Tatlı Cadı

Bazı geceler, sabaha kadar oturup, günlük olayları yazıyorum. Özellikle de bu yaz aylarında... Gündüz arkadaşlarlayız, sıcaktan kaçma çabasında... Geceler, doğal olarak daha serin, sessiz ve alabildiğine benim.

Bu zamana kadar bütünüyle okumaya yöneldiğim için artık yazma zamanının geldiğini hissederek, yaşadıklarımı, duygu ve düşüncelerimi kaydetme çabasındayım. Hayatımın ilginç zaman dilimlerini sabitlemeye çalışıyorum. Yaşadığım kayda değer günleri, geriye dönerek yaşamam mümkün değil. Onları yazarak anlatmak demek, sonra okumak, istediğim kadar, her okuduğumda tekrar yaşamak demek.

Ben, mutlu olan, mutlu olmayı bilen kişilerden sayılırım. Bazı akşamlar moralsizliğim üzerimde olursa erken yatıyorum. Yoksa genelde geç yatmaktayım. Geceler, kendimle baş başa kaldığım saatler. Biraz da toplumun olumsuzluklarından kaçış diyebilirim. Bazen kuruntu yapmaktayım ama yaşamak, gerçekten çok güzel! Gecelere sığınmak, belki bir yerde kendinden kaçış. Ancak onlar en sakin, en dingin saatlerim.

Sabahtan beri, Define'nin sakin bir anını kollamaktayım. Yazdıklarım hakkında onun da fikrini almak istiyorum. Bu gece yazdığım denememi mutfakta son bir kere daha okudum ve onu, görebildiğim hatalarından arındırmaya çalıştım. Belki göremediklerim de vardır. Ben kendi gözümü göremem. Onu başkaları görür. Ben de onlarınkini... 'Müslümanlar, birbirlerini yıkayan temizleyen eller gibidir.' diye bir hadis okumuştum.

Define, oğlunu ve yıllardan sonra gerçekleşmesi muhtemel karşılaşmayı düşünmeye başlamış olacak ki sözü biter bitmez, gözlerini bahçenin ta dibindeki bir yere dikip, dalgın, kırgın, hüzünlü, yani olumsuz bir ruh haline büründü. Hem konuyu değiştirmek, hem de bahçe sakinken yazdıklarım hakkında fikrini almak için:

_ 'Dedeciğim, sana dün gece yazdıklarımı okumak istiyorum. Beni dinleyebilir misin? Dört beş sayfa kadar... Hızlı okuyacağım. Çok sürmez. Bakalım, beğenecek misin?' dedim, ümitle gülümseyerek.

_ 'Oku bakalım, başımın belası! Düşünmeme bile fırsat vermiyorsun. Şöyle doya doya üzülmeye bile hakkım yok, senin yanında! Cadı! Tatlı cadı! Sementa, oku!'

_ 'Yani beş dakikanı bana ayıramıyorsun değil mi dede? Aşk olsun! Düşünmek serbest, üzülmek yasak! Kaşının karardığını görmeyeyim! Oğlun mu? O gelinceye kadar biz varız. Önüne düştüğünde göreceksin, saçının ne renk olduğunu. Olasılıkları hesaplamaya kalkma, başaramayacaksın. 'Allah'ın dediği olur!' diyen sen değil misin? Ne mutlu sana! Sağlık haberlerini aldın. Okulunu bitirmiş, Vatani görevini yapmaya gitmiş. Sayılı gün, gelir geçer. İftihar etsene! Asker ocağı gibi emin bir yerde, daha ne? Sana kötü şeyler düşünmek ve üzülmek yasak! Şimdi beni dinle ve bana akıl ver. Tamam mı?'

_ 'Her aklımı sana vereyim de akılsız mı kalayım? Hem akıllar pazara çıkmış, yine herkes kendi aklını satın almış. Ah akılsız kafam! Bende akıl var mı ki sana vereyim? Aklım olsaydı, bu durumda mı olurdum? Ben hatayı başta yaptım, kızım. O sınava girmemekle, öğrenim hayatıma son vermekle yaptım! Şimdi belki de bir deniz subayıydım. Askerlerim etrafımda pır dönmekte... Belki bir kaptandım, açık denizlere açılan. Emrimde el pençe divan mürettebatım... Renkli bir hayatım olurdu, her şeyden önce. Buralarda pinekleyip durmazdım. Ne Nesrin başkasına giderdi, ne Nevin terk ederdi. Oğlum bile yanıma desturla gelirdi. Ya, işte böyle!'

_ 'Hani asla geriye bakmayacaktık? Hani günü yaşayacaktık? Hani ?keşke'lerimiz olmayacaktı? Keşkeler isyan demekti; olacak olan olur, ölecek olan ölür, bunu kimse engelleyemezdi; hani her işte bir hayır vardı? Bunları diyen, sen değil miydin? Mutluluk reçetende vitamindi ya bunlar, şimdi bu karamsarlık neden? Sadece oğlun yok senin. Oğulların, kızların var. Hem de sayamayacağın kadar çok! Allah korusun, sana bir şey olsa, onlar duyuncaya kadar biz koşup geleceğiz. Onlar mı yakın, biz mi? Biz daha önemliyiz, senin için ve biz seni en az öz evlatların kadar seviyoruz!'

_ 'Ben de sizi... Doğru söylüyorsun ya... Hasret nedir, bilir misin sen? Özlemek, yanmak... Yangın nedir? Orman yangını? Döne döne, dolam dolam yanmak ne demek?'

_ 'Allah sabır versin! Kolay değil tabi ama her şeyin bir miadı var. Vakit zaman gelince, 'Ol!' emri inince, her şey olur. Dua edeceğiz, güzellikler için ve umudu taptaze tutmak için sulamaya devam edeceğiz. Umut, fakirin gıdası, ekmeği, aşı... Yeter ki Allah istesin, yeşertir en sert kayayı, taşı! A, bak aklıma ne geldi! Kemer'e giderken sağ tarafta kayalar var ya onların minicik yarıklarına çam kozalağı tohumları düşmüş; zamanla ağaç olup, kayaları çatlatmış, yarmış! Kayalardan yemyeşil çamlar fışkırmış! Allah'ın hayret edilecek, çeşit çeşit işleri var! Dedeciğim, o kaya ne denli sertse, o küçücük tohum tanesi o kadar aciz, güçsüz ve çimlendiğinde köksü uzantıları, nakış ipliği kadar, son derece cılızken, ona orada hayat ve güç veren nasıl bir Kadir- i Mutlak? Nasıl bir Hâlık? Bu nasıl zanaat? Ya o efsanevi güzellik? Ya o tohuma dökülen sanat? Nasıl bir güç ki o, güçsüzü alıp kaldırıyor ve ona, kayaları yaracak güç yüklüyor!'

_ 'Onun akıl almaz işleri vardır ya! Firavun'un sarayını, küçücük karıncalara yıktırır, Ebabil'lerle Ebrehe'nin ordusunu bozguna uğratır, Nemrut'un hakkından gelmesi için bir sivrisinek görevlendirir... Saymakla biter mi?'

_ 'Atomun içine ordu doldurmuş, dede! Bir ordunun yapacağı işi gözle görülmez en küçük parçaya yaptırıyor! Düşündükçe hayretler içinde kalıyorum!'

_ 'Sen mi ben mi? Nasıl dayandığımı sanıyorsun, o kadar çileye? Onca sıkıntıya nasıl katlandım, bu zamana kadar nasıl dayandım? ?Allah', hep ?Allah' diye diye... İlle Allah! İllallah! Lâ İlâhe İllallah!'

_ 'İşte o kadar, dede! Onu bulan kimi arar? Onunla olan kimi hatırına getirebilir? Öyle değil mi?'

_ 'Kişiye Allah yeter! Haydi oku bakalım! Yine yaptın yapacağını, konuyu Sevgili'ye getirdin, kederi bitirdin! İyi ki varsın! İyi ki yakınımdasın! Haydi oku bakalım! Şimdi seni dinleyebilirim.'

_ 'Sonuna kadar dinle yalnız. Hatalarımı bu kalemle şuraya yaz. Okuyup bitirdiğimde bana birer birer söyle. Tamam mı?'

_ 'Tamam. Haydi bakalım, başla! Dikkatle dinliyorum.'

_ 'Allah bazı şeyleri yapmamız için bize yetenekler vermiş. Sadece neyi, nasıl yapacağımızı düşünmemiz gerek. Kimseye zararı olmayan, kendimize ve topluma yararlı olacak her şeyi yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Yazmak da bunlardan biri...

Herkeste bir takım yetenekler vardır. Belki zanaatkâr, belki sanatçı olabilirler. Belki de yaratılışları, sporcu olmaya yatkındır. Güzel sanatların herhangi bir dalında başarılı eserler ortaya koyabilecekken, bunların hiç birini yapmayı denemedilerse herhangi bir dalında yeteneklerinin olduğundan dahi habersizdirler.

Bir öğretmen çocuğu oluşum, ailemdeki okumaya düşkünlük, küçükten beri, ayırım yapmadan elime geçeni okuyuşum, çok küçükken başlayan şiir merakım, kompozisyon yazmadaki başarım, lisedeyken edebiyatta okul birincisi oluşum, yazma merakımı kamçıladı. Ortaokula başladığımdan beri günlük tutmaktaydım ama oraya sadece olayları kaydetmekteydim. Olay anındaki duygu ve düşüncelerimi aktarmayı gereksiz görmekteydim.

Epey şiir yazmış, beş altı şiir defteri yakmıştım. Bursa'ya geldiğimde, yeni bir şiir defteri almış, ciddi bir şekilde yazmaya başlamıştım. Şiir yazmadaki kurallar, bir süre sonra kalemimin özgürlük alanını daraltmaya başladı. Artık özgürce yazma zamanı gelmişti. Ara sıra şiirlerimi yazdığım kâğıt parçalarına bazı olayları yazarken olay yerini, o andaki ruhi durumumu, başkalarının tepkilerini de kaydetmeye başlamıştım. Şimdi ise sadece şiir ve notlar değil yazdıklarım. Fark ettirmeden azalan ömrümden, hızla ellerimden kayan zamandan, kısacası; yaşandıkça yok olup giden hayatımdan kurtarabildiklerim... Onları, küçük küçük bölümler halinde yakalamayı, ölümsüzleştirmeyi, yani geçmişimi canlı tutmayı başarabilirsem, ne mutlu bana! Çocuklarımın, torunlarımın belki de pek çok insanlın okuyabileceği öykülere sahip olacağım.

Öyle çok kazanmak, servetler yığmak için deliler gibi çalışmayı düşünmüyorum. Hayatımı, nasıl olsa dünyada kalacak şeylere kavuşmak için bonkörce harcamayacağım. Yaşamımı idame ettirecek kadar bir dünyalık bana yeter. Yatım yerine tadım olsun. Apartmanlar dikmek yerine, sevgi gökdelenleri dikmek isterim. Uzayıp, atmosferi delecek kadar büyük sevgiler...

Yazmam demek, kendimle, hiç bir kısıtlama olmadan, bütünüyle rahat konuşmam demek... Gündüz yaşadıklarımı, gece bir daha yaşamak gibi bir şey, olayları kaleme almak... Onları hatırlamak ve kayda değer olanların her karesini ölümsüzleştirmek, akıp giden zamandan bir şeyler çalabilmek demek. An be an eksilen ömürden hayat dilimlerini kurtarabilmek...

Olaylar esnasında beraber olduklarımızın dışındaki kişileri de yanımıza davet etmek, olayı onlara da seyrettirmek ve aynı hazzı onların da yaşamasını sağlamak... Tartışmalarımıza, onları da katmak... Fikirlerimizi aktarmak ve o konularda neler düşündüklerini sormak ama asla ne düşündükleri öğrenememek... Sohbetlerimize dâhil etmek, fakat seslerini işitememek... İşte böyle bir şey, yazmak ve başkalarının da okuması için yayımlamak...

Şimdilik çalakalem yazıyorum ve bir yerlerde hata yapıp yapmadığımdan emin olmak için yazdıklarımı dönüp dönüp dikkatle okuyorum. Yazdıklarımın içinde beğenmediklerim olsa da onları yırtıp yok etmiyorum.. Tekrar ele alıp, daha güzel bir şekilde yazmak gayesiyle, ayrı bir yerde biriktiriyorum.

Gündüzleri, fırsat bulduğum zamanlarda, tasavvufi eserler okuyorum. Evliya hayatlarını, çerez kabilinden, büyük bir zevkle okuyorum. Yüce sevgilerin, yüce gönüllerde doğduğunu, büyüdüğünü görüyorum. O gönüller, hiç bir zaman kurumayan güzellik kaynağıdır. Hayatıma geçirebildiğim öğütleri bana bambaşka mutluluk kapıları açıyor ve beni bilmediğim diyarlara götürüp, tatmadığım zevkleri tattırıyor. O nedenle, onlara ait sözleri, kalın, ciltli ve deri kaplı bir deftere kaydediyorum.

Arkadaşlarımın da gönülleri ve sevgileri yüce... Çağımız insanının çoğunluğu bedensel yaşamakta, maddi zevk ve eğlenceler peşinde koşmakta. Mânâyı yaşamak, gözlerin görmediği, ellerin değmediği, apayrı bir âlemde, adeta cennet hayatı yaşamaktır. Böyle bir dünyanın büyüsüne kapılanlar, ne olursa olsun, bir daha maddeye dönüş yapmazlar.

Mecnun'un sevgisini, Yunus'un sevgisini ölçmek için kıstas var mı? Biri kula, diğeri Allah'a dönük sevgiler gibi görünseler de ikisi de Allah Aşkıyla yanan, yüce ve eşsiz kişiler... Bence bize verilen ömrü böyle sevgilerle yaşamak gerekir.

Artık, on sekiz bin âlemi bir atom çekirdeğinde görmekteyim. Albert Eınsteın, evrenin sınırlarını hesap etmeye çalışmış, onun aklı dahi aciz kalmıştı. Sadece evreni düşünüyor, yaratılışını ve yapısını öğrenmeye çalışıyorum. Fakat henüz pek bir şey bildiğimi sanmıyorum. Bir noktaya kadar bilimle çözülebilir gibi görünse de belli bir noktadan sonra evrenin sırrını çözmek ve sınırlarını hesaplamak bir tarafa, tasavvur etmek dahi mümkün değil. Ancak bize izin verildiği kadarını öğrenme hakkımız ve yetkimiz var.

Tasavvuf felsefesine göre her kulda Allah'tan bir cevher vardır. Ben de o cevheri bulup çıkarmaya çalışmaktayım. Allah'ı tıpkı Yunus gibi, insanları Mecnun gibi seviyorum. Kimi seversem, aslında Allah'ı seviyorum. O'nu bulduğumu, bildiğimi sanıyorum ama aslında hâlâ yolun başında ve yana yakıla aramaktayım. Bilmek, sadece varlığından haberdar olmak değildir. İdrak etmek demektir. Kim anlayabilir? Hangi akla sığar, Kâinat'a sığmayan? Yalnızca sevgisini hissedebiliyorum, yüreğimde. Adını duyunca ürperiyor, Allah Aşkının dile geldiği methiye ve ilahileri dinlerken, gözlerimin yaşarmasına engel olamıyorum. Yunus gibi severken; sevgisine, yarattığı kulların sevgisini de ilave ediyorum.'

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 51

25 Haziran 2010 11-12 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar