Tövbe

Temmuz sıcağı... Sanki toprak, hava, yer gök yanıyor! Orman yangını da varmış. Ateş yakılıyor gibi bir koku geliyor, ara sıra esen kavurucu rüzgârla. Kolsuz elbisem, şortum... Sokağa çıkmam yasak... Başıma güneş geçermiş. Bahçe sınırları içinde kalmalıymışım. Arka bahçedeki üzüm çardağının altındaki betonun ortasındaki sekizgen havuz çok çekici... İçinde ılık su... Üç balık yüzmek dahi istemiyor. Onlar da bayılmak üzereler. Fıskiyeyi açıyorum. Önce el yakan su geliyor, sonra ılık, daha sonra da sertin su...

'Oh!..' diyor ellerim. Yüzüm: 'Oh!..' diyor. Kollarım, bacaklarım: 'Oh!.. Oh!..'

Üstüm ıslanıyor. Tamamı ıslansın! Şıkır şıkır akıyor... Serinlemek ne güzel! Balıklar da serinliyor. Bir taraftan bahçeye akıyor havuzun fazla suyu, ağaçlar sulanıyor. Balıklara canlılık geliyor. Ferahlıyoruz hep beraber. Yakalasam da sevsem onlardan birisini!.. Şu en küçüğünü... Yok, büyüklerin karışıyla bir karış olanını... Daha tombiş... En büyükleri kırmızı, ortanca sarı kırmızı, küçük sarılı, mavili, beyazlı... Solungaçlarını açıp kapatıyorlar. İçleri kıpkırmızı... Yüzgeçlerini un eler gibi sallıyorlar. Gözlerini hiç kırpmadan bakıyorlar. Yorulmadan kuyruk sallıyorlar. Dalıp dalıp çıkıyorlar... Tutamıyorum!..

Kollarım kısacık. Omzuma kadar suya sokuyorum ikisini de, az daha kafam da girecek içine ama bir türlü yakalayamıyorum! Elimin içinden kayıveriyorlar. İçeriye girip, mutfaktan oklavayı buluyorum. Onunla kovalamaya başlıyorum. Bir yerde kıstırıp, tutacağım. Epeyce uğraşıyorum. Kaçıyorlar, kovalıyorum. Oklava değiyor. Onların sesleri çıkmıyor ya acı çekmediklerini sanıyorum. Deli gibi kovalıyorum, deli gibi kaçıyorlar!.. Suyun içi savaş alanı!.. Oklava suda onlara çarpıyor ama sesi çıkmıyor ya yumuşacık dokunuyor, okşuyor sanıyorum. Olayın onlar için ne kadar vahim olduğunu, akşamüstü anlıyorum. Annem, son derece üzgün, babama:

'Süs balıklarının üçü de suyun yüzünde çırpınıyor... Ölmek üzereler. Gel de bak!' diyor.

Babam gidiyor. Nasıl olsa ölecekler diye kafalarını kesiyor. Annem:

'Bunu kimin yaptığını biliyorum. Havuzun kenarında oklava var. Onunla kovalamış balıkları, yaralamış, mutlaka.' diyor. Babam:

'Ne yaptın onlara Semiray?' diye soruyor. 'Korkma, doğruyu söyle! Yalan söylersen, beceremeyeceksin, doğrusu nasılsa ortaya çıkacak! Bunu iyi bil! Ona göre doğru söyle, cezadan kurtul!' diyor.

Bizden çok babamın balıkları onlar. Çarşıdan, kocaman su dolu cam içinde sevinçle getirip, onları havuza bırakışını, dakikalarca seyrederken gözlerindeki mutluluğu, dudaklarındaki tebessümü anımsıyorum. Ben ölsünler istemedim ki! Sevmek istedim. Arkadaşlarımla oynayamadığım için onlarla oynamak istedim. Kovalamaca oynadık. Onlar benimle oynamak istemediler, hep kaçtılar. Sevilmek de istemediler. Tutulsalardı, çıkarıp sevseydim. Avuçlarımda hissetseydim. Okşasaydım. Mutlu olsaydım. Onlar hep kaçtılar. Oynamadılar. Oynatmadılar. Mızdılar. Kovalamaktan yoruldum. Çok kızdım!.. En sonunda oklavayı çok hızlı dolaştırdım havuzun içinde! Çay karıştırır gibi karıştırdım! Ölsünler istemedim. Onları çok seviyordum. Dokunamıyordum.

Bunları söylememi istiyordu. Babam sabırla bekliyordu. Cezam kesildi. Onları ben avlamışım. Ben yemeliymişim. Kedinin döktüğü süt önüne konur, sonra dövülürmüş. Aksi halde neden dayak yediğini anlamaz, yine dökermiş. Vicdanıma sesleniliyordu. Balıklar temizlendi, kızartıldı ve önüme koyuldu. Annem:

'Mademki avladın bunları, ye!' dedi. 'Pullarını temizledim, yanları morarmış. Nasıl vurdun bunlara? Nasıl kıydın? Ne kadar acı çektiler, kim bilir? Hangi vicdana sığar, küçücük balıklara kocaman oklava ile sopa atmak!..'

Bir önümdeki balıklara, bir anneme, bir babama bakıyordum. Yesem mi yemesem mi? Nasıl kurtulsam yeme mecburiyetinden?

'Ölü balık bunlar!' dedim. Babam:

'Onlar ölü değildi. Sayende sayeban oldular.' dedi.

'Ölü balık yenir mi?'

'Diri balık yenir mi?'

'O zaman?'

'O zaman yiyeceksin. Havuzun içindeki hallerini hayal et, bir de önündeki tabaktaki hallerine bak! Havuzdaki hallerini düşünerek ye! Haydi, başla! Çabuk ye, bitir! Yemeğini ye, sonra dayağını ye! Bekliyorum seni. Çabuk bitir!'

Bu balıkları sadece ben yiyecekmişim. Onlar ağızlarına koymayacaklarmış. Zehirlemezmiş. Cezaymış. Nasıl cezaysa? Başımda bekliyor, yemeğim bitince dövecek. Ciddi... Galiba dövecek. Neden hemen dövmedi peki? Canımı yavaş yavaş alacak. Ne yapsam? Yesem mi? Ya süs balıkları zehirliyse? Ben de onlar gibi ölürsem? Kendileri neden yemiyorlar? Bekliyor. Zorluyor.

'Yemek yerken dokunmayacağım sana. Onu bitirmeni bekliyorum. Çabuk ye!' diyor.

Yemezsem kızar, daha büyük dert açılır başıma. Yiyeyim bari. Bunlar ne kadar güzel balıklardı! Güneşin altında pulları yalbır yalbırdı! Pırıl pırıl parlıyorlardı. Yüzgeçlerini sallaya sallaya yüzüyorlar, gelin gibi süzülüyorlardı... Ya şimdi? Cansız, kızarmış, sıradan tuzlu su balıkları gibiydiler. Tuz ekilmiş, limon sıkılmış üstlerine... Şimdi ben o güzelim balıkları mı yiyecektim? Yiyecektim ya... Zaten öleceklerdi. Atılmasın diye mi? Bana bu işkence niyeydi? En iyisi onları unutmaktı.

Bu balıklar o balıklar değildi. Babam çarşıdan almıştı. Onlar havuzda yüzüyorlardı. Cezayı mükâfata dönüştürerek yemeye başlamalıydım. Karnım açtı ama çok değil... Yemek zamanı değildi. Ekstradandı bu öğün.

Yavaş yavaş yemeye başladım. Babam bakıyor, adeta lokmalarımı sayıyordu. Sabrı taşmak üzereydi. İştahım kapanmasın diye kükremiyordu. İçin için kaynadığının farlındaydım. Yavaş yavaş yiyordum. Çabuk yersem hemen bitecekti. O da beni dövecekti. O beni hiç dövmemişti. İlk defa dövecekti. Ağır ağır çiğniyordum. Dikkatini çekmiş olacak ki en sonunda dayanamadı:

'Çabuk ye, hemen bitir! Neden yavaş yavaş yiyorsun? Sen beni delirtecek misin?' diye bağırdı. Ağzımda küçük bir balık parçası:

'Bu yemek hiç bitmesin! Bitmeyecek! Akşama kadar yavaş yavaş yiyeceğim!'

'Neden?'

'Neden olacak? Yemeğimi bitirdiğimde dövecekmişsin de ondan! Sen dedin!'

Bu cevabı hiç aklına getirmemiş. Bir kahkaha attı!

'Ye haydi ye! Rahat rahat ye! Ben seni döver miyim? Kıyabilir miyim? Benim tatlı, sevimli, akıllı kızım! Hem sen onlarla oynamışsındır, onların ölecekleri aklına gelmemiştir. Sen cici bir kızsın. Merhametlisin. Kazara olmuş, mutlaka. Öyle değil mi?' dedi.

Dayaktan kurtulmuştum hem de benim söyleyeceklerimi o söylemişti. Beraat ettirtmişti beni. Dava sonucu temyizden gelmişti. Onu hiçbir mahkeme bozamazdı. Bir de takdir etti beni:

'Aferin sana! İnkâr etmedin. 'Ben yapmadım!' demedin. Suçu başkasına atmadın. Bu da sonucu ne olursa olsun doğruyu söylemek demektir. Takdir edilecek bir davranıştır. Hep böyle dürüst ol.'

'Babacığım, neden: 'Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.' diyorlar o zaman?'

'Bazı doğrular, bazı eğrilerin işlerine gelmiyor da ondan... Orakların hepsi bir çuvala girer, tek mızrak girmez, bir yerinden deler çıkar mutlaka ama yine de sen mızrak gibi ol! Eğilme, kırıl!' Annem:

'Bizim millet, doğruyu görünce direk gibi doğru olur, eğriyi görünce orak gibi eğrilir. Sen öyle olma!' dedi.

Babam olayı hepten cezasız bırakmak da istemedi, yinelenir falan diye:

'Bu defalık, doğruyu söyleyerek ve beni güldürerek kurtuldun. Bir daha böyle bir şey yapma! Canlıların hepsi can taşıyor. Canları yanıyor. Karıncayı bile incitme! Allah zalimleri sevmez. Oynarken düşün. Tereddütte kalırsan, büyüklerine sor. 'Anne, balıklara vurunca canları yanar mı? Onlar da acı çekerler mi? Ölürler mi?' diye sormuş olsaydın, o sana gerekenleri söylerdi, böyle kötü bir olay olmazdı. Allah, doğru söyleyenleri, dürüst insanları sever. Acımayana acımaz. Merhamet etmeyene merhamet edilmez. En çok zalimlerden nefret eder.' dedi. Annem:

'Tövbe et! Bir daha yapmayacağına söz ver, Allah da affetsin seni, bizim gibi.' dedi.

'O zaman O da ceza vermez mi?'

'Vermez. Bu günahını siler. İstersen, bütün günahlarına tövbe et! Bir daha da asla yapmamaya azmettiğini söyle. Yani Nasuh Tövbesi yap! O tövbe, tövbelerin en güzelidir. Allah ondan çok hoşlanır. Seni çok sever.'

'Bilerek bilmeyerek işlediğim bütün günahlarıma tövbe, Allah'ım!.. Nasuh tövbesi!.. Bir daha canlılara eziyet etmeyeceğim! Günah işlememeye azmettim! Beni affet!' diye dua ettim. Yemeğim bitmişti. Dua ederken açtığım ellerim yağlıydı, avuçlarım açık kaldı. Yüzüme süremedim.

***


Bin Bir Gece Öyküleri - 103

02 Şubat 2012 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 7 yıl önce

    'Bazı doğrular, bazı eğrilerin işlerine gelmiyor da ondan... Orakların hepsi bir çuvala girer, tek mızrak girmez, bir yerinden deler çıkar mutlaka ama yine de sen mızrak gibi ol! Eğilme, kırıl!'

    Muhteşem bir ders. Benzer bir olay oğlumla aramda geçmişti. henüz üç yaşındaydı. Yaz tatilinde köydeydik. Sarı, paçalı tavuğumuz kuluçka olmuş, 15 tane civciv çıkmıştı yumurtalarından. Fakat her gün biri, ikisi eksiliyordu. Suçluyu arıyorduk. Ahmet'i onların peşinden koşarken yakaladık bir gün. Bir köşede kıstırıp avcuna almıştı tekini. "Napıyorsun?" deyince: "Seviyorum, ama onlarlar beni sevmiyor, hep kaçıyorlar" dedi ağlayarak... Öyle küçük ve masumdu ki... Ne tövbeden anlardı ne ölmeyi, öldürmeyi bilirdi. Fakat sevmeyi sevilmemeyi biliyordu işte...Tıpkı öyküdeki küçük kız gibi...Kutladım beğeniyle sevgili Onur Bilge... Hadi..1001 e....