Tavla

Nazan'la Levent, bu yıl mezun oluyorlar. Birkaç dersleri var, eylüle kalan. Bu yaz evlenme kararı içindeler. Aralarında sözlüydüler. Şimdi nişanlı sayılırlar. Aileleri anlaştı. Sadece Nişan yapılmadı. İki aya kadar hepsi olacak; nişan, nikâh, düğün... Ev aramaya başladılar, şimdiden. Levent bankacı. Hem çalışıp hem okuyor. Ancak aralarında bazı sorunlar var. Duyduğuma göre, kız tarafı uyumlu, Levent'in babası sorumsuz ve egoistmiş.

Nazan, bu sorunları benimle paylaşınca, ona Define'den bahsettim. O da merak etti ve sevinerek benimle Virane'ye geldi. Vakit sabahın dokuzu; dede, her zamanki yerinde, evinin gölgesinde, işinin başındaydı. Yanında Mahir vardı. Bu saatte baş başa konuşmalarına bakılırsa, galiba onun da bir sorunu var. Biz gelince sustuğuna göre...

Bir süre beraber oturduk. Ahmet çay getirdi. Nazan bu gece bizde kaldı. Gece yarılarına kadar dertleştik. Sabah da kahvaltı ederek çıktık. Çay falan içeceğimiz yoktu ya âdet yerini bulsun.

Çay faslı; tanıma, tanışmayla geçti. Mahir'e, arkadaşımın Define'yle özel bir görüşme yapmak istediğini, bize birazcık müsaade etmesini söyledim. Anlayışla karşıladı ve Ahmet'in yanına geçti. Nazan, nereden başlayacağını düşünüyor olmalıydı. Biraz bekledi, söze girmeden. Utanıyor da olabilirdi. Kolay mıydı bir itirafta bulunmak? ?Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.' Ağızdan çıkan bir söz nelere sebep olmuştu!.. Nihayet, derin bir nefes alıp, heyecanını yatıştırdı, cesaretini topladı ve:

- 'Dedeciğim, bana bir konuda yardım eder misin?' dedi.

- 'Tabi, memnuniyetle... Bir faydam olacaksa, kaçınır mıyım hiç?'

- 'Dört yıl önce bu okula girdiğimde, arkadaşlarım yirmi yaşını aşmamışlardı. O nedenle, kendilerinden büyük olan kızlara, evde kalmış muamelesi yapıyorlar ve ağır hakaret telakki edilecek sözler sarf ediyorlardı. Zaten çelimsiz olduğumdan, eziklik içindeydim, yaşımdan da utanmaya başladım. O nedenle de sorduklarında, gerçek yaşımın beş yaş eksiğini söyleme ihtiyacı hissettim. Onlara on sekiz yaşında olduğumu söyledim. Ufak tefek olduğumdan, yalanımı kimse fark etmedi. Bu yalana devam ettim.

İki yıl sonra, grubumuzdan bir arkadaşımla yakınlığımız arttı ve birbirimizi sevdik. Baktık ki gayet iyi anlaşıyoruz, evlenmeye karar verdik. O zamanlar Levent'in de işi yoktu. Okul panosuna asılan bir ilanda, Ortadoğu Teknik Üniversitesi ile Sular İdaresinin, ortaklaşa hazırladığı bir ankette hep beraber görev aldık. İşyerinin koridorunda, nüfus cüzdanlarımızı içeriye vermek üzere toplayan arkadaşımız, gerçek yaşımı öğrenmiş ve herkese söylemiş.

Bu konuda bana soru soranlara:

- 'Babam, ortaokulu bitirdiğimde bir işe girmem için yaşımı büyüttürdü. Gerçi işim de olmadı ya neyse...' diye bir yalan daha uydurdum.

- 'O zaman gerçek yaşına neden dönmüyorsun?' dediler.

Ben de yine yalana başvurdum ve gerçek yaşıma gelebilmem için de tekrar dava açmam gerektiğini, bunun için müracaat ettiğimde, o davanın bir kereye mahsus olarak açılabileceğinin, tekrar dava açma hakkım olmadığının söylendiğini, en inandırıcı bir şekilde anlattım.

Levent'le iki yıldır sözlü gibiyiz. O, yirmi üç yaşında ve benim yirmi iki yaşında olduğumu zannediyor. Ben ondan dört yaş büyüğüm, yirmi yedi yaşındayım. Şimdi evlenme hazırlığı içindeyiz. Ailelerimizi tanıştırdık. Bugün değilse yarın, nasılsa meydana çıkacak olan bu yalanın altında eziliyorum ve artık bir şekilde bu işi halletmek istiyorum ama onlara gerçeği söyleyemiyorum. Düşünsene itibarımı! Orada boş bulunup, arkadaşlarımın laf çarpmaması için söylediğim bir anlık yalan, başıma dert oldu. Artık işin içinden çıkamaz oldum. Ne yapayım?'

- 'Yalan, çoğu zaman, bir anlık bocalama veya panik ile yapılan bir hatadır. Bir yalan, birbirini destekleyen bir dizi yalana yol açar. Aptalca olanlarının yanı sıra, akıllıca uydurulmuş olanları da vardır. Olmasaymış, iyiymiş ama olmuş bir kere. Olanla ölenin çaresi yok.

Allah affetsin! O anda, istemli veya istemsiz, saldırılardan korunmak için bir nevi zorlama karşısında söylenmiş bir yalanı bu kadar büyütme. Doğrusunu söylediğinde, o yalan günahı senden silinecek değil. Kendi kendine yalancı damgası vurdurmamak için o yalanı o haliyle bırak ve unut.

Allah'tan başka kimseye hesap vermek zorunda değilsin. Onun için tövbe edersin. Bir daha da yalan söylememeye azmedersin. Doğrusunu söyleyemeyeceğin bir durumla karşı karşıya geldiğinde, o soruyu cevapsız bırakma hakkını kullanmalısın. Yalan söylemektense, cevaplamamak daha hayırlıdır.

Yapılan günahın karşılığı bir iken, bunu başkasına söyleyerek onu da şahit ettiğinde artar. Seninle Allah arasındaki günahların affı daha kolay olur, sanırım. Şahitli suçlar, mutlaka ceza gerektirir. Çünkü yapılan, başkası için de kötü örnek teşkil eder. O da deneyebilir. Bu nedenle de cezasız kalmamalıdır. İfşa etmek, sakıncalıdır. Kabahat de gizli, ibadet de...

Allah, Rahman ve Rahim'dir. Esirgeyen ve Bağışlayandır.

Sözlüne doğruyu söylemesin. Mademki bir yastığa baş koyacaksınız, başını koyar koymaz uyuyabilmen için eşinden saklı gizli hiçbir şeyinin olmaması gerekiyor. Ona, uygun bir zamanda, münasip bir dille, arkadaşlarına yalan söylemek zorunda kaldığını ve kendini, bunu devam ettirmek mecburiyetinde hissettiğinden, yalanına devam ettiğini ve artık evlenme kararı içinde olduğunuz için onun doğruyu bilmesinin gerektiğini anlatmalısın. Bozulacaksa, baştan bozulsun! Yalan üzerine yuva kurulmaz. Aksi halde bu yaşamakta olduğun huzursuzluğu evliliğin boyunca yaşarsın. Keşke o zamanlar, ilk evlenme niyetine girdiğinizde, sadece ona deseydin. Bu zamana kadar sıkıntılarla yaşamamış olurdun.'

- 'Bir sorunum daha var. Benim ailem, evliliğimiz için üzerlerine düşen her görevi seve seve kabul etti. Annem babam gereken her şeyi yapmaya çalışıyor ama onun ailesi, yani babası son derece lakayt tavırlar sergiliyor. Olmayacak şeyler yapıyor.

Levent'e halası çok bakmış. Kendi çocuğu olmadığı için onu evladı gibi kabul etmiş, bir süre de yanına almış. Ortaokul ve lisedeyken okumasına yardım etmiş. Üniversitedeyken de işe girinceye kadar para göndermiş. İşe girince, ona göndereceği parayı biriktirmiş ve evleneceğini duyunca, düğünde harcaması için babasına yirmi bin lira vermiş. O da bu parayla oğluna eşya falan alacağına, kendisine araba almış. Gel de kızma!

- 'Söyle babana, telefon aç, o parayı göndersin ya da git, iste!' diyorum.

Gitmiyor. Babasına bir şey diyemiyor. Kazandığı ne ki? Onunla bir şeyler yapmaya çalışıyor, o da yetmiyor. Bir de çok pısırık. Benim gibi birisinin eşi öyle olmamalı! Her konuda kendisini geliştirmeli. Ben hem okula devam ettim, hem de açılan her kursa gittim, bir sürü sertifika aldım. Lisan öğreniyorum. Kaç kuru başarıyla bitirdim! İşe gireceğim zaman, kalınca bir dosya sunabileceğim, işverene. Böylece yerimde saymayacağım, onun gibi. Kısa sürede bulunduğum yerde yükseleceğim. Ona ne kadar söyledim:

- 'Sen de gel, dil falan öğren, sertifika al, yanında bulunsun!' diye, hiç oralı olmadı! Memur olarak girdi, memur olarak emekli olacak.'

- 'Söylesin babasına. Arabasının acelesi mi var? Düğüne kalkılmış.'

- 'Demiyor işte, diyemiyor!'

- 'O zaman çağıralım babasını, ben diyeyim.'

- 'Babası gelmez. Çalışıyor. Siz gidin, Levent'le. Zaten bir arkadaşı oraya gidecek, o da onun arabasıyla gidecekti. Seni de götürsünler. Olmaz mı?'

- 'Hele bir yüz yüze konuşalım. Anlayalım, dinleyelim; niyeti ne? Kararlı mı, kararsız mı? Neden böyle yapıyor?'

- 'Kararlı tabi. Kararsız olsaydı, ailemle anlaşmaya yanaşmazdı. Bütün derdi, masrafı bizimkilerin üstüne yıkmak... Bir ay sonra nikâh olacak. Ailem geldi. Annem, ablamın evinde bizimle kaldı. Babam işleri nedeniyle döndü. Gereken her şeyi annem, ablam, ben yapıyoruz. Onlardan ne gelen var ne giden... Çevremiz ayaklandı. Herkese duyuruldu. Bunlar meydanda yok. Biz her şeyi hazırlayacağız, bunlar misafir gibi düğüne gelecekler galiba.'

- 'Öğleyin sözlünle görüşebilir miyiz? Onu getirir misin buraya? Git, bir yerden telefon et. Tarif et Virane'yi. Gelsin, önce onunla bir görüşeyim. Bakalım, o ne diyecek? Belki onun da seninle ilgili sorunları vardır. Her iki tarafı dinlemeden olmaz.'

- 'Öğleye doğru telefon ederim. Uzak değil, çalıştığı yer. Dolmuşa atlar gelir.'

Saat ona geliyordu. Bu arada bizimkiler birer ikişer gelmeye başladılar. Kadro tamamlanmak üzereydi. Dün akşam durum ciddiydi. Sohbet vardı. Put gibi durduk ama bugün tavla festivali yapacaktık. Dün dağılırken öyle anlaşmıştık.

Dedenin bir huyu var. Oynarken, tavlayı gözüne göre ayarlıyor, ayaklarını açarak, tavlayı tam ortaya hizalıyor, Ellerini de dizlerinin üstüne koyuyor. O kadar ciddi ve kendisini vererek oynuyor ki dünya yansa duymuyor. Konsantrasyonunu asla bozmuyor. Bu arada tavla kazara bir milim oynasa, anında sandalyesinin altından tutarak onu kaldırıyor ve kalkıp, sandalyeyi yerleştirdiği milimetrik konuma tekrar oturuyor. Bunu öyle bir tik haline geline getirmiş ki onun için nefes almak kadar doğal. Mübalağasız bir saatte otuz kere kalkıp oturduğu olur. O tavla oynamaya başladı mı, herkes işini gücünü bırakır, onu seyre gelir.

Dedeyi oyuna Mahir razı eder. Onun için de önce sataşmaya başlar. Bakalım nasıl ikna edecek? Nazan'la aralarındaki konuşma onu derin derin düşündürmeye başlamış görünüyor. Mahir'le arkadaşlar fısıldaşıyorlar.

Arkadaşların hepsi haberli... Nalân'a da söyledik. O da öğrendi. Artık biz gerekenleri yapacağız. Yani her fırsatta bir punduna getirip, tavlayı oynatacağız. Mahir yavaşça başladı:

- 'Dede, dün sen laf kalabalığına getirdin, Akif'i yendin. Bir de beni yensene!'

- 'Bu sıcakta tavla çekilir mi evladım? Akşam serinliği olsa, neyse... Hem hiç gücüm yok.'

- 'Zaten senin için biz de öyle diyoruz. ?O, dişleri sökülmüş bir aslandır, kökü dışarıda bir ağaç, kabuksuz kalmış bir kaplumbağadır.'

- 'Kim demiş onu? Siz ha? Sana yağı çocukları, sizi! Biz tereyağıyla, balla, köy yumurtasıyla büyüdük; sizin gibi sandviçle değil.'

- 'Baksana, yerinden kıpırdayacak halin kalmamış. Dede, sen küçükken yazı icat edilmiş miydi? Seni hiç dinazor kovaladı mı? Cilalı taş devrinde mi doğmuştun sen, maden devrinde mi? Yani merak ettim de, savaş baltan oldu mu hiç?'

- 'Ne diyorsun oğlum sen? Ha? Tokatlanmak mı istiyorsun? Zorla aranıyor musun? Almayayım ayağımın altına!'

- 'Al, dede! Ayağına paspas olayım; ez geç! Ama nerde?!.. Akşam karanlığında yendin çocuğu. Suçlandı garibim zaten! Beni yen de göreyim!'

- 'Zorla arandın sen! Madem öyle, hazırla, geliyorum!'

Tezgâhın üzerinden çakmağını, sigarasını aldı, gözlükleri burnunun ucunda, dizlerini tuta tuta kalktı. Önce yürüyemedi. Ayakları tutulmuştu. Bir süre bekledi. Baktı olmayacak:

- 'Haydi bacak!' diye eliyle destekleyerek sakat sağ bacağına bir adım attırttı, yeni yürümeye başlayan çocuklar gibi ?ta ti ta ti' yürüdü biraz, sonra ayakları açılmış olmalı ki belini doğrulttu, yürümesi normale döndü.

- 'Cereyanda oturmaya gelmiyor bedenim. Her yerim tutuluyor. Esinti vardı ya iki kapı arasında... Ta dışarıda beni vurdu!'

- 'Gel bakalım dede, gel! Dedem benim! Haydi, otur!' dedi Mahir, ondan evvel minderli sandalyesini getirip, masada açtığı yere koyarken.

Dede keyifle yerleşti yerine. Derinden bir:

- 'Oh!..' dedi, önce. 'Her yerim ağrıyıvermiş demek ki! Ayağa kalkmasaydım, o kadar hissetmezdim. Kalkınca, ortaya çıktı. Pinokyo'ya dönmüşüm! Eklemlerim dağılmış.'

- 'Haydi, başla, dede! Sen at! Salla!..'

- 'Olmadı. Bak zar nasıl atılır! Haydi kemik!.. Aslanım benim be! Bak, neymiş? Dübeş!'

- 'İyi, hadi hadi, çok konuşma! Oyna!'

Daha başlar başlamaz, Mahir tavlayı bir milim oynattı. Dede hiç üşenmeden, o ağrıyan bacaklarıyla, tutulmuş kulunçlarıyla, sandalyesiyle beraber kalktı ve mevzilendi. Varan bir! Daha başındayız. Biz yavaşça kıkırdadık. Aldırış bile etmedi. Eller dizlerin üzerinde, parmaklar açık, saldırı vaziyeti almış, atışa geçti yine, bu defa ben yavaşça dokundum. İki milim eğrilmiştir. Bizimki tekrar sandalyeye davrandı, iki eliyle tutup kaldırdı, bedeniyle beraber, yeni pozisyonunu ayarlayıp, tekrar oturdu. Uğur tutmuş gibi sanki. Robotlaşmış. Hiçbir yeri acımıyor muydu acaba?

- 'Al kapını, al kapını! Demedi deme, pişman olacaksın şimdi!'

- 'Sana kapı mı dayanır dede! Kapıyı kapatsam, pencereden giriyorsun!'

- 'Dalga geçme paluğum! Yiyeceyum senu!'

- 'Çene kemiklerin kırılır dede! Dişlerin sağlam mı? Benim etim kösele gibidir!'

- 'Tursun'len Temel oldik senunlen da! İçi Lâz uşaği...'

Biraz da Nazan dokundu. Fazlaca kaçmış. Dede epey öteye aldı sandalyeyle kendisini. Bu defa kahkaha koptu! O da güldü. Biz aramızda güldük zannetti. Sormadı da ne olduğunu. Tüm dikkatini oyuna vermişti.

Hepimiz birer birer bir bahane ile marifetlerimizi gösterdik. On üç kişiydik. Demek ki on üç kere zavallım kalkıp kalkıp oturmuştu! Her defasında da gülüyorduk da birbirimize baktığımız için, o hiç alınmıyordu.

İlk tur tamamlandıktan sonra ikinci turda, planımıza göre ona bakarak gülmeye başladık. Bu defa eliyle burnunu sildi. Biz yine bakıp gülünce, yüzünde kara falan, bir şey var zannederek, avuçlarıyla yanaklarını yokladı. Sonra göz pınarlarını temizledi. Alelacele meraklı bakışlarla yüzümüze bakıp, yine hemen tavlaya dikiyordu gözlerini. Orçun ona kıyamıyordu. Kendisine sıra geldiğinde, azıcık, bir milim bile değil, dokunduğu anda dahi dede haydi, yine kalkıp yeni yerine taşındı. O ne gözdü öyle! O ne açı ayarlamaydı, Ya Rabbim! O ne titizlik, o ne itina! Artık karnımızı tuta tuta gülüyorduk, yüzüne baktığımızda! Bir hacıyatmazımız vardı, bir de hacıoturmazımız oldu. Artık hızlandık. Bir dakika geçmiyordu okunuşlarımızın arasından, o da bizimle beraber!.. Kalk otur, kalk yerinden yine otur...

Hepimiz birden, aynı anda yüzüne bakıp bakıp güldükçe, şaşkın şaşkın bakınıp, ayağa kalktı, pantolonunun cebinden mendilini çıkardı, burnunu sildi. Yine kahkaha koptu!.. Bahçe inledi!.. Dayanamadı, kalktı, bahçenin dibindeki lavaboya kadar gidip, duvarda asılı olan yer yer sırrı dökük aynaya baktı. Bir şey göremeyince yaklaştı, gözlüklerini düzeltip, yine baktı. Yine yüzünde bir şey göremedi. Bu arada oyunu bölündü diye de biraz rahatsız oldu:

- 'Yüzümde ne var çocuklar? Neden bakıp bakıp gülüyorsunuz? Aynaya baktım, ben bir şey göremedim!'

- 'Hiç, bir şey yok!' 'Yok da...' 'Sen âlemsin dede ya!' ' Vallaha biz seni nereden bulduk?' 'Eşsizsin, eşsiz!' 'Piyango bize çıktı!'dedik.

- 'O zaman neden kıkırdayıp duruyorsunuz? Rahat bırakın da işimize bakalım!' diye yine özenle ayarladı kaidesini ve bir heykel edasıyla kuruldu!

Bir insan, o kadar eğilir doğrulur, zar atar, pul vurur, en az yirmi altı kere kalkar oturur da onda ağrı sızı mı kalır?

Bu arada üç üç oldular. Mahir, gülmekten oynayamıyordu! Hem ?dede kızacak oyunu bırakacak' diye korkuyordu, hem de gülme krizine girmişti. Oyundan koptu, meydan dedeye kaldı. O da pürdikkat, var gücüyle asıldı ve marsla oyunu bitirdi; bir kahraman edasıyla tavlayı kapattı ve Mahir'in koltuğunun altına sıkıştırdı. Mahir'de boy bir elli... Yerlerde yuvarlanmaya başladı artık, oyun bitti ya!.. Rahat rahat, doya doya güldü!..

Dede, aklını kaçıran bir zavallıya bakar gibi hayretten açılan gözleriyle, gözlüklerinin üstünden ciddi ciddi ona baktı, seyretti seyretti ve sonra dizlerine vurarak:

- 'Vah zavallı vah!.. Aklını oynattı, yenilince!' dedi.

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

13 Haziran 2010 14-15 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar