Telepati

Annem her gün beni kapıya kadar geçirir; elini ve yanaklarını öperim, o da benim için dua eder. İlkokula başladığımdan beri bu böyledir. Öyle bir yakınlık ve sevgi bağı hâsıl olmuş ki aramızda, birimize bir şey olsa, diğerimiz nerede olursak olalım, anında hissederiz.

Aramızda anlaştık. Gün boyu dışarıdayken içim sıkılır veya durduk yerden değişik hislere kapılırsam, o anda saatime bakıyorum, duygularımı dakikası dakikasına defterime kaydediyorum. Onun da içinde benim hakkımda bazı duygular oluşursa, saati duvardaki takvimin kenarına yazıyor. Eve döndüğümde birbirimize, kimin hangi saatte nerede nasıl bir ruh hali içinde olduğunu, hissedebildiğimiz kadarıyla söylüyoruz ve önemli duygu değişimlerimizi kaydettiğimiz saatleri karşılaştırıyoruz. Bu duygu ani bir sevinç ve iç huzuru olabilir ya da bir boğucu bir sıkıntı, huzursuzluk hali...

Bir gün Neşe ile Akademinin arka sokağındaki yokuştan inerken, aniden sağa saptık. O anda, hiç fark edemediğimiz bir taksi arkadan geliverdi. Yokuş aşağıya olduğu için durmakta zorlandı, ancak biraz yavaşlamayı başarabildi. Az daha arabanın altında kalacaktım. Ciddi bir trafik kazası atlatmıştım ve olayın şoku geçince hemen saate baktım. Tam on yedi kırk yediydi. Aynı anda annem takvime on yedi kırk beş olarak kaydetmiş. İki dakikalık hata payı, şok içinde olduğum süreydi. Olay anını tam olarak bana söyledi ve takvimdeki tarihin üzerine yazdığı saati gösterdi:

_ 'Altıya çeyrek vardı. Durduk yerden içime bir sıkıntı girdi! Sol kulağım çınlamaya başladı. 'Eyvah! Kızda bir şey var!..' dedim, kendi kendime. Aklıma hemen sen geldin. Ne olduğunu anlayamadım ama o anda çıldıracak gibi oldum!.. Anlatılmaz bir sıkıntıydı!' dedi.

Olay olmadan önce, bende bir sinirlilik ve tedirginlik vardı. Tehlikenin yavaş yavaş gelmekte olduğunu hissediyordum ama ne ve nasıl bir şey olacağını aklıma getiremiyordum. Konuşarak gidiyorduk. Sakin olsaydım, yolun solundan karşıya geçmeden önce sağıma bakardım. Önümü gördüm ya yetti sanki arkama hiç bakmadım. Neşe de bakmamış. Durduk yerden, bir asap bozukluğu, bir dalgınlık ve ihmal ölümüme ya da sakatlanmama neden olacaktı.

Gerçi olacakla öleceğin önüne geçilmezdi ve duaların Allah'ın izniyle bir kalkan, bir zırh gibi koruyucu etkisi vardı. Anne duası alarak ve besmele ile evden çıkmak da tamamlayıcı bir unsurdu. Dua edeceğimiz, sığınacağımız, kabul olacağı veya olmayacağı da kadere dâhildi. Demek ki ömür bitmemiş, Allah merhametiyle kuşatmıştı ki zarar görmedim. Neşe arkamdaydı. Ona pek bir şey olmazdı.

Yolda sokakta, tali yol, ara yol da olsa taşıtlar kadar yayalar da trafikteydi. Umursamayız ya emniyette sanırız ya kendimizi, ayaklarımız yere basmakta olduğu için... Hiç doğru olmadığını o gün anladım. Yürürken konuşulur, belki tartışılır, asabi de olunabilir ama asla tedbiri elden bırakmamak gerekiyor.

Bir defasında da okulda büyük bir öğrenci kavgası olmuştu. O sırada son dersten çıkmış, evlerimize gidecektik. Gece saat on gibiydi. Onu da annem kaydetmiş, eve döndüğümde; Tehlikenin başlaması, arada kalmamız ve kurtulup eve varmamız arasında, olayın üzerinden en fazla altı dakika geçmiş olması gerekirdi. Annem, olaydan tam altı dakika önceyi belirten saati, ait olduğu günün üstüne kaydetmiş, eve girer girmez gösterdi. Artık hayret etmez olmuştuk. Böyle şeyler bize doğal geliyordu.

Anarşi dönemiydi. Gençliğin sağa sola yönlendirildiği, öncelikle iki büyük parçaya bölündüğü ve çatıştırıldığı zamanlardı. Her an her şey olabiliyordu. Hepimiz her olasılığa hazır bir şekilde okula gidip geliyorduk.

O kadar huzursuzluk vardı ki erkek öğrenciler kapıda baştan ayağa aranıyor, kızlar da bayan polis memurları tarafından aynı işleme tabi tutuluyorlardı. Erkeklerin okula kesici alet sokmaları imkânsızdı. Her ihtimale karşı, kendimizi bir nebze de savunabilmemiz için. Oysa gençlerde tabancalar vardı. Bir anda okulları basabiliyor, sınıflara girebiliyor, etrafı dağıtabiliyorlardı.

Alışmıştık, kapılarda kontrole. Ona göre tedbirler almak zorundaydık, az da olsa. Neticede can taşıyorduk. Biz aranıyorduk ama dışardan gelebilecek tehlikeye tamamen açıktık. Güvenlik, okulun bahçe duvarı içi için korucuydu. Kaldırıma adım atar atmaz kendimizi savunmak mecburiyetindeydik. Ancak kitaplarımızın yaprakları arasında jiletlerimiz vardı; ne kadar ve ne işe yarayabilecekse...

Böyle zamanlarıydı ülkenin. Üniversite sınavını kazananların çoğunun, aileleri tarafından okullara gönderilemediği devirdi.

Gençlik ateşliydi. Heyecanlıydı. Çocuklar birbirlerine çatacak yer arar olmuştu. Düşmanca bakışmalar, tepeden tırnağa süzmeler, kelimenin o zamanlardaki tam argo anlamıyla posta koymalar...

Erken uyananın horoz olup öttüğü zamanlardı. Komikti de bir yerden. Bir gün okula gittiğimde kantinde solcu arkadaşları görüyordum, marş söyleyerek, gövde gösterisi yaparak kantini işgal etmişler, sağcılar bahçede pinekliyorlardı; ertesi gün de kantinden: 'Ceddin deden, neslin baban!' diye marşlar söyleniyor: 'Çırpınırdın Karadeniz, bakıp Türkün Bayrağına!' diye koro halinde haykırılıyordu.

Düşünüyordum; neslimiz, ceddimiz, Karadeniz'imiz, Bayrağımız ve kıvanç kaynağımız Türklüğümüz, ortak değer ve sıfatlarımız değil miydi? Nasıl oluyordu da silahlar her iki taraftan da çekinmeden ateşlenebiliyordu. Normal zamanlarda tavuk keserken elleri, dizleri titreyecek kadar merhametli her iki taraf evladı, kardeşi ona düşman gösterildiğinden, söz konusu Vatan olunca, gözünü kırpmadan cinayet işleyebiliyordu! Çok acı, anlaşılmaz ve gergin günlerdi.

Yine böyle iplerin aşırı gerildiği bir imtihan zamanıydı. Şubattı. Hava soğuktu. Okulda boykot vardı. Faruk, babası toprağın altı yüz metre altında çalışarak onu okutmaya çalıştığı için ucunda ölüm dahi olsa, sınavlara girmek için gayret ediyordu:

_ 'Bunlar sınava girecekmiş gibi girerler, içeride de bize rahat vermezler. Korunmak için bir sustalı aldım, ne yapayım? Onu bari içeriye sokalım ama nasıl? En azından korkutmak için...' diyordu.

Baktım ki avucunda gerçekten, açıldığında yirmi santim falan olan bir sustalı var. Kapıda polisler... İmtihan zamanı gelmiş. Aldım elinden, mantomun eteğinin arkasına, astara sıkıştırdım, fark edilmedi ve eteğimde girdi içeriye. Üstüm, üstünkörü arandı. Kimsenin aklına, mantomun eteğine el atmak gelmedi. İçeriye girince, emaneti telsim ettim. Annem o anı da yazmış takvime. Tam imtihanın başlama anını...

O günden sonra çantamda; iğne, makara, toplu iğneler, mezura ve dikiş makası taşımaya başladım. Bir de uzun mu uzun, vampir gibi ojeli tırnaklarım vardı, savunma aracı olarak. Arama esnasında çantama bakılırsa, bir yerde dikiş diktiğim sanılsın da güya kesici alet taşımak, suç teşkil etmesin diye.

O aralarda, yine sınava gideceğimde, annem balık kızartmış, sofra hazırlamış:

_ 'Ye de git!' diye ısrar ediyor. Ben de geç kalıyorum, acele çıkmam lazım.

_ 'Ekmek arası yap, sar, çantaya koyayım.' dedim.

Paketi verdi, çantaya indirdim. Okula gittiğimde, bu defa durum daha vahimdi ve kontrol, bahçe kapısında yapılmaktaydı. Benim omzumda çantam, içinde dikiş malzemelerim, üstünde de balık paketi... Bayan polis üzerimi aradı. Her taraf insan kaynıyor. Boykot kıranlar ve boykot yapanların hepsi orada... Çantada balık... Bir açarsa kokacak! Herkes gülecek! Rezil olacağım, millete! Tam geçeceğim, çantayı şişkince gördü:

_ 'Ne var çantada? '

_ 'Hiç... Makyaj malzemelerim falan...'

_ 'Ne var? Aç bakalım! Göreyim!'

_ 'Balık var.' dedim, gülerek.

_ 'Ne balığı? Çantada balık mı olur?'

_ 'Vallaha balık var.'

_ 'Canlı mı, ölü mü? Aç bakayım! Yoksa okula giremezsin! Biliyorsun.'

Kenara çektim, çantanın fermuarını birazcık açtım. Altında makas... Okula girerken suç...

_ 'İşte bak! Balık! Kokla!'

_ 'Ha! Hay Allah! Ben de şaka yapıyorsun sanmıştım. Geç!' dedi.

Altında suç ortağı iğnem ipliğim, makaram... Savunma aracım, sivri uçlu makasım kuzu gibi yatmakta... Şimdiki gibi çantaların röntgenini çekemiyorlardı o zamanlar.

O yaşadığım gerginliği dahi hissetmişti annem. Duyguları biraz güçlü olan herkes, çok yakın geleceği hissedebilir. Olayın hemen arifesinde... Ramak kala! Olay olacaktır, kara bulut üzerine çökmüştür ve gölgesi yere düşmüştür. Kaçamazsın zaten! Kaderin, belli bir akış yönü ve debisi vardır.

Birisinin duygularını, düşüncelerini veya uzaktaki bir olayı bağlantısız olarak algılamak; eskilerin ?hissi kabl el vuku' dedikleri, ?altıncı his', "duyu yetisi", ?önsezi' veya ?uza duyum'; belki de Allah'ın insana, olay anına saniyeler kala, son bir dua payı lütfetmesidir. Kullanabilene, ne âlâ! Değerlendirebilene ne mutlu!

Bilim de altıncı hissin varlığını kabul ediyor. Beş duyumuzla algılamadığımız şeyleri, altıncı hissimizle aynen hissedebiliyoruz.

Bazen bende, birisinin beni izlediği ya da seyretmekte olduğu hissi uyanır. Çoğu zaman da doğru çıkar, sanılarım. Odamın perdesini, penceresini açıp önüne oturduğumda, birisinin bana bakmakta olduğunu hissediyordum. Başımı kaldırıp etrafa bakıyordum. Birinci katta olduğumuz için pek bir şey göremiyordum ama oturduğum sürece o his hep vardı ve izlenme olayı birkaç dakika veya saatle sınırlı değildi. O kadar ki zaman içinde dikkatimi dağıtıyor, yazdıklarıma kendimi veremez oluyordum.

Hani karşı dairede kimin oturduğunu merak edip duruyordum ya bu yüzdendi. Geceleri pencerede saatlerce yazı yazardım. O kadar rahatsız olurdum ki sokaklarda in cin top atarken birisinin beni gözetlemekte olduğunu hissederek, kalemi bırakıp teker teker camlara bakardım. O saatlerde ışıkları sönük ve evlerin gözleri kapalıdır. Fakat hep bir çift göz izler durur beni, kalemimin her hareketini takip eder. O denli mercek altındadır, dışardan görünen kadarım. Fakat onca bakınmama rağmen, hiç bir şey görememekten bıkarım.

Altıncı his, ailemizde merak konularından birisidir. Hepimizin o kadar gelişmiş hislerimiz vardır ki çevremizdeki olayları herkesten önce tuhaf bir biçimde hissederiz. Deneme yanılma metoduyla her birimiz; göz seğirmesi, kulak çınlaması, iç sıkıntısı ya da aniden heyecanlanma veya ferahlama hissi gibi bir takım yollarla birbirimizle iletişim kurmayı denemekte ve başarmaktayız.

Aramızdaki mesafelere rağmen birbirimizle beyin gücüyle bağlantı kurabiliyoruz. Belki çok ilkel bir telekomünikasyon olayı ama olsun, en azından bir takım cihazlara gereksinimimiz yok ve Kızılderilililerin dumanla mesajlaşmasından çok daha kolay... Dumansız, issiz ve de sessiz...

Kendini dinlemek... İşte bütün mesele bu! Kişinin, kendisine verilenleri kullanmaya çalışması... Sevgi, anten görevi yapmaktadır, burada. Ana kız arasında, sevgililer arasında bu bağ çok kuvvetlidir. İkizler arasında had safhadadır. Eşler arasında da öyle... Onlar birbirlerini uzaktan algılayabilirler. Sevgiyle doğru orantılı olarak, kişiler birbirleriyle, düşünceleri aracılığıyla iletişime geçebilirler. Hissederler. Bu duygularını kullanamaz hale gelenler, tekrar bir takım egzersizlerle altıncı hislerini geliştirebilirler.

O tür duyumlar, az veya çok her insanda vardır. Bazıları, kendini dinleyerek ve hissetmeye çalışarak algılama yeteneğini geliştirmeyi başarabilir, bizin gibi. Umursamayanlarda körelir ve zamanla tamamen dumura uğrar.

Algılamada; sevgi, anten görevi yapar. Ne kadar güçlüyse, algılama o kadar nettir. Yakınlık ise cihazla antenin arasında, iletişimi sağlayan kablodur. Onda da herhangi bir kopukluk olmaması, her iki taraftaki bağlantının da kusursuz olması gerekir. O nedenle, ailecek birbirimize olan yakınlığımızı sağlam tutmaya; birbirimizi, bizimle beraber herkesi, her şeyi, yüreğimizin zarı çatlayıncaya kadar sevmeye çalışıyoruz.

Tasavvufta, kâmil insan olmanın yolu da sevgiden geçer. İnsan, makro ve mikro boyuttaki varlıkları, kutsal değerleri sevebildiği kadar olgundur. Eren; seven demektir.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 56

30 Haziran 2010 10-11 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar