Tiksinmek

Nihayet evliya hikâyeleri bitti de laf arasında Zerrin Hanım'a, o günlerdir merak ettiğim olayı sordum. Karşımızdaki apartmanda, onların üstündeki dairede kimin oturduğunu...

_ 'Ha, o mu? Orayı Almancılar satın aldılar. İçine eşyalarını koydular. Hem barınsın hem de girdikçe çıktıkça kapı pencere açılsın da ev ve eşyalar havalansın, nasılsa boş, bir Allah'ın kulu bari sebeplensin diye bir akraba çocuğunu yerleştirdiler oraya. İmam Hatip Mezunu, Bursa Tıp Fakültesi öğrencisi... İlhan... İstanbul'da okuyor. Seneye okul Bursa'ya, yeni binasına taşınacak ya burada okuyacak. Aslen Burdurlu... Evi alan yaşlı karı koca da Burdurlu. Sadece tatillerde gelecekler. Birkaç hafta kalıp gidecekler.' dedi.

_ 'Hiç mi pencere açmaz, ışık yakmaz? Ben hiç rastlamadım. Merak ettim. Perili ev gibi... Issız, sessiz, loş, metruk...' dedim.

_ 'Sakin, sessiz, kendi halinde birisi... Benim eşim kıskanç... Ortaokul talebesiyle bile konuşmaz beni. Onun için onunla bile mecbur olmasam konuşmuyorum. O da başı önünde gidip geliyor. Var gibi yok gibi...'

_ 'Meraklanacak bir o mu kaldı? Sana ne Semiray? Sana ne elin üç oğlaklı beş keçisinden? Bu kadar merak iyi değil. Hayır getirmez insana!'dedi annem.

_ 'Anne, geçenlerde Virane'ye gidiyordum. Kapıdan çıktım, o da çıktı. Karşılaştık. Zerrin Hanım'ın dediği gibi... Sanırım o, oydu. Bana baktığını gizlemek için başını çevirdi bir şeylerle meşgul oldu, falan...'

_ 'Odur. Bizim apartmanda ondan başka delikanlı yok ki! Benimkiler gibi çocuk, hepsi. E, ne yaptı, seni görünce?'

_ 'Çiçeklerle ilgileniyormuş gibi yaptı. Başımı çevirdiğimde baktığını hissediyordum. Ben bakınca o başını döndürüyordu. Yüzünü gördüm, gözlerini yakalayamadım.' diye güldüm.

_ 'Vakit çok geç olmuş. Benim çocuklar yatar. Geç bile kaldım. Ben gideyim. Haydi siz de gelin, tamam mı? Hep ben geliyorum. Komşu hakkı diye bir şey vardır. Bir etek dolusu günahla gelip günahımı döküyorum size. Gelmezseniz bütün günahlarım sizin olacak.'

_ 'Kimse kimsenin günahını çekmez. Herkes kendi günahını kendisi çeker de komşu hakkı var, tabi. Biz borçlanıyoruz. Geliriz bir gün. Semiray geç geliyor. Senin eşin oluyor. Zaten titiz seninki... Benimki de evde, emekli... Geldi gelmedi deme, sen geli geliver! Ben hep evdeyim. Çoğunlukla yalnızım. Günler uzadı. Yalnız olunca bitmek tükenmek bilmiyor. Çocukları da getir. Çekinme. Biz alışığız. Çok severiz çocukları. Gülü yaprağıyla, dikeniyle severiz.'

_ 'Tamam. Geliriz, İnşallah. İyi geceler...' dedi, gitti.

?Bir arkadaş da buradan bulduk. O da katılır mı acaba aramıza? Bir de doktorumuz olsun. İmam Hatipliden doktor mu olur? Yabaninin biri. Hastaya da dokunamaz bu. Nasıl muayene edecek?' diye düşünürken gülümsediğimi fark etmedim. Annem:

_ 'Ne gülüyorsun, kendi kendine? Söyle de ben de güleyim!' dedi.

_ 'İmam Hatipliye gülüyorum. Şimdi bu, hastaya da dokunamaz. Nasıl muayene edecek? Paravanın arkasından mı?' diye bu defa sesli güldüm.

_ 'O zamana kadar ortama uyar, merak etme. Kabak çiçeği gibi açılırlar. Onlar, yasaklananlara karşı daha meraklı olurlar. Yasaklar arttıkça tamah artar. Belli etmediklerine bakma. Neticede o da erkek...'

_ 'Ben de öyle düşünüyorum. Aramıza karışsa, belki de mesela bizim arkadaşlar gibi kardeşçe, dostça değil de evlenilecek kız gibi bakar bize. Nasıl denemek istiyorum, bilsen!'

_ 'Delirme! Böyle şeylerin testi mi olur? Sil at aklından. Şeytan makaraya sarmaya başladı seni. Konuyu değiştir bakayım!'

Zaten yatma saati gelmiş de geçmişti bile. Odadakileri bana bıraktı, gitti yattı. Benim loş ışık açık, camın iki kanadı açık, perde de sonuna kadar... ?Tiyatro sahnesi gibi odam! Doktorumuz oradaysa, o perdenin aralığının arkasında, hiç canı sıkılmaz. Neden ışık yaksın? Sessiz film. Televizyona da gerek yok. Oh!' diye düşündüm. İlk iş olarak koridorun ışığını açtım. Odamınkini söndürdüm. Bana sokak lambası yetiyordu. Oldum olası, loş ışıkta oturmayı severim. Şiirlerimi, yazılarımı da zorla seçeceğim ışıkta yazmaktan hoşlanırım. Buzlu içecek, parfüm kokusu, biraz da müzik... Daha romantik bir atmosfer oluyor. İlham geliyor.

İlham dedim de... İlhan geldi aklıma. İl ve han... İlin hanı. Türk ellerinin hanlarından... İstanbul'un İlhan'ı. Seni takibe alayım da ben... Anlaşıldı şimdi, yazı yazarken birisinin beni saatlerce izlediğini hissetmemin sebebi. Anneme demedim, kötü niyetli sanmasın diye. Zerrin Hanım'a da demedim, dedikodu olmasın diye ama daha orada onun oturduğunu duyar duymaz anladım. Altıncı hissim beni yanıltmaz.

Bu gece de aynı yerde yazı yazacağım ve çaktırmadan bakacağım. Bir zaman bir yerde açık verecek, suçüstü yakalayacağım. Ne yapacağım, yakalayınca? Hiç... Güleceğim. Alay ettiğimi sanacak. Bozulacak. Utanacak, kızaracak ve bana kızacak. Gülmem ben de. O zaman da ciddiye almış olacağım, kendisine pay çıkaracak. Bir de Tıpçı ya... Havaları var, bunların. 'Kız bana hayran...' diyecek. Yok babam. Asla! Güleceğim. Hem de bal gibi de! İşine gelirse... Bakmayıversin. Öyle sinsilik var mı? Ben baktığımda başka şeylerle meşgulmüş gibi yapacak, haberim yokken film seyreder gibi gözünü kırpmadan seyredecek.

Hemşeri sayılırız. Burdur Antalya arası ne kadar? İki saat... Aynı topraklar... Yalnız, onların dağları kel kel... Bizim dağlarımızın saçları eteklerine kadar... Harika çam ormanlarımız var. Sahi, ne kadar küçük ve sıkıcı bir kent, Burdur. Ben orada, bağlasalar durmam! Kasaba gibi... Akdeniz bölgesinin sandık odası gibi yani. Ya da yatak odası, diyelim. Antalya, misafir salonu... Türkiye'nin güney balkonu... Ah! Memleketim gibisi var mı? Bana mı güzel, gerçekten mi güzel? Gerçekten güzel!

Gece boyu çeşitli düşünceler geçti aklımdan ve bunları parça parça kâğıtlara yazdım. Sağ üst köşelerine kocaman rakamlarla numaralar yazdım ve çember içine aldım. Karışsınlar karışabildikleri kadar, artık.

Pencere pervazının dışındaki denizlikte sıra sıra çiçek saksılarımız var. Kaktüs, mum çiçeği, cam güzeli, fesleğen, yaprağı güzel, karasevda ve karanfiller... Her renk karanfilimiz var. Çoğu açtı. İki saksı beklemede... Yakındır, onlar da açar. Kırmızı, sarı, pembe, beyaz ve al... Kırçıllı, ebruli, çilli... Hele al karanfiller; yediveren ve aşı... Kocaman kocaman açıyorlar. Çok açıyorlar, çingeneler gibi...

Bunların arkasından nasıl görünüyorum acaba? Ya, hiç mi kız görmemiş, İsanbul'da? Günahını alıyorum, çocuğun. Belki de kim bilir kaçıncı uykusunda? Tepesinde pireler uçuşuyordur. Belki de rüyasında boğuyorumdur onu. Cadı kazanında kaynatıyorumdur. Tek ayak üstünde, üç ayak oyun havası oynatıyorumdur. Nasıl bir felaket gelecek başına, tanışırsak! Kulakları kötü kötü çınlıyor, gözleri seğiriyordur. Allah; insanı, kadın milletinin diline de eline de düşürmesin! Maskara ederler adamı! Kepaze ederler. Ele güne rezil ederler! Bana da ne oluyorsa... Sanki başka genç kalmamış, dünyada...

Ölü keser, yara deşer, cerahat temizler, onlar. Öf!.. Ne kadar tiksinirim ölüden!.. Yakını ölenlerden birisi bize gelse de bir sandalyeye otursa, onun ayağına ip bağlar, işaret koyarım ve asla oturmam, aylarca... O kadar nefret ederim ölü işinden! Bunlar da kadavra keserler.... Parça parça ederler... Vıcık vıcık yağ... Günlerce margarin yiyemezlermiş. Organlarını kesip, gizlice kızların önlüklerinin ceplerine koyarlarmış. Ellerini ceplerine soktuklarında, ıslak ıslak, soğuk bir şeyin parmaklarına değdiğini fark edecekler, irkilerek. Belki de çığlıklar atarak havalara fırlayacaklar! Erkekler de gülmekten katılacaklar!

Ya saçları? Kanlı kanlı, yapış yapış... Formaldehit kokulu... En küçücüğü altı aylık... Ay! Allah korusun! İlhan'cığım, bana görünme de kime görünürsen görün! Ha! A, bu bir de İmam Hatipli ya! Ölü de yıkar bunlar! Tamam, bulduk şifayı! Daha da beteri, sterilize etmeden, olduğu, öldüğü gibi yatırırlar... Nerden de geldi aklıma! Annem dedi: 'Kapat, kızım!' diye... Şimdi tiksin, dur! Yüzüne baksam, aklıma gelecek!

Onlar, bunlar, şunlar yıkamasa, kim yıkayacak ölülerimizi? Elbette birilerinin yıkaması lazım... Ölü yıkama değil, abdest verme... O kadar büyük bir huzura çıkacak ki abdestli olmalı tabi. Neşe'nin annesi... Yine gözlerimin önüne geldi. Manken gibi... Cansız, savunmasız... İçi boşalmış gibi... Kesik kurban gibi de kanı yok. O ete dokunmaya alıştırılmışız; yadırgamıyor, pişirip yiyoruz. İnsan ölüsü de et... Kessen, kuşbaşı olur, çeksen kıyma...

Lisedeyken, bir defasında, komşu kadının birisi, ekmekten sümük çıktığını söylemişti de iki ay ekmek yememiştim. Annem ne yapacağını, ne yedireceğini şaşırmıştı. Her taze ekmekte öyle bir şeyler görünebiliyordu ama o yeni açılan fırının hamur teknesine sürülen gres yağıymış. Baban sormuş, gidip bakmış, görmüş, öyleymiş. Bana da dedi, gidip baktım. Ortasında dönmekte olan direğe sürmüşlerdi. Ona kalsa, toplumumuzda el yıkama alışkanlığı ne kadar gelişmiş? Bayanlar, genellikle, tuvaletlerden çıkınca ellerini yıkarlar; dikkat ettim, on erkekten sekizi, suya sabuna dokunmuyor. İğrenç!..

Taharet emredilmiş. Temizlik. Bunlara da abdest öğretiliyor. Ölümüze kadar yıkayıp da yatırıyoruz; çamura, toprağa... Bizde bir şeyler, din zoruyla, adetten... Hijyeni kimsenin önemsediği yok. Fakat doktorlar ilk önce hijyene dikkat etmek zorundalar. O zaman, İlhan beraat etti. En azından ölü kesince, elini zefirollü suyla falan dezenfekte ediyordur.

Hem canım, her gün mü ölü kesiyorlar? Eldiven de giyiyorlardır, üstelik. Hem deri kadar çabuk ve tabakalar hainde sürekli değişen bir organ yok. Hele ellerimizin derileri... Ellerimizdeki, geçen haftanın derisi değil. O kadar süratle değişiyor. Evin nereden tozlandığını sormuşlar da bir bilim adamı: "Derinizden, saçlarınızın diplerinden..." diye cevaplamış. Evlere dışarıdan hiç toz girmese, hava dahi, yine insan bedeninden kalkan deri parçacıkları evi toz içinde bırakmaya yetermiş. Bir de iç deri döküntümüz varmış. Hiçbir şey yemeyen, sadece serumla beslenen kişilerden bile her gün yumruk kadar, füy adı verilen deri döküntüsü çıkarmış. Ağzımızdan itibaren metrelerce sindirim sisteminim içi de keselenirken çıkan kir gibi çıkıp, ortamı terk edermiş.

Allah deriye bu kadar süratli değişme yeteneği vermiş. Bir ayeti Kerime'de, cehennemliklerin derilerinin aralıksız yanacağı ve yerine sürekli yenilerinin geleceği, dolayısıyla yanmanın devamlı olacağı belirtilmiş. Allah, o azabın şiddetinden bizleri korusun!

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

16 Temmuz 2010 9-10 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar