Tezveren Sultan

Aradan zaman geçti. Tezveren Baba'nın kim olduğunu merak ediyor, kulaktan dolma olsa da hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sadece onun hakkında bilgi edinmek gayesiyle, Evliyalar Tarihi isimli bir kitap aldım. Orada, ondan kısaca bahsediliyordu. Yetinmeyip, araştırma yaptım. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde aynı adla anılan Tezveren Dede'ler, Tezveren Baba'lar vardı. Bazı kaynaklarda bir de Tezveren Sultan isimli bir hanım evliyadan söz edilmekteydi. Hasılı, Tezveren'ler hakkında çeşitli söylentiler vardı. Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamlarını ve olağanüstü davranışlarıyla ilgili hikâyeleri dinleyerek büyümüştüm, hemen hemen her evliya için benzer menkıbeler söylenmekteydi. Hepsinin kerametleri birbirine benziyordu ve olması mümkün değilmiş gibi görünüyorlardı ama zaten ben onları, kıssalardan hisse çıkarmak amacıyla dinliyordum. Bazı yerlerde Tezveren Baba veya Tezveren Dede'nin, evin uşağı olduğu söylense de olay aynı helva olayıydı. Bence o bayandı. Çünkü rüyamda görmüştüm. Beni gezdirmiş, bir yatırı ziyaret ettirtmişti. Benimle ibadet etmişti. Sanki gerçekti.

Sömestrde ailemle Ankara'ya amcamlara gittik. Babamla gezerken, Hacettepe Tıp Fakültesi'nin yakınından geçerken, sınava girdiğim yeri tekrar görmek istedim. Çünkü yine bir rüyamda tam sınava girdiğim yerde olmuştum. Üç yolun ortasında... Kavşağın tam ortasında yanımda; balıketinde, kumral, iriden, uzunca boylu bir hanım belirdi. Sol elini uzatıp saağ elimi tutarak:

_ 'Gel, seni bir yere götüreyim!' dedi.

_ 'Peki.' dedim.

Onunla, Samanpazarı'nı geçip, kuzeye doğru gittik. Bir camiye geldik. Güneye bakan kapıdan bahçeye girdik. Hemen solda, yerden bir musluk vardı. Eğilip açtı. Billur gibi bir su akıyordu. Çömelip, abdest almaya başladı. İmrendim! Sol tarafa doğru başını kaldırıp, yüzüme bakarak:

_ 'Haydi sen de al!' dedi.

_ 'Kollarım kısa...' diyecek oldum. Üzerimde, ince moherden elde örülmüş, delikli desenli çok açık pembe bir ceket belirdi.

_ 'A, ceketim varmış.' dedim.

Onun gibi çömeldim, musluğu açtım. Çamurlu bir su... Musluğu kapattım. Abdest almaktan vazgeçtim. O, az önce benim durmakta olduğum tarafa geçmişti. Solumdaydı.

_ 'Haydi alsana!' dedi. Yüzüne baktım:

_ 'Bulanık akıyor.' dedim.

_ 'Aç, biraz aksın! Durulur, durulur...' dedi.

Musluğu tekrar açıp, biraz bekledim. Gerçekten de bir süre sonra duruldu. Tertemiz bir su akmaya başladı. Abdest aldım. Ceketimi giydim. Saçlarım omuzlarımdaydı. Başım açıktı. Onun üzerinde, uzun kollu, şanel bir elbise vardı. Saçları görünmüyordu. O haliyle namaz kılabilirdi. Yeterince örtülüydü. Beni alıp, sağ taraftaki caminin kapısının önünden geçirerek, arka tarafa götürdü. İyice eskimiş, sarı tahta merdivenlerden yukarıya çıktık. Burası, caminin kadınlar kısmıydı. Tam karşıda, sol köşede, yufka ekmekler gibi üst üste konmuş yazmalar vardı. Fakat birbirlerine değmiyormuş gibi duruyorlardı. Bir yeşil örtü alıp, başıma örttüm; bir de pembesini... İkisini üst üste örttüm, yani. Orada namaz kılacaktık. Yanlış hatırlamıyorsam, kıldık. O benim sağımdaydı.

Sonra, geldiğimiz yere doğru gittik. Merdivenden inip, camiyi geçtiğimizde sol tarafta, cami binasına bitişik küçük türbeye... Kapısı açıktı. İçeriye girdik. Ortada büyük bir mezar vardı ve yatır üzerindeydi. Ak sakallı, sarıklı bir zat... Üzerinde elde dikilmemiş bir giysi vardı. Etrafında da minik minik mezarlar... Kabirlerin üstlerinde de çok güzel çocuklar oturuyordu. Esmer, beyaz, kumral, sarışın; renkli gözlü çocuklardı. Üzerlerinde ipek başörtüsü gibi fakat dikişsiz örtüler vardı. Mavi, sarı, kırmızı, pembe ve yeşil renkli bu örtüler onlara sadece sarılıvermişti. Sol omuzları açıktaydı. Kare şeklinde olduğunu tahmin ettiğim bu kumaş parçaları, belki karşılıklı köşeleri sırtlarında birleştirilerek birbirine iliştirilmişti. Ortada, arkasına yaslanmış halde duran, erenlerden olduğunu hissettiğim dedeyi ve onları seyrettim.

Bu rüyamın tesiriyle, Hacettepe Tıp Fakültesi Kütüphane Binası'nın köşesindeki kavşağa geldiğimizde, etrafa bakmaya başladım ve babama dedim ki:

_ 'Baba, işte tam burada o hanım benim elimden tuttu, şu tarafa doğru gittik.' derken bir de baktım ki kavşağın tam ortasında bir kabir var. Hemen yaklaşıp, taşını okudum. ?Tezveren Sultan' yazmıyor mu!? Bana hep ?Tezveren Baba' demişlerdi, ben de onun erkek olduğunu sanıyordum. Çok şaşırdım! Demek ki rüyamdaki oydu! Düşündüğüm gibiydi. Adını ilk kez beş yaşındayken duyduğum; kaybettiklerimin bulunmasında, dualarımın kabulünde ruhaniyeti hürmetine dua etmem öğretilen, ruhsal boyutta yol göstericim, kurtarıcım...

Bizde adet haline gelmiş, ta ben doğmadan... Bir şeyimiz kaybolduğunda arayıp bulamazsak, herhangi bir giyeceğimizin kenarına bir düğüm atar:

_ 'Allah'ım, kaybettiğimi bulursam, Tezveren Baba'nın ruhuna üç İhlâs bir Fatiha okuyacağım.' derdim. Aramaya devam etmesem de aradığım elime geliverirdi.

O zaman, o düğümü çözer, vaat ettiğimizi okuyup, hâsıl olan sevabı ruhuna bağışlardım. Bir yere düğüm atmak, sözümüzü unutmamamız içindi. Kazara unutursak, düğümlü kalır, bir zaman sonra elimize geçince, o giysinin bir yerinin neden düğümlü olduğunu düşünür, kayıp nedeniyle düğümlenmiş olduğunu hatırlar, okur ve çözerdik. İnancımıza göre, Allah rızası için bir şey yapmaya söz veren onu mutlaka yapmalıydı.

İhlâs ve Fatiha Surelerini çok küçük yaşlarda ezberlemiştim ve zaten başka sure bilmiyordum. İlkokul dördüncü sınıftan, lise bitinceye kadar her sınıfta din dersi okuduk. Çeşitli sureler ezberlememizi istediler ama ben onları sınavlar için aklımda tutar, hafızama muvakkaten iliştirdiğim için yazılılardan veya sözlülerden sonra unuturdum. Ezberimde bulunmasının bana ne fayda sağlayacağını bilmezdim. Meğer cennetteki dereceler, ezberlenen ve uygulanan ayetler adedinceymiş. Sonradan öğrenmiştim.

Bizim evde namaz kılınırdı ama sadece günlük olaylar ve siyaset konuşulurdu. Namazsa, hareketlerle hafızamdaydı. İçeriği hakkında pek bilgim yoktu. Önemli derslerimiz vardı bizim. Tarihlerimiz, coğrafyalarımız, resimlerimiz, müziklerimiz, fen ve matematik derslerimiz vardı. Din dersi de ders miydi, o zamanlarda, aklımca? Hatta on altı yere ön kayıt yaptırmıştım da Hacettepe Beslenme ve Diyetetik, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon ile İlahiyat Fakültesi'ne yaptırmamıştım. Arkadaşlarım, İlahiyat Fakültesi'ni de kazandığımı duyunca dalga geçmişlerdi benimle:

_ 'Hocanım olursun. Mevlit okur, ölü yıkarsın! Hah! Hah! Ha!..' diyerek.

_ 'Tutuyor ama oraya ön kaydım falan yok!' demiştim. Aklımın işi değildi. Bir de Arapça mı öğrenecektim? 'Elif, Be, Te, Se, Cim, Dal'lı köse... Arap harfleri girdi kümese...' diye tekerlemeler öğretmişlerdi. İleriye gidecektik biz, aydın Türk gençliği... İleri, daima ileri!.. Arkaya bakmak yoktu. Geriye dönmek yok.

Tarih, geçmişte kalmıştı. Dünde... Her ne kadar tekerrürden ibaretse de geri geleceği yoktu ve bireye, bire bir ilaç değildi, iyi bilinmesi. Coğrafya ise yok olmaya mahkûm, ölümlü dünyanın değişmez surat ifadesiydi. Sayılar, rakamlar, şekiller, değerler, problemler, sonuçlar ne kadar önemliydi? Okullar bittikten sonra kaç yıl daha akıllarda kalacaktı bu derslerde öğrenilenler? Sinüsler, kosinüsler, tanjantlar ne kadar gerekliydi işlerimizde? Gerekene gerekmeyene o denli yüklenmesine ne gerek vardı?

Bence, küçükten yetenek saptaması yapılmalı; çocuklar, yeteneklerine paralel eğitimler almalıydılar. Sadece kabrin kapısına kadar gerekecek bilgilerle işgal edilmemeliydi beyinler. Kabrin içine girecek ibadetlere zaman kalmalıydı. Beyinler, büyük sınavda sorulacak soruların cevaplarıyla doldurulmalıydı. Bu nedenle bırakmıştım altı dersi bütünlemeye. Topu topu yirmi otuz konu olurdu, incecik kitaplarda ve onu yılsonuna kadar yayarlar da yayarlardı. Kafa şişirmekten başka bir şey değildi bazı dersler. Dinle ve unut kabilinden...

Unutulmaması gereken bilgilerle donatılmalıydı, insanların en değerli organları. Beyin, çöp tenekesi değildi. Belki de bu yüzden artık o medar-ı iftiharımız olan âlimlerimiz kalmadı. Bilmem kaç karpuzu bir koltuğa sığdıracağım diye uğraş dur! Terzi olacaksa, sadece biçki dikiş dersleri okusun. Kuaför olacaksa, saç, kaş... Su tesisatçısını, müzik dersine girmeye zorlamasınlar. Muhasebeciye tarih anlatmasınlar. Merakı varsa arar, bulur, öğrenir. Aksi halde, huniyle beynine akıtsan, unutur. Müzisyeni, istemiyorsa beden eğitimi yapmaya zorlamasınlar. Bir gün, logaritma anlatırken aritmetik dersinde, öğretmene sordum:

_ 'Neden öğreniyoruz biz bunları? Benim bankadaki işime ne faydası olacak?'

_ 'Zekânız gelişecek, akıllı kişiler olacaksınız.' dedi.

Akıllıysa akıllı, deliyse deliydi. Aptallığın sınırı ve çaresi var mıydı? Kırk yıllık Gani, nasıl yahni oluverecekti, bu yolla? Yani eğer ben edebiyata âşık olmasaydım, bana kim şiir yazdırtabilirdi? Öykü veya roman yazmak, liselerde mi öğreniliyordu? Böyle el yordamıyla öğreneceğime, küçük yaşlardan öğretilme yoluna gidilseydi, zora koşularak dağılmasaydım, sadece işime yönelip odaklansaydım da bu zamana kadar harikalar yaratsaydım ya!

Ben ziyafet sofrası kalabalığından da hoşlanmam. Görgüsüzler gibi onlarca çeşit yemeği dizmek, her birinden birer lokma alınsa karın doyacakken, tabak tabak mideye sığdırmak için çalışmak... Sadece yemek tatmaksa, yöntem güzel; amaç doymaksa, birkaç çeşitle de doyulur. Tam bir yemeğin lezzetine alışıp, tadına doyamadan, başka lezzete geçmek, bana göre değil. Canım ne istiyorsa onu yemeği tercih ederim. Neşe benim gibi değildir mesela. Bir restorana gitsek, ben birkaç yemekle doyarım, başka tatlar aramam; o da benzer yemekleri yer ve bir de aşçı yemeği ister, üstüne. Aşçı yemeğini de ondan öğrendim. Büyük bir tabağa her yemekten birer kepçe konarak sunuluyor. Yani restorandaki her yemeğin tadına bakacak. Oysa biz, 'İnsanoğlu, karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır.' diyen bir Peygamberin ümmetiyiz.

Kabrin başında kalakaldığımda, sadece iki sure bildiğimi düşündüğümde aklımdan geçenlerdi, bunlar. Onu bulmuş, ziyaret etmiş, ruhen çok yakınında hissetmiştim, kendimi. Bildiğim iki sureyi okudum, sevabını ruhuna bağışladım.

_ 'Babacığım, tam bu noktada elimden tuttu ve şu tarafa doğru gittik.' diyerek, Samanpazarı'nı işaret ettim.

_ 'O tarafa gidelim, madem.' dedi.

Yolun sol kaldırımına geçtik ve yukarıya doğru yürümeye başladık. Bu arada yollumuzun üstündeki otelle hamamı geçince, esnafın birine, bu yönde, bitişiğinde türbe olan bir cami olup olmadığını sordum:

_ 'Hacı Bayram'ı mı soruyorsunuz?' dedi.

_ 'Hayır. Bir cami... Yanında türbe olacak.' dedim.

_ 'Ben de onu söylüyorum. Hacı Bayram, cami...'

_ 'Hacı Bayram Camii mi?'

_ 'Evet. Yanında da türbesi var. Hacı Bayram Hazretleri'nin türbesi...'

_ 'Ya? İşte o, demek ki! Teşekkür ederim.' dedim ama heyecandan dizlerimin bağı çözüldü!

Kısacık bir yol vardı arada. Cami görününce, kızaran ve dolan gözlerimden yaşlar boşandı! Ne ağlamak!.. Herkes bana bakıyordu. Ortada ağlayacak ne vardı? İçimde kopan kıyametten habersizlerdi. Babam da:

_ 'Ağlama! Yanlış anlayacaklar. Sana bir şey yaptığımı zannedecekler.' diyip duruyordu.

Bahçe kapısından giremedim. Bir heyecan, bir hayret ki ne hayret!.. Aynı rüyamda geldiğimiz yer!.. Bahçe duvarının dışında, hüngür hüngür ağlayarak dolaştım. Delilikti, biliyordum ama annem de Anıtkabir'de böyle olmuş, benim gibi. Babamla ilk geldiklerinde... O da girememiş, heyecanından, saygısından, sevgisinden, aşkından; iki gözü iki çeşme, bahçenin etrafında dolanmış durmuş bir süre... Neden sonra, kendisini toparlayıp içeriye girmiş, ağlamaktan mahvolmuş bir vaziyette!.. Ayakları yere basmıyor gibiymiş. Onun gibi olmuştum ben de:

_ 'Ya Rabbi! Ben senin mini etekli bir kulunum. Namaz bile kılmayı bilmem, doğru dürüst. Sen beni adam yerine koydun da gelmeden buralara getirdin, layık gördün, öyle mi? Onca mübarek kulun varken, benim gibi bihaber kuluna lütfettin!.. Hamd olsun Sana Ya Rabbi! Hamd olsun! Şimdi ben nasıl gireceğim, Senin Evine? Ben ki camilerin önünden geçmek istemezdim. İçindeki örtüler, kilimler, ölülerin üstüne örtüldüğü için tiksinirdim. Ölü yıkandığında yollara sızan sulara basmak istemezdim. Cami demek, mikrop yuvası demekti benim için. Şimdi ben, bunca kirliliğimle içeriye nasıl gireceğim?" diyordum kendi kendime.

Geldiğimiz yöne geri döndük. Oradaki bir dükkândan açık yeşil bir yazma aldık. Bahçe duvarının dışından arka tarafa dolandık. Orada bayanlara mahsus yerde abdest aldım. Dünyanın en ezik insanı olarak başımı eğdim ve o mübarek mekândan içeriye adımımı attım.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 62

05 Temmuz 2010 11-12 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar