Takip

Takip

Şeytan, cinler ve kötülük…Paranormal bir öykü.

Edindiğimiz bilgilerin de desteklediği hayallerimiz ve düşündüğümüz kadar mı yaşıyoruz?

Hepsi bu mu?...

Bir gölgenin sinsi sessizliğini arkamda hissettiğimde, korkularım umutlarıma bir kez daha yenik düşmek üzereydi. Sağanağa yakın yağışlı ve gece. Ceketimin yakasını dikleştirirken, geriye doğru omzumun üzerine düşen bakışlarımı zulalamaya çabaladım. Onu, bakışlarımın kıskacına alabilseydim eğer, hangi köşeye sindiğini de anlayacaktım.

“ Zıplayıp durma katil gölge, bir o köşe bir o köşe ha bire yer değiştiriyorsun.”

Yeni geçtim ben o kaldırımlardan, ayak sesim bile silinmedi hala mermer bozuntusu, traverten çakması, yapboz kültür taşı unutmadı daha.

Bir göz atmayı daha esirgemeden arkama dönen bakışlarımda, bir salon ışıltısına dönüştü.

“ Eyvah! Büyükçe bir katedralin ortasındayım, başımı kubbesine yöneltiyorum göğü göremedim ki avizenin ışıltısı ve haşmetinden.” Tanrı taklidi yapan kutsamalarını kulaklarımdan beynime kadar sokarken her zaman kendimi kaybediyorum.”

“ Lucifer seni mi taktılar bu kez peşime…” Lucifer! Ben bay Buhar, yani kaynayan kazan… Anlatmadı mı sana önceki geceyi yoldaşın olan Ehrimen.

Köpek ulumaları duymuştu kulaklarım, yaklaşan hırlamaları içimdeki ürpertiyi coştururken, koltuğumun altına sıkıştırdığım somun ekmekten parça parça koparıp önlerine attım, onlar beni değil ben onları korudum, senin korkularından. “ah nasıl da aldandım”.

Yaşlı bunak ayyaş marangoz arkadaşım vardı, ruhuma dar gelen gecenin sabahına karşı sizin vaktiniz de yürümüştü ayaklarım. Satmaya kıyamadığı, hayranlığımı bildiği, talaşına bile kıyamadığım Tanrı’nın parfümü ardıç ağacının kütüklerine yaslanmış, bacaklarını uzatmış nispet edercesine bana bakıyordu.

“ Hey dostum senin için ayırdım bak bu ardıçları, senin tabutunu bundan yapacağım.” Yanına yaklaştım, gözleri kapalıydı sarhoşun, kirli sakallarında şarap kokusu yoktu, az şüphelendim. Eline baktım kocaman bir çiviyi tutuyordu buz gibi. Tek gözünü açtı alaycı hainliği yüzünü kapladı sinsi gülümsemesi kahkahaya ulaştı lanet olası.

Dostun Ehrimen karşımdaydı. Ne çok kılık değiştiriyor, ne çok karakter değiştiriyor.

“ Bak bu çivi senin ben emanetçiyim mutlaka sana teslim etmeliyim.” Saate baktım, tan yerinin ağarmasına az zaman kalmıştı, acele etmeliydim. Elimi boğazından soktum, gülmeye başladı, diğer gözünü de açmıştı.

“ Ne oldu kalbimi mi sökeceksin?”

Aptal… kalbi var sanıyor, o çoktan söküldü Tanrı tarafından. Ben içindeki pisliği arıyorum.

Korkusuzluğumu sınamıştı daha önceden de.

“Delice Çayı’nın üzerindeki betondan yapılma küçük bendin orada, suyun kenarına gel” demişti bir zamanlar doğa ruhlarından biri. “ “Seni taifemle tanıştırayım.”

Gittim… saat gece on ikiyi biraz geçiyordu, karşıdaki kırmızı kayanın dibindeki düzlükte beşinci elementin temsilcileri egregorelerin bir düğün derneği vardı. Öyle keyifli eğleniyorlardı ki.

“ Hadi bağır,”dedi. Beni sırtüstü yatırdığı topraktan üzerimde gezinen tarantula büyüklüğündeki örümceklerin korkusu ve yüzümde gezerken sokturduğu akrebin acısı dinmemişti hala.

“ Şimdi de bana korku mu yaşatacaksın? Öyle olsun…” Bağırdım.

“ Hey karşıdakiler! Kesin artık şu aptalca eğlenceyi.” Davul zurna bir an da durdu, sustu.

“ Sen bize mi bağırıyorsun.”

“ Evet, dedim. Kesin artık şu şamatayı güdük entityler.” Kısa bir şaşkınlığın ardından suyun üzerinden topluca bana doğru yürümeye başladılar, düğün alayı. Bir kez daha sordular.

“ Sen bize mi dayılanıyorsun?”dedi en öndeki siyah giyimli, sivri külah gibi bir başlık takmış olan en uzunları. Altı karıştan az fazlaydı.

Bendin üzerine sıçramaya çalışan balıkların dolunayda gösteriye dönüşen çabaları hayranlık vericiydi. Ne tuhaf bu duyguyu o an yaşamak. Baktım hepsi korkularından ters yöne yüzmeye başlamıştı kaçmak için. Demek ki balık hissi diye bir şey vardı.

“ Evet, dedim size…” İçimden sürekli tekrarladığım kutsal şaman sözleri etki etmişti.

Çakılıp kaldılar suyun ortasında, arkamda duran Ehrimen’den yardım istediler geriye döndüm “ tilmizlerin bunlar mıydı, diyecektim” baktım yoktu, sıvışmıştı çoktan anlaşılan.

Oysa bilmiyordu, dostum Kılıç’la ben Kaman Çiftlik Köyü’nün göletine gitmiştik. Göletin köy tarafında bulunan kavaklıkların arasına hoş kokular serpiştirip bedenlenecek cücelerin gelmesini beklemiştik.

Ritim tuttuğumuz Şaman töreninde edindiğimiz deneyimlerimizi bir kez daha tekrarlamıştık, hoş olmayan bir bilinmeyenle yüz yüze kalmak istemiyorduk . Bu kez çok kalabalık gelmişlerdi, uyguladığımız yönteme bağlıydı bu hep merak içinde kaldık. Hep aynı melodiyi ritm tutatarak tekrarlıyorlardı. Kılıç’a döndüm.

“ Ben yine de korkuyorum.”

“ Korkma, dedi yoksa hazır değil misin? ”

Unutmuşum bir an, bir titreme bir cezbe hali ile götürmüşlerdi hastaneye “ekg” ye dikkatlice bakan doktor gözlerime baktı, şaşkınca.

“ Farkında mısın kalbinin ritimleri şu an Tanrı’nın şarkısını söylüyor.”

Zaman dolmak üzereydi… tüm pisliklerini temizledim boş bir çuval gibi ayaklarımın önüne serildi aptal Ehrimen. Beni bağışla diye yalvaracak sandım.

“Hey arkamdan gelen Lucifer! Sana anlatmadılar mı bunu. Hadi ses ver.” Ortalık ışıl ışıl, rakkaselerin ne güzelde renkli giysiler giymiş, ya danslarındaki davetkar kıvrımları, hani bilmesem… Ulan ben de katılayım diyesim geliyor bu dünyevi cennetin eğlencesine.

Dirseğimi karnınım sol alt tarafına daha fazla bastırırken zoraki eğilen belim, skolyozumu zorluyordu. Sağ kolum kaburgamın üstünden idam edilmiş canı alınmış gibi adeta boşlukta sallanıyordu.

“ Hay lanet olasıca yağmur hiç mi durmayacaksın?” serzenişiyle birlikte başımın hemen üzerinde koca bir şimşek çaktı. Ortadaki ana hattan iki yana ayrılan şimşeğin kolları masonik barış işaretine benziyordu.

Halbuki hep rahmetle andığım yağmura nefretim nasıl oluşmuştu bir anda, her şeyin sorumlusu olarak gördüm herhalde oluşturduğu işareti. Varlık anlamını yitirirken beynimde yağmur da elbet yersizleşecekti zihnimde. Bu olağan bir süreçti.

Kaldırım çocuklarının bağrışlarını bile duymadım ama garip şekilde bana bakışlarını fark ettim. Sol yana iyice yatan bedenim yürümekten vazgeçmiş ayakta durmaya çalışıyordu. Kendimi zorladım, bilincimin yerinde olduğunu anlamak için şimşek çaktığında karşıdan gelen dostum Kılıç’ın silüetini görmüştüm, son bir gayretle başımı kaldırırken yanımdan geçen kaldırım çocuklarının “ Manyak herif tam tepesine yedi yıldırımı iyice yan yattı ama hala yıkılmadı.” sataşmalarına karşılık vermek istemeyen ruhum, dostum Kılıç’a odaklandı.

Zoraki nefes alıyordum, sözcükleri tamamlamakta zorlanıyordum. Kılıç’a baktım emin olamıyordum birazdan yanımdan geçecek olan O muydu?

Tamam, boyu tutuyordu ama neden böyle yüzü kireç rengiydi, dökülen saçları seyrekleşmiş geride kalanlar çenesi ve pardösüsünün yakasını kapatacak kadar uzamış. Kirden birbirine yapışan saçları, cılızca bukleleşmiş uçlarında yağan yağmurun oluşturduğu damlacıklar, lambaların etkisiyle kristal gibi parlıyordu. Kafa derisinde oluşan boşlukların rengi yüzüyle aynıydı.

Ceset rengine bürünen teninde hayret edilecek derecede hiç kırışıklık yoktu. Bej renkli pardösüsünde yılların birikmiş kirleri griden kurşuniye kadar renkler ve desenler oluşturmuştu. Kılıç günahsızdı…gerçekten günahsızdı çünkü O iyiliklerin kapattığı yaşamında kötülük istese de zaman bulamazdı onun yaşamında. İyilik adına söylediği keskin sözleri dilinden bir kez çıkardı. En sert, en acımasız, en sahtekar yürekleri bir daha onulmazcasına kılıç gibi keserdi. Adı adaleti sembolize ederdi, keskinliği kadar da bilgeydi de, sevgisi insanın içini ısıtır güven verirdi. İlişkilerde sözün de efendisiydi, o susmadan sözcükler yaşam belirtisi göstermezdi saygılarından.

Acaba gelen gerçekten O muydu?

“Kılıç… dostum sen mi…sin?” Nefesim cümleyi tamamlamama izin vermedi. Yüzünde eskiden beri aşina olduğum gülümsemesinin belirmesi biraz içimi rahatlattı.

“Bize ne oldu, neden bu haldeyiz?”

“Buhar dostum, seni gördüğüme keşke sevinebilsem, biz kaybettik. Kötülük kazandı… şeytan kazandı.”

Soluğum sanki veremeyeceği son alışını yapıyordu, ateşimin de yükseldiğini gözlerime vurmasından hissettim. Zaman durmuştu sanki “ öyleyse hadi gidelim dostum bu lanet dünyadan, kötülük ve dostları baş başa kalsın.” demek için kendimi çok zorladım.

“Hayır Kılıç! Biz değil ben kaybettim, ben şeytanın tilmizleriyle uğraşıyordum. Son hatırladığım Lucifer’i peşime takmışlardı. Arkamdan gelen gölgesini omzumun üzerinden göz ucuyla izliyordum. Onu kendi kaldırımıma çekecektim alay ederek, son hatırladığım bu, daha ilerisi yok…”

“Emin misin başka bir şey yok muydu?”

“Bir de ışık vardı sanırım son anda fark etmiştim gözlerimi almıştı ama ne olduğunu anlayamadım bilmiyorum.”

“O zaman ne olursa olsun ışığı hatırlamalısın.”

Nefesimin bu kadar çabuk ve kolay açılması, bilincimdeki berraklık beni şüpheye götürdü. Konuştuğum… karşımda duran ya Kılıç değilse… aklıma aramızdaki şifreleme geldi.

“ Bana çobanın koyununu anlat.”

Kılıç bir adım arkama doğru ilerledi ve duraksadı güvenmediğime sitemli şekilde gülümseyerek karşılık verdi.

“Koyun değil oğlaktı… oğlak kaybolmuş ne kadar aradıysa bulamamış çoban, çaresizce kurtların gece sofrasına bırakmış onu. Lakin yakın köyden sarhoşluğuyla ünlü adamın çocukluğundan beri yıllarca köy masallarıyla korkutulan ruhu en savunmasız tarafıydı. “Bedensiz varlıklar” anlatılarının kendisine verdiği huzursuzluğu her daim yaşardı. O gece yine zil zurna sarhoş halde köy yolunda giderken kötülüklerden korunma, belalardan arınma duasını mırıldanıyormuş korkudan. İşte tam o gece, zifiri karanlıkta yolun ortasında kapkara oğlağı görünce… devamı sende dostum Buhar.”

“Evet, o gece beni çoban aramıştı “tam senlik bir konu var gelsen iyi olur, dedi”. Arabanın uzun farları hala açıktı o araçla tepeye nasıl çıkmış anlayamadık… Sonra sarhoşla konuşmaya çalıştım hala titriyordu gördüğü şeyin çobanın kaybolan kara oğlağı olduğuna ikna edemedik adamı. Nutku tutulmuştu ve öyle kaldı. “Ah korkular” ”

“İşte seni de bu bitirdi Buhar dostum. Her şeyi birbirine karıştırdın ve hedefi şaşırdın. Zihninde saflığı ararken süzdüklerinin içine karşıtlık mayaladın farkında olmadan. Bu yüzden zihnin bulanıklaştı, bilincine ulaşamadın o masada.”

“ Kılıç sen orda mıydın?”

“ Evet, ben de ordaydım senin bilincini bırakmamak için verdiğin savaşı izliyordum.”

“Ya sen neden biz kaybettik dedin o zaman? Kaybeden sadece benim.”

“Kötülük her şeyi kuşattı, sessizce bizi çevrelediğinin farkına varamadık. Biz etrafa saçılan kötülüğün enikleriyle uğraşırken asıl ana kötülüğün gelişimin farkına varamadık. Zaman kötülüğe uyum sağlayanların zamanı, şimdilik biz kaybettik.”

“ Ama neden Tanrı bize yardım etmiyor.” Acı gülümsemesi gözlerine hafif öfke görüntüsü vermişti.

“ Sen gerçekten de iyi değilsin…”

Ne kadar aptalca bir soruydu. Sorunu başkası çözecekse bize ne gerek vardı.

“Doğu da ders almadı tıpkı benim gibi, cahil bırakılmanın ve öze dönüşün vurdumduymazlığıyla bir dönem kıvrım kıvrım kıvranan Druj- Ehrimen’i büyüttü.

Biliyorum bunu kendime ben yaptım, tıpkı Doğu gibi beni yok etmek için peşimden gelen gibi sır taşıyan Ehrimen’in açıkgöz dostlarını ve beşinci elementteki yardımcılarını hafife aldım onlarla oynamaktan büyük keyif alıyordum ama bana ne yaptılar bilmiyorum… yaşadığım şokun etkisinden hala kurtulamadım şimdilik beni de yenilgiye uğrattı.”

Kılıç’ın uzaklaştığını hissettim, arkama dönüp baktığımda tek yırtmaçlı pardösüsünün üst kısmı bir karış kadar yırtılmıştı, kalınca bir kınnapla eğreti atılmış dikiş iyice gevşemişti. Başını sol taraftan yere eğerek benim kendisine baktığıma emin olacak kadar çevirmişti.

“ Senin geldiğin yöne ben, benim geldiğim yöne sen gidiyorsun umarım bu yaralı halimizle başarırız… Buhar dostum hoşça kal.” Kaldırım çocuklarının kahkahaları elvedasını bastırmıştı Kılıç’ın. Kaldırım kenarındaki ıslak taşlara aldırış etmeden çarpık oturuşları ilhamdan o kadar uzaktıki. Ellerindeki parlak nesneleri yazı tura atar gibi Kılıç’ın önüne fırlattıklarını gördüm.

“ Manyak herifler bir idi iki oldular. Kaldırımların tasması alınmış sahipsiz köpekleri gibi dolaşırsınız işte…Tanrı’sını kaybetmiş zavallı zombicikler.”

Anlamak bu kadar mı zordu, bilince egemen olmak için verdiğim çaba yetersiz kalıyordu, üzerime bakındım. Mavi ile yeşil arası incecik naylonumsu bir giysi olduğunu fark ettim üzerimde. Ayaklarım da çıplaktı, içimde iç çamaşırlarımın olmayışını fark ettiğimde yanıltıcı bir üşüme hissettim bedenimde, soluğum yine kesiliyordu yoksa bir nöbet mi yaşıyordum, gözlerimin puslanmasından yönümü tayin etmekte zorlanıyordum… ben nerden nasıl geldim buralara algılamaya çalışıyordum.

Son anımsadığım sekiz on kadar yeşil giysili adamlar vardı çevremde. Elleri, yüzleri, başları kapalıydı, birisi hoş geldin demişti gülümseyerek, ben de cevap vermiştim. Beni yatırdıkları nesnenin hemen üzerinde birkaç yerden parlak ışıklar geliyordu. Sanki bir uzay aracının içini andırıyordu bulunduğum yer, sandığım yeşil giysiler tenleriyse eğer bunlar uzaylı ve beni kaçırmış olmalıydılar. Sonra kollarımı bağladılar sıkı sıkıya, üzerimdeki giysiyi onlar örmüştü hatırlıyorum. Hatta tir tir titremiştim.

“Korkuyor musun?” diye sormuşlardı.

“ Yok, dedim. Burası çok soğuk üşüyorum.” Bir anda ellerinde beliren üzerinden buhar çıkan battaniyeyi ayağımdan belime kadar örttüler.

“ Şimdi nasılsın?” cevap vermedim sadece kim olduklarını sordum, onlar da sadece gülümsediler.

“Birazdan uyuyacaksın, uymadan önce sana bir mesaj iletmemizi istediler.”

“ Kim istedi! Ne mesajı! Kimsiniz siz?... Beni uyutamayacaksınız, bilincimi asla bırakmayacağım.”

“Biz, dediler. Sadece operasyoncuyuz, kalbinin içine “sevgi” yerleştirmemizi istediler.”

“Kim istedi?”

“Lucifer ve dostları”

“Lanet olsun size…kötülük ve sevgi nasıl yan yana durabilir.”

“ Sizin iyiliğiniz en doğru olan öyle mi… kabullendikleriniz ölçüleriniz olmuş, yanılgınız bu işte.”

Çarmıha gerilmiş gibi sabitlendiğim masadan kalkmak istedim, sağ koltuk altımda müthiş bir acı hissettim, kaburga kemiklerimin arasına uzunca yatay kesi atılmıştı, alelade atılmış dikişlerden kan sızıyordu. Bu bana ne kadar acı verebilirdiki… İsa’nın çarmıhdaki çivileri kadar mı… Ya da kadın papa sekizinci Juan’ın Katolik dünyasına attığı madiğe karşılık ödediği korkunç bedelin çığlıklarını müjdeliyorlardı kulağıma “bak sen ne kadar şanslısın”. Hizmetkarının davetkarlığına ya da beden kimyasallarının beynine hakim oluşuna karşı koyamadığı iradesi gizli saklı karnında büyüttüğü günahı, kutsallığa karşı basit bir trampa mıydı? Ah! Gilberta… Meryem bile onca zulme uğramışken sen mi kutsallığın zirvesine kolayca çıkacaktın. Sen ve verene merhaba diyemeyen doğum sancılarının çığlığına benzer bir acı çekiyorum. Ey, kutsallığa inananlar! İnanın…

Karşı koyabilir miydim bilmiyorum. Sürekli tekrarlamaya başladığım kutsal sözcükler bu gücü bana her zaman vermişti, her türlü ortadoksal inançta yapabiliyordum bunu. “ Bunu yapabilirim, başarabilirim.” Ama burada hiçbir faydası yoktu o sözcüklerin. Söz anlamını yitirmişti anlaşılan, çaresizlik beraberinde korkuyu getirdi ilk kez hissettiğim bir şeydi bu. Çünkü Tanrımız bize ölümsüzlüğü öğretmişti. Varlığın kendisini öğretmişti.

Yukarıya doğru yükseldiğimi hissettim, edindiğim spritüel deneyimler bana rahatlamam gerektiğini yaşatmıştı defalarca ama bu defa ters giden bir şeyler vardı, yükseldikçe ağırlaşıyordum. Aşağıya masaya doğru kendi bedenimi görmek için gayret sarfediyordum korkuyla irkildiğimi hatırlıyorum.

Ruhum, ne yünün bir pıtraktan çekildiği gibi acı hissediyor ne de vaadilen huzuru bulmuştu… boşlukta salınan gayesiz bir sarkaca dönüşmüştü sanki başka bir duygu yoktu. Sadece korkularımın arttığını hissettim ama böyle olmayacaktı genel işleyişe ters olan bir şeyler vardı, düşünmenin ve idrakin çekim alanı da kalkıyordu sanki. Bu imkansız bir şeydi… bu arada iyice yükselmiştim.

“Aman Allah’ım” masada benim yerime dostum Kılıç yatıyordu, tüm bedeni kireç rengine bürünmüş, gözleri açık bana bakıyordu. Üzerinde o yağmurlu gecedeki pardösü vardı, düğmeleri kapatılmamıştı. Kalın sicimlerle masaya bağlanmıştı, sicimlerin iki ucunda yeşil giysili varlıkların zaman zaman çektikleri sicimin Kılıç’ın bedenini sıkıştırmasından çıkan gıcırtılı sesi duyuyordum. “ Aman Tanrım burada da mı işkence görecekti dostum Kılıç. Mırıldandığını duyar gibi oldum.

“ Ben, zamanı tüketemeyecek kadar bitkinim ama sen sonuna kadar diren.” Göz kenarlarından incecik yaş sızıyordu, ilk defa ölülerin ağladığını dostum Kılıç’ta görmüştüm. Kollarıma giren yeşil giysililer beni yukarı doğru çekmek yerine sürüklercesine bir yere götürdüklerini anladım. Geçtiğimiz yerdeki ışığın rahatsız ediciliğini fark etmemi çok garipsemiştim, sırası mıydı şimdi bu rahatsızlanmanın. Kılıç’ın “Başka ne vardı” sorusuna “ışık vardı” karşılığını verdiğim konuşmayı hatırladım. Bir yerlerde yanlış mı yapmıştım?

“Siz ölüm meleği misiniz?”diye sordum. Alay edercesine gülüştüler.

“ Söyledik ya sana. Biz Lucifer’ in dostlarıyız.” Işığın rahatsız edici etkisinden kurtulmak isteyen ruhum işlediğim günahları hatırlamaya zorladı beni. Ama yoktu… tıpkı Kılıç gibi ben de günahsızdım öyleyse bu ışık beni neden bu kadar rahatsız ediyordu.

“Tabii ya…”

Taklitti bu ışık. Nasıl ki şeytan, Tanrının kötü bir taklitçisi ise onun ışığını da taklit etmişlerdi. Sahteciliğin insan üzerindeki rahatsızlığıydı bu…

Sona geldiğimizi kollarımı serbest bırakmalarından anlamıştım. Önümde iki kanatlı büyük bir kapı vardı, yukarıya doğru baktım iki levha asılıydı. Levhaların birinde “Burada Tanrı Yoktur” diğerinde ise “Burada Yasa Yoktur” yazılıydı. Arkama döndüm yeşil giysili varlıklar bana bakıyorlardı.

“ Evet, dediler. Yolun sonuna geldik, üzerindeki mavi giysiyi de çıkar.” Ve girmem için kapıyı işaret ettiler.

“Nasıl yani çıplak mı kalacağım.” Cevap vermeden üzerimdeki naylonumsu ince giysiyi çekip aldılar. Kapının önünde çıplak ve yapayalnızdım. Korkuyla kapıyı araladım, bir kaç adım attım.

Kendimi bir yamaçta buldum. Arkamdan kapanan kapının üzerinde yine bir levha asılıydı verilen süreyi belirtiyordu, yirmi dört saat yani bir dünya günü zaman verilmişti, sanıyorum bir karar verme süresiydi bu.

Yemyeşil bir bitki örtüsü vardı, uzak aşağıda denizin durgun mavisi görülüyordu. Rüzgar yok denecek kadar azdı. Yamaç bitiminde uzun ve geniş orman örtüsünün arasından nehirlerin akarsuların sesi, en kutsal makamdan cıvıldayan bülbüllerin seslerine karışıyordu.

“Aman Tanrım altlarından akan ırmaklar…göz alabildiğince yeşillik bolluk ve bereketi müjdeliyordu, yoksa vaat edilen cennet burası mıydı.” Ama izlendiğim kuşkusuna kapılmam uzun sürmedi. Düzlükteki ormana doğru ilerlerken uçabilecek kadar hafiflediğimi hissettim. Sığ ve durgun akan ırmakların üzerinden ıslaklık hissetmeden yürüyebiliyordum.

Şaşkındım… Ben cehennemi beklerken cenneti mi yaşıyordum. Kutsal kitaplarda kendi iyilerine karşı vaadedilen cennet. Ah! Sonsuzluğa sürüklenişimdeki günahlarım ve sevaplarım, iyiliklerim ve kötülüklerim. Doğrusunu mu yapmıştım, yani başardım mı ben!..

Emin olduğum bir şey vardı, takip edildiğim hissi somutlaşmıştı. Çevremde hışırtıların yoğunlaşması yalnız olmadığımın belirtisiydi. Yeşilin en güzel tonunu taşıyan oldukça geniş düzlük alana gelmiştim, hayret verici derecede hiç yorgunluk hissetmiyordum. Çevreme bakındın en yakın ağaçların arasından beni gözetleyenleri açık seçik görebiliyordum. Tıpkı benim gibi insanlardı.

“İzin verirsen yanına gelebilir miyiz?”diye seslendiler. Cevabımı bile beklemeden çevremde geniş bir halka oluşturdular, aceleleri varmış gibi anlatmak istediklerini aktarmanın heyecanıyla konuşmaya başladılar.

“Dönmelisin.”

“Bizler reddedicileriz.”

“Biz, “din”i bağlılarının ve etkisinin azalmasıyla sona ereceğine inandık. Çöküşün böyle olacağına kanaat getirdik oysa çöküş yok olma anlamını taşımıyordu. Bizim sapmalarımız ise kendimizi “boşa harcama” kendimizi tüketme anlamına geliyordu. İşte yok oluş anlamına gelen buydu. Biz yaşamlarımızı başka bir şeye bağlayacak veya bırakacak kadar cahil değildik. Tanrı’nın dediği yaşamı değil kendi istediğimiz yaşama inandık, doğru olan bu zannettik.”

“Düşüncelerimiz ve düşüncelerimizin somutlaşmaya dönüşmesi, sahip olduğumuz en büyük iki güç. İşte bunlar bizi Tanrısal insansı yapan. Tanrı kendi yolundakilere dolaylı olarak gerçekliği anlattı. Biz ise maddenin yetmediği yerde büyüsel sözleri üretenlerin peşine düştük en azından hayranlığımızı onların sözlerini üst bilincimiz veya ileri bilincimiz kabul ederek tekrarlayıp durduk. Kendi oluşturduğumuz kutsallık yükleyip diğerlerinden ayrıldık, bu ayrılmayı kendi ışığımızın aydınlığında yaptık.”

“Biz hep düşündük her seviyedeki insanda var bu özellik. İnsan bu yüzden sorumludur. Alışkanlıklarını kendin edindin, eylemlerine yansıttın.”

“ Ve sonunda şunu öğrendik Tanrının özgürlüğü yoksa insan kendisine tutsaktır. Ve bunu yalnız başına asla aşamaz.”

“ Durun! diye bağırdım. Burada gerçekten Tanrı ve yasalar yok mu?”

“Yok,”dediler. “ Hatta ölüm bile yok.”

“ Nasıl yani?”

“ Zaman yok yasa olmayınca zaman da yok.”

“ Ne yani canlı değil misiniz siz?”

“Yok canlıyız… canlılık özelliği gösteriyoruz ama hepsi o kadar. Yani bir tür “ol “diyoruz ve her şey oluyor, isteğimize bağlı. Tanrı, bizlere dünyada iken beynimizde ürettiğimiz Tanrısız ve yasasız cenneti bize sundu, işte şimdi sen de tam buradasın yani kendi cennetinde ya da nasıl tanımlarsan.”

“ Öyleyse sorun nerde?” Birbirlerine bakıştılar gülümseyerek…

“ Buraya gelenlerin hepsi akıl çıtasını biraz aşanlar, dedik. Bak hemen bir sorun olduğunu anladın.”

“ Sorun şu; yasasızlık. İstediğimiz zaman böyle bir konuşma dahi yapamıyoruz.”

“ Yasak mı desem saçmalamış olurum tabi…”

“ Yasa yokki yasak olsun sorun zaten yasa olmayışında bir araya gelip topluluk oluşturmaya kalkıştığımızda yasa olmadığı için bu tür şeyleri gerçekleştiremiyoruz. Tanrı’ya bilimci bakış açısıyla baktığımızdan onu herhangi bir fenomen olarak görme isteğimiz onu yok saymamıza neden olmuştu. Ve en insaflısı olan biz bilimciler insanlara da dedik ki, inanmak psikolojik bir ihtiyaçtır, yeme içme uyku gibi karşılanması gereken bir şeydir. Ama insanlara şunu söylemedik, uyumak ya da yeme içme varoluşsal bir sebep değildir. Bunu hep gizledik, en insaflımız bunu yaptı oysa biliyorduk ki şeytana en büyük hizmet edenimizde oydu. Yani bizlerdik… Bu yüzden Tanrısızlık ve yasasızlığa uğradık. ”

“ Ol, dediğimiz şeyler sadece maddeye dayalı şeyler, bu yüzden.”

“ Öyleyse kendi evreninizi neden üretmiyorsunuz… durun ben söyleyeyim, tabi ya yasa yok.”

“ Evet, biz insanız Tanrı değil. Üretebileceğimiz evren burayla sınırlı oluyor.”

“ Sonsuza kadar olan bu cennetiniz aslında cehenneminiz demek böylece.”

“ En arzuladığımız yasa da nedir biliyor musun?”

“ Durun tahmin edeyim “ölüm” yasası.”

“ Evet, en çok istediğimiz şey ölebilmek ama maalesef zaman yasası olmayınca ölüm de yok.”

“ İşte bu yüzden sen dönmelisin.”

“Ben buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum, en son hatırladığım şey karanlık bir sokakta şeytan tarafından takip edildiğimdi, ona daha önce yaptığım gibi tuzak kurmayı düşünmüştüm. Ama bir anda kendimi burada buldum. Ya siz nasıl geldiniz?”

“ Bizimki bildiğin klasik yol… ölürsün bir ışık tüneli çıkar karşına sonunda bir kapı vardır ve beklemeniz için bir yere atarlar palas pandıras sonrası malum işte burası ama geri dönüşsüz.”

“ Cennet burası ise cehennem neresi?”

“ Çok emin değiliz buranın cennet olduğundan.”

“ Ya aklı kıtlar nerede, dini kendine göre evirenler?”

“ Cehennemde… bak işte ondan eminiz.”

Karşımdaki duvarda koskoca bir saat duruyordu. Zemini bembeyaz kadranları ise simsiyahtı, bu yüzden zamanı çok net görebiliyordum. Saat tam yirmi üçü gösteriyordu, duvarın hemen önünde yüksekçe bir masa vardı, görüntünün bulanık olmasına rağmen birinin oturduğunu seçebiliyordum. Neden beni buraya yatırmışlardı anlamaya çalışırken “cennettekiler nerde” diye düşünmeye çalışıyordum. Bir anda her şey kaybolmuştu. Elim ağzıma doğru gittiğinde boğazımda garip bir şeyin takılı olduğunu anladım.

“ Hoş geldin Mehmet amca ben Özlem hemşire yoğun bakımdasın. Şu anda makineye bağlısın.Tam uyandıysan oksijen hortumunu çekeceğim.”

“ Anlamadım ne yoğun bakımı burası neresi sizde kimsiniz?” Cevap alamadım.

“ Dostum Kılıç nerde?”

“Sizi kaldırımda baygın bulmuşlar yanınızdaki ise sanıyorum Kılıç dediğiniz olsa gerek, maalesef O yaşamını yitirmiş, morgta.”

“ Aman Tanrım…”

“Hey baksana Özlem hemşire! Bana bir iyilik yapmak ister misin?”

“ Sana yardım için buradayım Mehmet amca.”

“ Önce bana bir bardak su verir misin? Sonra da gel yanıma otur ve beni dinle sana bir şeyler anlatacağım.”

“ Su yok, şu an bünyen kaldıracak durumda değil.”

“İçmek için değil, söyleyeceklerime eşlik etsin diye her göz kırpışımda yüzüme serpiştir, kendime geleyim.”

“ Tören için de pek uygun değil bünyen.”

“ Farkındayım savaş alanına çevirmişler bedenimi lanet olası savaşçılar.”

“ Lanet okuma… Onlar melektiler.”

“Nasıl yani?”

“ Senin için melekler savaştı.”

“ Kiminle?”

“ Seninle…kalbine dokundular sana yeniden yaşam vermek için ve can alıcı meleği ikna ettiler. O da senin yerine Kılıç’ı götürdü.”

“ Sen nerden biliyorsun bunları.”

“ Çünkü ben de oradaydım.”

“ Hepsi yalan değil mi Özlem hemşire. Eğer söylediğin gibi bana yardımcı olmak için buradaysan olayları kafamda toparlamama yardım et.”

“ Anlat o zaman yardımcı olacağım hatırlamana.”

“ Karanlık bir sokaktaydım yağmur da yağıyordu, arkamdan Lucifer geliyordu. Onu fark etmiştim, tuzak için plan yapıyordum ama sonrası yok, bir daha görmedim onu. Ve birden parlak bir ışık gördüm, yağmur hızlanmıştı, karşımdan Kılıç geliyordu, üstü başı perişandı üzerinde yırtık bir ceket vardı kolları kısacık, yanımdan geçerken yüzünü hatırlıyorum kireç gibi ceset gibiydi bakışları anlamsız ve donuktu ama bana bir şey anlatmak istercesine baktı, “izleniyorum” havası vardı. Sonra kaldırım zibidilerinin alay edişlerini hatırlıyorum onunla, metal misketler atıyorlardı önüne hakaret ederek kendi aralarında gülüşüyorlardı. Ve son hatırladığın “Tanrısız cennet”te insanlarla konuşuyordum ama hallerinden memnun değildiler ölümü istiyorlardı yani sonlanmak en büyük arzularıydı…gerisi yok burada bitiyor her şey…”

“ Hepsi doğru Mehmet amca yalnız iki yerde hata yaptın yanlış hatırladın, ceket değildi üzerindeki diğeri de misket değil altın para idi üzerine attıkları. Baştan detaylı anlatma mı ister misin?”

“ İnandım Özlem gerek yok! Eğer sen dost isen beni Kılıç’a götürebilir misin?”

“ Bu imkansız bunu yapamam, yerinden kalktığın anda yaşamın biter, şu an bağımlısın makinelere.”

“ Öyleyse eline kağıt kalem al. Yazdıracaklarımı Kılıç’ın kulağına fısılda.”

“ Ama O bir ölü.”

“ Merak etme ölüler de duyar.”

“ Nasıl istersen Mehmet amca hadi söyle yazayım.”

Sevgili Adonis,

“ Adonis mi?”

“ Soru yok Özlem hemşire sadece dediğimi yap lütfen.”

Sevgili Adonis

İnsanların ayaklarına, dolaştıkları yerlerin çamuru bulaşır. Bundan bir iki el çırpması veya kalın telli fırçayla kurtulursunuz lakin çamurlu yerlerde dolaşan beyinlerinize bulaşan kirliliklerinizin sonsuza kadar izi kalır.

Buralar çok gergin küresel ısınmayla birlikte dünyanın enerjisi arttı. Dayanılmaz bir hal almaya ramak kaldı, insanlar da öyle. Sanki küresel bir beyin ısınması var, göremedikleri anlayamadıkları her şeyi yatsıyorlar, insanlar her rahata erdiklerinde yaşamlarının içinden bunları çekip atıyorlar.

Geçmişteki devirleri de biliyoruz, yakın geçmiş ile uzak geçmişteki kozmik devirlerin yanlışları, yanılgıları bu dönemle kıyasladığımızda çok masum kalıyorlar. Korkarım yok oluşları da bu oranda olacak, yazık çok yazık.

Biz burada şeytandan söz ederken devirdaşlarımız düşüncelerimize, sırıtış ve burun kıvırışlarıyla arkalarını dönüyorlar. Asla “gerici” kabul edilmek kaygısı taşımıyoruz. Şeytanın etkin olması buna sebep olanlardan biri midir bilemiyoruz. Aslında kolaya kaçıp her şeyi ona yüklemek de istemiyoruz. İnsanların en çok zorlandıkları şeylerden biri de günlük yaşamları ile inanç kavrayışları arasındaki bağın, uyumsuz ve uygunsuzluğundan kaynaklandığını tahmin ediyoruz.

Bu bir zaman farkıdır, biz bunu kozmik devirler arası anlayışların neredeyse birbirine zıt hale gelişlerinden de çıkarabiliriz.

İnsan bilinçli olarak şeytana tapar mı, şeytan sever olur mu? Oluyormuş Adonis. Yıllarca katliamlara uğrayan ve uğramaya devam eden “Yezidi- Ezidi” toplulukları ellerinde tam kanıtları olmasa da buna örnek gösterilerek yok edilmeye çalışılmasının sebebi budur. İnançların Pigmesi bile olamadı zavallılar, dağın eteğinde Musa’yı bekleyen “buzağı ihanetçileri” kadar onura layık görülmedi onlar. Korku her zaman aşağılanmalarının önüne geçti onlar için.

Leo Taxil ve işbirlikçisi Dr. Hacks’ın akıl almaz öykülerinde var ettiği Lucifer peşimden ayrılınca onu “Işık Verici” yaptılar ve “Büyük Yaratıcı Zeka”ya dönüştüğünü söyledi dost bildiğimiz Blavatsky tarafından “gerçeğin meşalesini taşıyan” olarak onurlandırıldı. Ve paylaşılamadı o kadar değerli hale geldi ki herkes kendi bildiğince anlam yükledi ona.

Bu karışıklıktan yaralananlar onu benim peşime “hayalet ve kötülük” simgesi olarak taktılar, intikamlarını almak için. Hata yapmamı beklediler, anladığım kadarıyla onların beklediği hatayı vermiş oldum ki üzerime amansızca çullandılar. Kılıç böyle demişti “istedikleri fırsatı ver onlara… ver ki rahatlasınlar ve üzerlerine çökecek rehavet sonları olacak onların.

Adonis, ben Kılıç’a söz verdim her şey düzelecek şu anda yarım yamalak bir insan kalıntısı olsam dahi bu bir şeyi değiştirmez. Çünkü onlar bilinçsizliğin zatiyetini taşıyor ve rehavetin uyuşukluğunu yaşıyorlar şu an ve onların dereceleri bilinçsiz tapınmalarıyla aşağıya geliyor.

Bu fırsatı kaçıramam yardım etmelisin bana…

“ İyi de Mehmet amca ne ilgisi var bunların yaşadıklarınla? Hem de daldan dala atlıyorsun…”

“ Soru yok Özlem. Yaz ve Kılıç’ın kulağına fısılda ama bir şeye dikkat et sağ gözünden bir yaş akıyordu o kuruduğu anda okumayı bırak ve hemen bana haber ver.”

“ Ne yapmaya çalışıyorsun anlamıyorum… istediğini yapacağım.”

Sevgili Adonis, sınırlayamadıkları Tanrı’yı evrimleştirmeye çalıştılar şeytanın dostları Tanrı karşıtları. Lakin üzüldüğüm bu değil… “Tanrı’yı varlıklaştıran” dost gibi görünen taraftarları. Özel ve bireysel bir varlık haline getirdiler Tanrı’yı, evrenselliği bile çok gördüler. Tanrı’nın “colob gezegeni”nde yaşadığını iddia edenler kadar Mormonlaştılar neredeyse.

Bir zamanlar şeytanın dostlarına sormuştuk “siz nelerden vazgeçe bilirsiniz?” Yeminle öyle söylediler. Aynı soruyu Tanrı dostlarına da sorduk ama ne yazık… gözümüze bakıp boyunlarını büktüler.

Hani savaş meydanında Krişna demişti ya amcası Arcuna’ya. Yakınlarına bakıp “ Ben bunlarla mı savaşacağım?”

O reddetmişti ama biz reddetmiyoruz, ne kadar yakınımız olursa olsun hepsinden vazgeçip Tanrı adına savaşmayı seçiyoruz. Yakınlarımız böylece şeytanla birleşmiş oldular ama olsun biz her zaman Tanrı’nın yanında kaldık.

“ Mehmet amca araya girebilir miyim?”

“Söyle Özlem hemşire…”

“Sen şizofren misin?”

“!... “, “Kapatılmam mı gerekiyor yani.”

Sevgili Adonis, insanlar şunu anlamıyor. Normal bir şeyi tersine çevirdiğiniz zaman o şey “normal olan” olmaktan çıkar. Bilincinizi tersine çevirirseniz ortada bilinçten başka bir şey olan “bir şey” ortaya çıkar ama bu yeni ortaya çıkan şey bilinçten ayrı bir şey değildir, bilinçten bağını koparmamıştır. Eğer koparırsa o başka bir şey olmuş demektir.

Sana bir şey anlatacağım Vintraslar, Carmelien tarikatını kurduklarında kendilerine sembol olarak terse çevrilmiş, ters yüz edilmiş “haç” işaretini seçtiler. Aslına dikey ve yatay gelişmenin anlamını yükledikleri haç sembolizmini bir kenara bırakarak bu terse çevirmeyle ızdırap çeken İsa’nın kurtulacağını ve yerini görkemli İsa’ya terk edeceğini düşündüler, bu mistik şeytancılıkları bir işe yaramadı çünkü haç sembolizminden bağlarını kopartamadılar.

Diyorlar ki İblis’te bir melekti ve içime bir şüphe düşürmek için meleklerin benim için savaştığını söylüyorlar, yani bir ömür harcadığım inancı basit bir iyilik şüphesi adına yok etmemi istiyorlar, “ iyilik adına dolandırma” oysa ; varlığın aşağı veya yukarı oluşları bir anlam ifade etmiyor mu onlara.

Adonis, biz her şeyden vazgeçebiliriz, varlık bizim bağımız değil var olmamız için. Hiçbir zaman yokluktan da korkmadık.

Böyle olunca İblis’ten korkmak bir yana gülünç bulduk ama bizim gülünç bulduğumuzu her insan kendi kafasına göre tasarladı onu.

Büyükçe bir masanın etrafına oturmuşlardı, bizde ( Kılıç’la birlikte) oturduk onlarla aynı masaya. Herkes ellerini masanın üzerine koydu, ruhlara en kutsal dualarını okudular, sonra ışıklar kapatıldı.

Masa biraz sertçe titreşti… Korkunç Mathurin’in geldiğini anladık. Sinirliydi ellerimizin kaşındığını hissettik, her yerden darbeler duyuluyordu latif ruh maddeselleşerek bize dokundu. Her türlü küçük acaip dokunma ve çekiştirme hareketlerini üzerimde denedi. Sonra masada ritim tutarak şarkı söylememizi istedi, bunu masaya küçük darbeler vurarak yapıyordu iletişim yolu buydu.

Masaya bir çay bardağı getirilmişti, soğuk suyun içine birkaç şeker atıldığını anladık, güya bunu Mathurin yapıyordu, kulağımız bunlara ses alıştırmalarından aşinaydı. Kılıç’la yan yana oturuyorduk, kendi aramızda gözlerimizin kapalı olduğunda haberleşeceğimiz kanallar geliştirmiştik.

Mathurin çayı benim içmem için yaklaştığında gizli vuruşlarımı Kılıç’a iletirken başımı yana çevirdim. Ağzım yerine kulağım çaya dokunduğunda “şimdi” dediğimde Kılıç’la gözümüzü açtık aptal medidatör kalakaldı öylece, komik yüzü sararmıştı korkudan gerçekten kendisinin Mathurin olduğunu sanıyordu.

Adonis biz böyle deneyimler yaşadık…

“ Mehmet amca araya girdim ama ben bunu yapamayacağım.”

“ Neden?”

“ Çünkü sana yalan söyledim dostun Kılıç morgda değil onu kadavra havuzuna attılar kullanmak için.”

“!…”

“ Neden gülüyorsun anlamadım, dostun Kılıç’ı kadavra havuzuna attılar diyorum.

“ Gözyaşı suya kavuştu, su yoluna kavuştu, yol denize kavuştu, deniz gök ile birleşti ve Kılıç’ın ruhu kurtuldu. Kılıç başardı buna gülümsüyorum…”

“Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Kılıç Nirvana’ya mı ulaştı?”

Uzun uzun gözlerine baktı Özlem hemşirenin.

“ Hemşire Özlem, üzerimdeki şu kabloları söker misin artık benim de gitmem gerek. Merkezdeki amacımıza giden bütün yolları tıkamışlardı, Kılıç’la beraber bilmedikleri yeni bir yol açtık bunu başardık yine kaybeden onlar oldular. Sokakta karşılaştığımızda sessizliğin sesini kullanarak kararlaştırmıştık bunu.”

“ Kaldırım çocuklarının olduğu yerde mi?”

“ Evet, parlak metal cisimler atıyorlardı varlığı simgeliyordu. Varlık günahkarların eline geçerse yola savrulur ve yoldan geçenler sapıtırlar. Kılıç o gece onlara gülüp geçti.”

“Ya peşindeki Ehrimen?”

“ Yanımdan geçerken kulağıma fısıldamıştı şeytan karanlıkta bir kenara çökmüş Tanrı’ya dua ediyormuş”

“Şeytan dua mı ediyormuş?”

“Evet… Tanrıya yalvarıyormuş “O kadar çok günah işledim ki senden gerçek olmamanı diliyorum.” , “Öyle ki yaydığıma kendim de inanmaya başladım.”

09 Aralık 2023 33-34 dakika 18 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (2)
  • 5 ay önce

    Gerek deneme gerekse öykü biçimi eserleriniz konunun işlenişi ve anlatımda ki güçlü vurgularınızla okuyucuyu içine alıyor merak ve ilgiyle geziniyoruz sayfada bu eseriniz de çok dikkat çekici bir o kadar da ilginçti ve final çok iyi bağlanmış İçtenlikle kutlarım Mehmet bey
    Sevgi ve saygılarımla