürülecektik. Birinci sınıf öğrencilerinin kaldığı, girişe ve bahçeye en uzak pozisyonda kalan dört kişilik odalarda kalmamız isteniyordu. İlk günümüz etrafı tanımakla geçti. Bahçede balıklara yiyecek attık. İki parmağım kalınlığında atik balıklardı bunlar. Oradan oraya neşeyle süzülüyorlar attığımız yiyecek parçalarına bir ok gibi hızla yüzüyorlardı. Turuncu, kırmızı, sarı tonlarda su prensesleriydi. Vakıf da ben de doğayı ve hayvanları çok severdik. En son sınıfları gezdik. Öğretmenler de rahipti ve budizm, felsefe, sanat ve bilimsel konularda öğrencilere yeni ufuklar açmaya çalışıyorlardı. Rüyada gibiydik. Başrahip Prabat kadın öğrencilerin bazen ayrı ders gördüğünden bahsetti. Tapınaktaki öğrenciler toplamda %30 kadın, %70 erkek öğrencilerden oluşuyordu. Toplam da bizimle birlikte 228 öğrenci oluyordu ve 5 sınıf düzeyine ayrılmışlardı. Bay Prabat, yılda birkaç kez eğlence düzenlediklerini yoksa şartların ağır olduğundan bahsetti. Piramit şeklinde inşa edilmiş özel meditasyon odaları bile vardı. Sanatkar öğrencileri vardı tapınağın ve döner sermayeye katkıları oluyordu. Birinci sınıf öğretimi bir yıl sürüyormuş ve bizden aylık 150 Dolar istemişlerdi. 6 ay sonra dedikleri 1 haftalık izini kullanmayı ve burada 6 ay kalmayı kararlaştırdık. Ayda bir gün de gezi düzenliyorlarmış çeşitli yerlere. Hemen ertesi gün bir gruba katılıp çalışmalarımıza başladık. Saman kağıttan defterler ve kalem verdiler. Kalemtraş yerine çakılar kullanılıyordu. Dersleri büyük bir ilgi ile takibe başladık; keyfimize diyecek yoktu.

***

Derslerden en çok sanat ve budizm ile ilgili olanları seviyordum. Vakıf ise budizm ve felsefe ile ilgili dersleri seviyordu. Bir dersimiz eski budizm ile ilgili yazıları çözümlemek, anlamakla ilgiliydi ve bu konuda binlerce sayfa eski ustalardan binlerce yıl öncesinden gelen bilgiler, bilgelikler vardı. Hocalarımız sabırlı ve ortalama bir insandan çok daha ileri düzeyde bilgelik kokuyorlardı. Yani alabildiğimiz kadarıyla ve anlayamadıklarımız dahil bu görüşteydik. Hocalarımızdan biri günde iki kere otuzar dakika meditasyon yapmamızı söyledi. Başrahip de derslere geliyordu. Onun uzmanlığı da budizm ile ilgiliydi. Bazen ders harici ikimizle ilgileniyor, bilgilerini bize sevgi ile açıyor, derin derin konuşuyor, gelişimimizi adım adım gözlemliyordu. Hocalarımızdan en çok onu seviyorduk. Onun gözleri ve bakışları, diğer hocalarımıza nazaran bir sevgilinin gözleri gibiydi. Konuşmaları bize yeni yeni ufuklar açıyor, ya da ufkumuzu genişletiyordu. Çok memnunduk ama ders harici yapmamız istenen görevlerimiz vardı. Temizlik gibi. Yemek yapmak gibi. Sanat çalışmalarını izlemek gibi. Bazen yorucu olsa da memnunduk halimizden. Derslerde zaman zaman habersiz sınavlar oluyordu. Ancak öğrenci azarlamak ya da dövmek mevhumu burada sevgi, anlayış ve çabaya yerini bırakmıştı. Öğretmenlerine bağlanan bizler derslerimize doğal bir içgüdüyle hazırlanıyor, çalışıyorduk. Seçmeli dersler de vardı. Geometri, yoga, edebiyat gibi. Herşey düşünülmüş ve mükemmel hale getirilmişti bu tapınakta. Arasıra topluca ayinler, törenler yapıyor, kaynaşıyorduk. Dua çarklarını boş zamanlarımızda adet olduğu üzere tüm insanlık için döndürmekte idik. Ayrıca şükür dualarımız oluyordu. Topluca söylenen şarkılar ruhumuzu besliyor, giydiriyordu. Vakıf'ın bir kıza kendinden geçerek bakışı gözümden kaçmamıştı. Böyle şeylere izin yoktu oysa ki.

Bir sabah Başrahip Prabat bizi erkenden kaldırmış ve meditasyon odasına götürmüştü. Çok erkendi ama yapılan meditasyonlarla gücümüze güç katıyor, evrenle bütünleşiyorduk. Yemek yemeden meditasyona oturduk. Üç kişi üçgen kurmuş ellerimizi birbirimize kenetlemiştik ve yaşadıklarımız tek kelimeyle söylersek inanılmazdı. Bütünlüğü yaşadık, hissettik. Sonra bahçede toprağa kurulup sade bir kahvaltı yaptık. O mayalı içki sofralarımızdan eksik olmuyordu. Ekmeğe de ne katıyorlarsa lezzeti; yağlı, meyveli çörek gibiydi. Severek ve bıkmadan yiyorduk. Kahvaltı bitince sessizce bir süre oturmamızı söyledi Başrahip. Bağdaş kurmuş ne olacak diye merakla bekliyorduk. Biraz sonra Bay Prabat sakin ve derin sesiyle konuşmaya başladı. İlgi, merak ve saygı ile dinliyorduk. Yeni meditasyon yaptığımız için algılarımız açılmış, adeta zekamız yükselmişti. Onların zamanında eğitimin nasıl olduğunu özetle geçti. Sonra Buda (Budizm'in kurucusu)'dan ve Bodhidharma (Zen Budizm'in kurucusu)'dan bahsetti. Sonra akıl almaz bir gösteri yaptı. Amacı insanın sınırsızlığını bize çıplak gözle göstermekti. Bağdaşını düzelterek oturduğu yere iyice yerleşti. 'Beni izleyin' dedi. Beş dakika içinde topraktan 30 cm. kadar yukarıya yükselmişti. Havadayken konuştu: Buna levitasyon denir dedi. Ağzımız açık kalmıştı ama garip gelmemişti. Kısa sürede adapte olduk. Bunu ve benzeri şeyleri birgün bizim de yapabileceğimizi söyledi. Bilgece konuşmalarla gösteriyi noktaladı. 'Hadi şimdi arkadaşlarınıza katılın' dedi. Bunu yapabileceğimiz düşüncesiyle ağzımız kulaklarımızda dersaneye gittik.

***

Derslerde Vakıf, ders aralarında muhabbet kurmaya çalıştığı Rahibe Şreya'ya bakıyordu sık sık ve yumruğu yanağının bir köşesinde dersleri göya takip ediyordu. Rahibe Şreya da karşılıksız bırakmıyor, Vakıf'ın haline gülümsüyor, çiçekler saçıyordu etrafa. Utangaç bir kız değildi. Dudakları dolgun ama daracıktı. Düzgünceydi. Burnu ise küçük ve kalkık. Oldukça da kısa boyluydu. Ama toplucaydı biraz da. Çocuksu bir burnu vardı ama diğer hatları daha olgundu. Kızların tümü başörtülerinin altında saçlarını topluyorlardı. Vakıf bana bir gün odamızda dört arkdaş sohbet ederken onun saçlarını merak ettiğini söylemişti. Kadını kadın yapan kalbiyse de uzun, bakımlı saçlar da bir kadının takılarından daha önemlidir bir erkek için. Hiç takı takılmazdı tapınakta. Makyajsız ve doğal halleriyle tapınağa devam ederlerdi. Vakıf günden güne bu sarı çarşaflı, dolgun gözlü hatuna tutulmaktaydı. Ve bu filizlenen gerçek bir aşk filiziydi. Vakıf tüm bunlara rağmen derslerinde de vasat olsa da başarı gösteriyordu. Tapınaktan atılacaklarını söylüyordum ama aşk bu yani bir orkide filiziydi. Başka Bir şey değil. Zamanla bu aşk derinleşmeye kök salmaya başladı kalplerinde. Orkide büyüyordu. İki kalpte bir orkide yumrusu! Bir mücevher gibi korudukları ya da sadece ender bulunan mükemmel bir çiçek. Tabi sadece ikisi yaşıyordu. Biz de onlarıa hoşgörüyle tanık oluyorduk. Zamanla Vakıf'la mektuplaşmaya, yazıyla da olsa hasretlerini törpülemeye, küçültmeye başladılar. Aşkları çoğaldıkça hasretleri de bir o kadar çoğalıyor orkideye adeta acı veriyordu bu hasret celladı. Arsız bir ayrık otu gibi.

Ve altı ay içinde mektupları dağlar, tepeler oluşturmuştu. Vakıf bir hafta iznini Hindistan'da Şreya ile geçirmeye karar verdi doğal olarak. Hatta Rahibe Şreya bir mektubunda saçından bir tutam keserek yollamıştı. Arkadaşım sık sık onları kokluyor ve dolgun dudaklarıyla öpüyordu. Halinden anlıyorduk. Biz de benzeri şeyleri daha gençken yaşamıştık. Vakıf'ın ise Dünya artık daha az umrunda oluyordu. Üzüntülü bir çiçek açışıydı. Tapınakta orkidelere yer yoktu çünkü. Orkide artık özgürce açılmak, açılıp saçılmak istiyordu. Nihayet günler böyle geçip gitti ve yarıyıl tatili geldi. Ben yurda kısa süreliğine döndüm; annemin yanına. Arkadaşım ve Şreya, Şreya'nın yoksul evine gittiler. Ailesine kendini tanıtma fırsatı bulmuş oldu.
İşte bu tatilde bir gün Vakıfla sevgilisi kırlık bir yere göl kenarına piknik yapmaya, gittiler. İkisinin de kalbinde orkide çiçekleri pır pır ediyordu, uçuşuyordu. Sonbahardı. Ama etraf tamamen renk değiştirmemişti. Sarı, yeşil, kırmızı, turuncu tonlar bitki ve ağaçları tuvale çevirmişti. Hindistanda sonbahar ortasında göle girilebiliyordu, yüzülüp, yıkanılabiliyordu. Öyle yaptılar. Hazırlıklı gitmişler havlu ve giysi almışlardı yanlarına. Sonra mütevazı kahvaltılarını yaptılar. Etrafta insan görünmüyordu. Utangaç bir kız olmadığını bu ortamda da gösteriyordu Şreya. Hoş, çiçekli bir elbise giymişti. Eteği bileklerine varıyordu. Omuzlarıysa açıktı ama altında beyaz kısa kollu bir sade tişört vardı. Yemek sonrası biraz yere uzandılar elele tutuştular ve sakin sohbetlerine daldılar. Gülücükler kelebek misali uçuşuyordu. Vakıf arasıra fıkralar anlatıyor, hoşsohbetiyle aralarını sağlam bağlarla örüyordu. 'Benim prensesim, çiçeğimsin ' dedi Şreya'ya. Şreya da onun gözlerine kilitlenmişti. Şreya konuşkan bir kızdı. Sohbetleri meditasyona gelince elele vererek diz çöküp meditasyona başladılar. Şreya'nın küçük ve genç elleri arkadaşımın ellerinde çocuk elleri gibi kalıyordu. Otuz dakika kadar da böyle geçti ama mutluluktan uçuyorlardı. Doğa ile de bütünleşmiş, mis kokan bir sonbaharda, çiçeği burnunda aşklarını yaşamaya çalışıyorlardı. Şreya ilk öpücüğü Vakıf'tan tattı. Yalnızdılar ve bol bol öpüştüler, koklaştılar. Utangaç olmayan Şreya bu öpücüklere karşı ilk başta utangaç hareket etse de sonradan alıştı ve kendini teslim etti. Diğer günleri de böyle anlamlı geçti. Tatil günleri saat gibi geçiverdi.

***

Yarıyıl tatilini evde annemle geçirmek istiyordum. Annem ben yokken resimlere sık sık baktığını, eski anıları andığını ve hatta bazı anlar Hindistanda ne yaptığımı düşündüğünü söyleyince, güzel Türkçemle nakşettiğim kalın saman kağıttan günlüğümü hemen anneme verdim. Budizmde olgunluğa ulaşınca, belki başka edebi girişimlerde bulunabilirim diye paylaştım annemle. Şimdilik kendimi sadece günlüklerde gösteriyordum. Artık günlüğüm de ona yarenlik ederdi. İkinci gün sadece ses kayıt cihazı ve hafıza kartları almak için dışarı çıktım. Vakıf için de bir cihaz ve hafıza kartları satın aldım. On dakika kadar da evin çevresinde turladıktan sonra eve hızlı adımlarla döndüm. Yedi günlük tatil evde hasret gidermeyle geçti gitti. Yedinci gün uçakla ve yorucu olmayan bir yolculukla Hindistana döndüm. Tapınağa vardığımda önünde çok sayıda dilenci olduğunu gördüm. Tatil günü daha çok geliyorlardı çünkü tapınağın halka açık olan bölümü tatil günleri daha çok rağbet görüyordu. Yoksul olan Hint halkının bir bölümü geçimlerini dilencilikle sağlıyorlardı.

Ertesi gün her zamankinden erken kalktım. Vakıf'ı uyandırmadım ve sabah meditasyonumu odamızda yaptım. Herkes uyuyordu. Temizlikçiler bahçeyi süpürüyordu. O günkü derslerde hocalarımız günde iki yerine üç kez meditasyon yapmamızı tavsiye ettiler. Son seans tefekkür yani bir düşünceye yoğunlaşma şeklinde olacaktı. Büyük sınıflarda, iki kişilik sıralarda dersleri dinliyorduk. Vakıf sıra arkadaşımdı. Şreya ise diğer yandaki sırada Vakıftan tarafta oturuyordu.Bu yüzden sık sık birbirlerine bakıyorlardı ya da bakışıyorlardı. Tabi bu bakışlar hocalarımıza çaktırmadan oluyordu. Ben de altı ayda Şreya'ya oldukça alışmıştım. Başrahip Prabat derslerden birinde tefekkür anında düşünmek istediğimiz konu hakkında sezgisel, içsel bir ilhamla düşüncelerimizin zenginleşeceği, çoşup gürleşeceğinden bahsetti. Diğer hocalarımızdan daha fazla dinlerdik onun sözlerini. Hemen o akşam uyumadan önce tefekkürü denemeye başladık.

Tapınağın avlusunda Buda'nın altında meditasyon yaparken aydınlandığı ağaç olan bodhi ağacından bir tane vardı. Ulu, yaşlı, dalları bir ağaç kalınlığında olan bir ağaçtı. Bahçeyi adeta kucaklıyordu; dede gibi. Şreya bazen onun koyu gölgesinde meditasyon yapıyordu. Lotusunu (yani bağdaş gibi bir oturuş) kurar, kocaman gözlerini yavaşça yumar, baş ve işaret parmaklarını birleştirip ellerini dizlerine koyar uzun süre öylece nefesine konsantre olup otururdu. Nurdan yüzlü prensesler gibi olurdu bu anlarda. Vakıf bazen ses kaydına adeta şiirler fısıldardı. Aşk onu ozan yapardı. Ve aşkları artık tapınağa sığmıyordu. Yani kalplerindeki orkide çiçeği çok fazla büyümüş dalları tapınağın duvarlarını sarmıştı. Ve bir gün felsefe hocası Vakıf'ın mektuplarından birini Şreyanın eski ve kalın felsefe kitabının arasında görmesiyle orkide hocalara da görünmüş oldu. Tapınak kuralları gereği, tapınaktan atıldılar. İkisi de en başından beri bunu biliyorlardı. Sınıftan çıkarken gözleri dolu herkese el sallayarak hoşçakal dediler. Eşyalarını hemen toplayarak Şreya'nın yoksul evine gitmek üzere tapınaktan ayrıldılar.

O gün dersler geçemek bilmedi. Ve ertesi gün ve ertesi gün yine geçmiyordu. Böyle sıkıntılı, bir ay geçti. Hergün bu konuda, yani ben de tapınaktan ayrılmalı mıyım yoksa ayrılmamalı mıyım odamda tefekkür ediyordum. Bir ay geçmişti. Akşamüstü ders çıkışı ulu ağacın altına meditasyona oturdum. Amacım yine aynı konuda tefekkür etmekti. Önceki günler bir sonuca varamamıştım. Ama o akşamki meditasyonda dışarısı ağır bastı ve ayrılmaya karar verdim. Türkiye'de evde de meditasyon yapabilir ve budizmle ilgili çalışabilirdim. Ertesi gün erkenden herkesle vedalaştım. Bavullarımı toplamıştım ve çıkarken Bay Prabat gene beklediğini söyledi. Umutluydu. Bir saat sonra Vakıf'ın karşısına dikilmiştim. 'Kardeşim' diyerek atıldı ve sarıldı. O gece beş kişi rahat bir uyku uyuduk yer yataklarında. Sabah yüzümde sanki bir ışıltıyla uyandım. Bir hafta sonra Vakıf'la yurda dönmeyi kararlaştırdık ve günler çabucak neşeyle geçti. Yurda döndük. Vakıf ailesini alıp Hindistan'a kızı istemeye gideceklerdi. Eve geldiğimde annemin gözleri sulanmış, kapıda gülümseyerek sarılmıştı bana.

Bugün ses kayıtlarını annemle birlikte dinledik. Geçmişi andık. Bazen gözlerimiz doluyor, bazense içimiz neşe doluyor. Mutfakta annemle kahvaltı yaparken ona bir daha uzun süre yalnız bırakmamaya söz verdim. Ve budizm çalışmalarıma evde devam ediyorum.

Bay Prabat gibi havada uçamasam da Vakıf ve Şreya ile elele meditasyon yapıp sanal olarak uçabiliyoruz. Vakıf bir ay içinde Şreya ile evlendi. Altı yaşında, Şreya'nın minyatürü Dünya tatlısı bir canları var...

-Bitti-

04 Ocak 2013 19-20 dakika 4 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar