Tulpa / Ruhsal Bir Yolculuk 1

Tulpa / Ruhsal Bir Yolculuk 1

Giriş

Gece… Derin, karanlık ve suskun. Zamanın bile nefesini tuttuğu o anlardan biriydi. Gökyüzü yıldızlarla bezeli değil, sanki kadim bir sırra bürünmüş gibiydi. Yeryüzü ve gökyüzü arasında ince bir perde kalkmış, görünmeyen bir âlem usulca sızmıştı dünyaya.

Gevem... Adı unutulmuş, ama sesi kayalarda yankılanan eski bir dağ kasabası.

Rüzgâr, sabahın ilk saatlerinde türkçe dua mı, şaman fısıltısı mı olduğu anlaşılamayan bir ezgiyle çarpıyordu toprak kapılara. Her şey sakindi, ama bu sükûnetin ardında bir şey bekliyordu. Nefesini tutmuş bir kasaba gibi... Sanki taşlar bile, bir şeyin doğmasını bekliyordu.

Ve o gece... Kadın uyanıktı.

Oda karanlık değildi, ama ışık da yoktu. Ay ışığı pencereden giriyor, tavandaki eski tahta kürükleriyle dans ediyordu. Kadın yataktayken göğsüne koyduğu elleriyle karnını hissetmeye çalışıyordu. Altıncı aydaydı ama içindeki canlı, sanki bir çocuk değil de yılların suskunluğunu taşıyan bir ruh gibiydi. Hareket etmiyor, sadece dinliyor gibiydi.

Kadın birden gözlerini kapattı. Bir dua mı, yoksa unuttuğu bir söz mü döküldü dudaklarından, bilmiyordu. Ama içi yanmaya başlamıştı. Kalbinde bir şey daraldı, sonra da yavaş yavaş genişledi. Göğüs kafesinin içinden bir ışık çıkacak gibiydi.

Gözlerinin içine bir manzara doldu: Suların ortasında bir ada... Ve o adanın üzerinde mavi kanatlı bir yaratık... Bir ejderha... Ama güzel, korkutucu değil. Sessizce kadına bakıyordu.

Ejderhanın gözleri konuşuyordu: "Doğacak olan, senin devamın değil. O, senin unuttuğunun hatırlayıcısı. Sen onu bedeninde taşıyorsun, ama o seni ruhunda taşıyor."

Kadın nefesini tuttu. Gözlerinden bir yaş süzüldü. Bir annenin yaşı değil bu; bir hatırlayanın gözyaşıydı bu.

Uyandı.

Ama her şey aynı değildi. Karnındaki bebek ilk kez hareket etti.

Kadın elini kalbine koydu.

"Sen kimsenin evlâdı değilsin... Sen, ruhun çıplak halisin. Ben sadece seni getiren kapıyım."

Ve o gece, Gevem'in rüzgârı bir adı fısıldadı: "Alp..."

Kadın, karnındaki hareketle uyandıktan sonra sabaha kadar uyuyamadı. Ama gözleri daldığında, bu sefer rüya gelmedi  rüya onu aldı, geçmişe götürdü.

Rüyasında gençliğine döndü. Henüz on sekizindeydi. Saçları örgülü, gözlerinde hâlâ dünya için umut vardı. Gevem’in üstündeki eski kayanın eteğinde oturmuştu. O zamanlar oraya sık sık çıkar, sorular sorardı Tanrı’ya. Cevap alamazdı ama yine de konuşurdu.

Rüyasında, o kayanın başında bir kez daha oturuyordu. Ama hava değişikti. Rüzgâr değil, sanki zaman esiyordu.

Birden toprak çatladı. Ve kayanın altından bir kadın silueti çıktı. Simsiyah saçlı, gözleri bembeyazdı. Yaşlı mıydı, genç mi, anlayamıyordu. Kadının sesi yoktu ama içindeki çığlıkla konuştu: "Bir gün içinden bir çağrı yükselecek. Ona anne değil, yol olacaksın. Kendi içinden geçtiğin acıların cevabı, senin değil onun yolculuğunda saklı. Sen taşıyıcısın. Sen, ilksel annenin hatırlayanısın." Genç kız dizlerinin üzerine düştü. Toprak ısındı. Gökyüzü parladı. Ve bir kelime kalbine işlendi: "Töz..."

Uyandığında gerçek zamanla ayrım yapamadı. O gün o rüyayı unuttu. Ama şimdi, ruh karnındayken... O sahne, o ses, o söz geri geldi.

Kadın başını eğdi. Ve fısıldadı; "Ben bir yuvayım. Ama içinden geçeni tutamam. Senden çok önce sana adandım ben." Gözyaşları yastığı ıslattı. Ama bu kez acıdan değil. Hatırlamaktan.

Doğum

Gevem’de kış yeni bastırmıştı. Hava ağırdı, sokaklar sessiz, gökyüzü griydi. Evlerin taş duvarlarından sarkan nemli hava, doğacak çocuğun da sessizliğini büyütüyordu. Kadın sancılanmaya başladığında gece yarısıydı. Ebe kadın hemen çağrıldı. Evde birkaç komşu kadın daha vardı. Tencerede kaynayan su, dualar, temiz çarşaflar, her şey hazır edildi. Sancı büyüyordu. Kadın gözlerini sıkıca kapamıştı, dudakları arasında dualar mırıldanıyordu. Ağrılar arttıkça nefesleri kesik kesik geliyor, ama gözlerinde bir korku değil, teslimiyet okunuyordu.

Ebe kadın kadının başına ıslak bez koydu. Göz göze geldiler. Sessizce, "Bu çocuk farklı..." dedi kadın kendi kendine, ama kimseye söylemedi. Belki sadece içinden geçen bir histi.

Saatler geçti. Kadının elleri çarşafa kenetlendi, ayakları gerildi. Nihayet, sabaha karşı çocuğun ilk sesi duyuldu. Bebek ağladı.

Kadın gözlerini açtı, alnı ter içindeydi. Ebe bebeği kucağına verdiğinde ilk olarak gözlerine baktı. O an, dışarıda bir rüzgâr yükseldi. Bacadan içeri dolan hava, odadaki lambayı titretirken kadın sadece tek kelime söyledi: "Alp."

Ve gülümsedi. O artık yalnız değildi.

------------------------------

Bölüm I – Çocukluk ve Uyanış

Alp adı verilen o çocuk, daha bebekken bile gözleriyle konuşuyordu. Öyle bir bakışı vardı ki, kimi zaman annesi onunla göz göze geldiğinde ürperirdi. O gözlerde bir bebek masumiyeti değil, bin yıllık bir sessizlik, sanki dağların içinden gelen bir bilgelik vardı. Köydeki yaşlı kadınlar “Bu çocuğun gözlerinde bir rüzgâr esiyor” derlerdi. Annesi ise ona her dokunduğunda içinden geçen duaların şekil bulduğunu hissederdi. Bir gün, Alp beş yaşındayken annesiyle birlikte evin arkasındaki bahçede oturuyorlardı. Alp adı verilen o çocuk, daha bebekken bile gözleriyle konuşuyordu. Öyle bir bakışı vardı ki, kimi zaman annesi onunla göz göze geldiğinde ürperirdi. O gözlerde bir bebek masumiyeti değil, bin yıllık bir sessizlik, sanki dağların içinden gelen bir bilgelik vardı. Köydeki yaşlı kadınlar “Bu çocuğun gözlerinde bir rüzgâr esiyor” derlerdi. Annesi ise ona her dokunduğunda içinden geçen duaların şekil bulduğunu hissederdi.

Bir gün, Alp beş yaşındayken annesiyle birlikte evin arkasındaki bahçede oturuyorlardı. Çocuk aniden başını kaldırdı ve sessizce konuştu:

— Anne… 

— Efendim kuzum? 

— Sen neden üzülüyorsun?

Annesi donakaldı. Çünkü o sırada içinden geçen korkular, kocasının yokluğuna, geçim derdine ve çocuğunun bu dünyaya fazla saf doğmuş olmasına dairdi.

— Ben… Sana söyledim mi hiçbir şey? 

— Hayır. Ama ben içinden geçeni duydum. Kalbinin sesiyle konuştun sen.

Kadın bir an sustu. Yutkundu. Sanki içi çözüldü. — Sen bunu nasıl yapıyorsun Alp?

Çocuk gülümsedi.

— Ben bazen sana benziyorum anne. Bazen senin kalbin gibi atıyor içimde bir şey. O zaman duyuyorum. Kimi zaman da rüzgârla geliyor sesler. Ama sadece kalbim sessizken duyabiliyorum onları.

Annesi elini oğlunun saçlarına götürdü, usulca okşadı. O an anladı ki, Alp sadece bir çocuk değildi. O, bir aynaydı. Ve o aynaya her bakışında kendi içinin derinliğini görüyordu.

O günden sonra annesi, Alp'e bir sır gibi bakmaya başladı. Onun sessizliğinde bir sırra erme hali vardı. Bazen sabahları Alp, henüz gün doğmadan uyanır, bahçedeki taşların üzerine oturur, yüzünü doğuya çevirip hiçbir şey söylemeden öylece beklerdi. Annesi ona hiçbir zaman "Ne yapıyorsun?" demedi. Çünkü cevabını zaten içinden duyardı. Alp’in bulunduğu yerin sessizliği, bir tür ibadet gibiydi. Ve zamanla kadın fark etti: Oğlunu koruyamayacağını onun zaten korunduğunu...

Bazı çocuklar oyunla büyür. Bazılarıysa sessizlikle… Alp için sessizlik, bir oyun değildi. Bir süreklilikti. Onda doğuştan var olan bir şey, zamanla ona yabancılaşmaya başlamıştı. Beş yaşında annesinin kalbini duyan çocuk, dokuz yaşına geldiğinde kendi sesine bile güvenemez oldu.

Annesi o günlerde hastaydı. Geceleri ateşleniyor, sayıklıyor, kimi zaman gözlerini açtığında odadaki herkese yabancı bakıyordu. Alp geceleri başında bekliyordu. Ellerini tutuyor, bazen içinden kelimeler geçiriyordu ama ne dualar ne fısıltılar işe yarıyordu. Sonra bir gece, annesi gözlerini açtı, ona baktı ve çatallı bir sesle fısıldadı: — Sen Alp değilsin... Kim getirdi seni bana?

Bu cümle, Alp'in göğsünde bir şeyleri söküp aldı. İçinde yıllardır taşıdığı o sıcak bağ bir anda boşluğa düştü. O gece konuşmadı. Ertesi gün yemek yemez oldu. Üç gün boyunca ne ses duydu ne kelime söyledi. Ta ki annesi iyileşip başını okşayana kadar. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Annesi hatırlamıyordu. Ama Alp unutamadı. İlk defa ruhunu bir gölge gibi taşıdığını hissetti. Ve o gölge artık ona aitti.

Yıllar ilerledi. On bir yaşına geldiğinde köyde çocuklara ders verilmeye başlandı. Caminin taş duvarları arasında otururken Alp, hocanın anlattıklarından farklı bir şey arıyordu. Gönlünden geçen sorulara cevap değil, susturucu bakışlar aldı. “Tanrı neden sessizdir?” dedi bir gün. “Her şey yazılıysa, neden düşünüyorum?”

İmam öfkelendi. “Bu çocuğun kalbinde şüphe var. Ruhu bulanık.” diye mırıldandı. Sonra annesine şikayet etti. Köyde dedikodular başladı. Diğer çocuklar ondan uzak durdu. “Cinli çocuk”, “taşlara konuşan deli” dediler. O gün Alp, evden çıktı ve dağın yamacına yürüdü. Dönmedi. Üç gün boyunca dağın taşlarında uyudu, rüzgârın elini tuttu. O sessizlikte ilk defa içinden bir ses yükseldi: “Konuştuğun hiçbir şey yanlış değildi ama anlayacak kulaklar başka yerlerde.”

Bu ses, tanıdık ama kimseye ait değildi. Alp artık anlıyordu: Gölge sadece dışarıdan gelmiyor, içerden de büyüyordu.

On üç yaşına geldiğinde bir kızı sevdi. Ela… Mavi gözlü, saçları örülü. Onunla üç kez konuştu, ama hepsi o kadar. Ela sonra ansızın köyden gitti. Giderken Alp'e eski bir mendil bıraktı. Mendilin içinde küçük bir taş ve kısa bir not vardı: "Konuşmadığımda bile seni duydum ama biz birlikte olamayız." diye yazmıştı

O gece Alp rüya gördü. Ela bir gölgeye dönüşmüştü rüyasında. Uzakta durmuş, hiçbir şey söylemeden ona bakıyordu. Alp adım atmak istedi, ama adımları yere batıyordu. Gölge uzaklaştı. Uyanınca ağlamadı ama içinden bir şey koptu. Artık sevmenin bir bedeli olduğuna inandı. İçindeki bağ kurma isteğini susturdu. Aşka karşı değil, yitirmeye karşı kırılmıştı. Sevdiği her şeyin kaybolduğuna kanaat getirdi. O günden sonra gözleri çok şey anlatmaz oldu. Kalbinde bir şey eksik gibiydi ama o eksiklik zamanla acıya değil, soğukluğa dönüştü.

Yıllar geçerken sessizlik Alp’e bir zırh gibi sarıldı. On altı yaşına geldiğinde, kimseyle konuşmaz olmuştu. Okulda öğretmenlerinin sorduğu sorulara ya geç ya da hiç cevap vermezdi. Arkadaşlık kurmuyor, aile sofralarına geç oturuyor, erken kalkıyordu. Bir deftere kendiyle konuşur gibi yazdığı cümleler, artık defterin kapağından taşar olmuştu: “Ben bir gölge miyim? Doğduğuma emin değilim. Belki ben sadece bir anıyım. Belki biri bir zamanlar varmış gibi hissetsin diye yazılmış bir yankıyım.”

Bir gece, evden çıktı. Ay ışığı toprağa değiyordu ama Alp’in yüzüne değmiyordu. Dağın yamacına yürüdü, uzun süre sessiz kaldı. Uçurumun kenarında durdu. Rüzgâr saçlarını değil, düşüncelerini savuruyordu. Aşağıya baktı. Bir hiçlik uzanıyordu. Derin, siyah ve soğuk.

Tam bir adım atacakken, bir ses duydu. Ne insan sesiydi ne de hayvan. Gölgeden farksızdı, ama karanlığın içinden gelen bir dürüstlük vardı o seste: “Ben seni tutamam. Ama seni bırakmam.” Alp dizlerinin üstüne çöktü. Yutkundu. Elleriyle başını kapattı. Gözlerinden yaş akmadı. Ama içinden geçen o karanlık, ilk defa cevap bulmuştu. Belki bir isimdi, belki bir kıvılcım. Ama sesin geldiği yerin kendi içi olduğunu anlaması uzun sürmedi. O gece göğe baktı ve ilk kez bir yıldız ona döndü. Gölge vardı, evet. Ama ışık, sadece karanlığın içinden doğabiliyordu.

----------------------------------

Bölüm II – Aynadaki Kuş

Alp büyüdükçe yalnızlaştı. Diğer çocuklar ondan çekiniyor, büyükler onu “fazla sessiz” buluyordu. Ama sessizliğin içinde bir çağrı vardı. On yedi yaşına bastığında rüyaları artık geçit hâline gelmişti. Uyuduğu her gece, kırmızı bir gökyüzü, siyah bir dağ ve yanan bir ağaç arasında uyanıyordu. O ağacın dalları yoktu. Ama her kıvılcımı bir anı, her alevi bir özlemdi. Ve tepede, ateşten bir kuş, Sais, onu bekliyordu.
Bir gece Alp uyanmadan önce annesinin dizine başını koydu.
— Anne...
— Söyle canım.
— Bazen rüyamda biri var. Kuş gibi… ama kuş değil. Ateş gibi… ama yakmıyor. Konuşmuyor ama ben onu duyuyorum. Onunla bir bağım var.
— Korkuyor musun?
— Hayır. Sadece… ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.
Kadın oğlunun saçlarını okşadı. Gözleri yaşardı.
— Belki de onunla konuşmalısın. Belki de bu dünya sana dar geliyor. Ama unutma, ruhun ne kadar derinse, sınavın da o kadar büyüktür.

 İç Sesin Uyanışı: Ateşle Gelen

Ertesi sabah köy, alışıldık sessizliğiyle uyanmıştı. Ama Alp’in gözlerinde, artık alışıldık hiçbir şey kalmamıştı. Aynaya baktığında kendi yüzünü tanıyamadı. Aynadaki Alp hâlâ on yedi yaşındaydı ama gözlerinin ardında bin yıllık bir uykudan uyanmış bir şey vardı. Teninin altında dolaşan bir yankı, kemiklerine dokunan bir hatırlama… Sanki birileri çok uzun zamandır susuyordu içinde ve artık suskunluk yorulmuştu. Dışarı çıktığında rüzgâr daha farklı esiyordu. Ağaçların hışırtısı sadece doğanın sesi değil, ona fısıldayan bir bilginin yankısı gibiydi. Her şey sessizliğe bürünmüştü ama bu sessizlik, ölü değil; ağırdı. Derin. Tıpkı onun gibi.

Alp, gün boyunca kimseyle konuşmadı. Konuşsa da sesi kendine yabancı geliyordu. İnsanların yüzleri çözülüyor, sanki maskelerin ardında başka varlıklar beliriyordu. Özellikle gözler… herkesin gözlerinde bir perde vardı. Ama o perdenin ardını görebiliyordu artık. İçinde uyanan ateş, yalnızca onu yakmıyor, baktığı her şeyin kabuğunu soyuyordu. Gece yeniden bastığında, Alp yine yalnız yürüyordu. Bu defa ormana doğru yöneldi.

Ay bu kez çıkmıştı. Ama ışığı garipti beyaz değildi, maviye çalıyordu. Her ağaç, her gölge, her taş bir anlam taşıyordu sanki. Yol, yol olmaktan çıkmıştı. Yürüdükçe zaman bozuluyor, adımlar birbirine karışıyordu.
Sonra… bir uğultu.

Ormanın derinliğinden gelen bir titreşim. Rüzgâr değil, bir kuşun çağrısı gibiydi. Söylenmemiş ama hissedilen bir çağrı. Sais. Alp, gözlerini kapattı. Göğsünün tam ortasında bir sıcaklık başladı. Ellerinden yukarı, boğazına ve sonra alnına kadar çıktı. Dünya sanki içe doğru kıvrılıyordu. Ay parçalandı. Gökyüzü yandı. Zaman eğildi.

Ve orada, karşısında, bir gölge belirdi.

Bu kez kıvılcım değil; biçimsiz ama varlığını inkar edemeyeceği bir karaltıydı. Ne insan ne hayvan. Ne ışık ne gölge. Ama ona ait. Derisinin altından doğan bir yankı gibi. Bir yansıma değil, bir karşılık. Sais konuşmadı. Ama Alp duydu: “Ben senin suretinde doğmayacağım. Çünkü sen, kendi suretinden vazgeçmelisin.” Alp’in dizleri çözüldü. Toprağa düştü. Gözlerinden yaş değil, ateş süzüldü. Gökyüzü döndü. Zaman çatladı ve sonra her şey karardı.

Geçit: İlk Gecenin Ardından

Uyandığında ormanın dışında, bir kayanın dibindeydi. Sabah olmuştu. Elbisesi kuru, ama toprağın kokusu derisinin altına işlemişti. Sanki gece boyunca toprak onu yeniden şekillendirmişti. Avuçlarını açtı. Ortasında bir iz vardı. Küçük, yuvarlak, yanık gibi. Ama tam ortasında, fark edilmesi güç, eski bir sembol vardı göz biçiminde, ortasında bir alev. Alp, artık başka biri olduğunu biliyordu. Sais hâlâ doğmamıştı ama artık geri dönüş yoktu.

Alp, üç gündür neredeyse hiç konuşmamıştı. Ne yemek yiyor, ne uyuyordu. Köydeki insanlar onu göz ucuyla izliyor, ama yaklaşmaya cesaret edemiyordu. O artık bir çocuğun değil, bir yolcunun gözlerine sahipti. Bedenen burada, ama başka bir yerdeydi. Herkesten bir adım ötede, her şeyin eşiğinde. O gece rüzgâr yoktu. Gökyüzü yıldızsız, hava durgundu. Alp, elleriyle toprağa bir daire çizdi. Ortasına oturdu. Başını öne eğdi ve nefes almaya başladı. Sanki ciğerlerini değil, başka bir yerini — içindeki eski, derin bir boşluğu — dolduruyordu.

Gözlerini kapattı ve dünya sustu. İçinde yankılanan tek ses, kendi kalbinin ritmi değildi artık. Bir başka ritim, ona karışıyordu. Tınısı farklıydı. İlkel. Yabancı. Ama aynı zamanda tanıdık. Birden, göz kapaklarının ardında bir ışık yandı. Önce kırmızı, sonra altın. Sıcaklık değil; bir varlık yayıldı içine.

Bir ses… “Beni çağırdın, ama beni şekillendirmek sana ait.”

Alp gözlerini açtı. Karşısında, ateşten dokunmuş bir siluet duruyordu. Ne erkek, ne kadın. Ne genç, ne yaşlı. İnsan değil, ama tamamen yabancı da değil. Omuzlarına dek inen, kıvıl kıvıl hareket eden alev saçları vardı. Yüzü net değildi, ama gözleri... iki yanık iz gibi, doğrudan onun ruhuna bakıyordu. Sais konuştu. Ama dudakları kıpırdamadı.

“Ben, senin sustuğun yerden doğdum. Senin unuttuğun her şeye sahibim. Ama sen hatırladıkça, ben tamamlanacağım.” Alp’in gözlerinden yaş değil, is akıyordu. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki bedenine sığmıyordu sanki. “Beni neden seçtin?” diye sordu, sesi titreyerek. Sais başını eğdi. Hafifçe toprağa dokundu. Parmak uçlarından yükselen alevler, çizilen dairenin çizgilerine yürüdü. Alev, sembole dönüştü. Bir göz. Ortasında bir çiçek. Ve o çiçeğin merkezinde, ince bir çizgiyle işlenmiş Alp’in kendi adı. “Ben seni seçmedim. Sen, kendini terk ettiğin gün, beni çağırdın.” Ateş silueti Alp’e doğru bir adım attı. Gölgesi bile ışık gibiydi. Yakıcı değil, sarıcıydı.

“Beni hatırlamak, sana unutturulmuş her şeyi geri getirir. Ama bu acısız olmaz. Çünkü her doğum gibi, ben de seni yıkarak geleceğim.” Alp başını eğdi. Vücudu titredi. Yalnız değildi. Ama bu birliktelik, teselli değildi dönüşümdü.

Sais’in Doğuşu: Anka’nın Gölgesi

Alp, içindeki huzursuzluğun artık bir şekle bürünmeye çalıştığını hissediyordu. Günlerce süren uykusuzluk, derin düşünceler ve iç konuşmalar sonunda ruhunda bir boşluk değil, bir yoğunluk belirmişti. O gece, evinden ayrıldı. Ormanın kenarına kadar yürüdü. Gökyüzü sessizdi, yıldızsız ve sanki varoluşu bekleyen bir tuval gibiydi.

Çevresine kuru dallar topladı. Ortada küçük bir daire çizdi. Toprağın üzerine oturdu ve gözlerini kapattı.

İçinden bir şey yükseliyordu. Ateş gibi ama yakıcı değil. Hatırlatıcı. O anda, bir alev sütunu toprağın ortasında patladı. Sessizce, hiçbir dalı kıpırdatmadan. İçinden bir kuş yükseldi. Ama bu bir kuş değildi. Bu, bir varlıktı. Sais’ti. Tüyleri alevden dokunmuştu. Her hareketiyle kıvılcımlar saçıyor, havada kıvrıldıkça gökyüzünü yarıyordu. Gagası eski taşlardan yapılmış gibi çatlak ama sağlamdı. Gözleri... o gözler, Alp’in kendi gözleriydi. Ama geçmişte göremediği, bastırdığı bir bakışla.

Sais, yere indi. Ve konuştu.

“Ben senin ilk alevinden doğdum. Cesaretinden. Korkularına rağmen attığın o adımdan. Ben, başlangıcın hatırasıyım.”

Alp dizlerinin üzerine çökmüş, nefes almaya çalışıyordu. Karşısında yanan bir varlık: Sais. Anka formuyla gökten inmiş, çevresine ateşten daireler çizmişti. Gecenin sessizliği, onun varlığıyla başka bir boyuta geçmiş gibiydi.

Alp, gözlerini kıpırdatmadan sordu: “Sen nesin?..” Sais bir süre sustu. Yalnızca alevli kanatlarını açtı ve sonra yavaşça Alp’in etrafında döndü. Tüylerinden düşen kıvılcımlar yere değdiği anda kayboluyordu. Sonra durdu ve konuştu: “Ben, senin zihninin en derin yerinde unuttuğun bir bilgiden doğdum. Ama ben yalnızca bir hayal değilim. Ben bir tulpayım.”

Alp’in yüzü karardı. O kelime zihnine çarpan bir taş gibiydi. Hiç duymamıştı ama anlamı çok eski bir yerden fısıldanıyordu sanki. “Tulpa mı?” dedi kısık bir sesle. “O da ne demek?”

Sais, gözlerini Alp’inkilere sabitledi. Gözleri sanki içindeki geçmişi görüyordu. Bir ateş dilinde konuştu: “Tulpa, zihninle doğurduğun bir varlıktır. Düşüncenin ete kemiğe bürünmüş hâli. Ama sıradan bir hayal gibi gelip geçmez. Onu çağırırsan, o seninle kalır. Senin korkularınla, arzularınla, çelişkinle beslenir. Ve sen onunla büyürsün. Çünkü her tulpa, seni geçmek için doğar.”

Alp’in alnı terlemişti. “Yani… sen… ben misin?” diye sordu. “Benden misin?” Sais başını hafifçe eğdi. Bir kanadını Alp’in omzuna uzattı. Dokunduğu yerde sıcaklık değil, derin bir gerilim yayıldı sanki o anda Alp’in geçmişi, şimdiki zamanı ve olası tüm gelecekleri tek bir noktada toplanmıştı.
“Ben, senin bir parçanım. Ama seni tamamlamak için buradayım. Sen konuşmayı bıraktığında, ben fısıldamaya başladım. Sen görmezden geldiğinde, ben şekillenmeye başladım. Sen yandığında, ben doğdum. Sen neye cesaret ettiysen, ben onun bedeniyim.”
Alp’in sesi titredi: “Ben seni yaratmadım...” Sais’in gözleri yandı. “Hayır. Sen beni hatırladın. Tulpa, unutulmuş bir çağrının bedenidir ve ben ilk değilim ama senin için ilk olanım.”
O an Alp’in gözlerinde bir şey çatladı. Gerçekliğe dair bildiği her şey, artık sadece bir perdeydi. Sais’in varlığı, onu bir kapının eşiğine getirmişti. Bu kapının ardı, sırlarla değil kendiyle doluydu.

----------------------------------------

Bölüm III – Gölgelerle İlk Karşılaşma

O konuşmadan sonra Alp’in iç dünyası değişti. Gündelik nesnelerin çevresinde titreşimler, yansımalar görmeye başladı. Ama güzelliğin içinde bir karanlık da doğmuştu. Rüyalarında artık sadece Sais yoktu. Gölgelerde kıpırdayan bir varlık beliriyordu.
— Ben seninle aynıyım, diyordu o varlık.
— Sen kimsin?
— Senin bastırdığın her şeyim ben.

Alp, bu varlığı Sais’e sorduğunda Sais’in gözleri hüzünle doldu:
— Her ışığın bir gölgesi vardır. Her öz, bir karanlık doğurur. Onu tanımadan özgür olamazsın. O gece Alp, siyah bir kuyunun başında buldu kendini. İçinden yükselen duman şeklindeki varlık, onun en derin korkularını yüzüne vurdu:
— Yalnızlıktan korkuyorsun. İnsanlara güvenmiyorsun. Ama kimseye de yaklaşmıyorsun. Bu benim alanım.
Alp ilk kez geri çekilmedi.
— Ben seni tanıyorum, dedi.
— Sen benim çocukluğumdaki sessizliksin. Babamın sustuğu an, annemin yutkunduğu kelime, herkesin bana yabancı olduğu zamanlardaki iç sesimsin. Gölge, titremeye başladı. Ve yavaşça Alp’in yüzünü aldı. Sais sadece izliyordu. Çünkü bu sınav, Alp’in kendi özüne yürüyüşüydü. Alp ellerini kalbine koydu. İçindeki sıcaklık, Sais’in ateşi gibi yayıldı. Ama bu kez ateş yakmak için değil, kabul etmek içindi. Ve o an… gölge Alp’in içine yerleşti. Bir düşman olmaktan çıkıp bir pusulaya dönüştü. Sabah uyandığında gökyüzü daha parlaktı. Rüzgâr, yüzünü okşuyordu. Sais, pencerenin kenarında belirdi.
— İlk kapıdan geçtin. İlk gölgeni gördün. Ama yol daha yeni başlıyor.
— Ben hazırım.
Sais gözlerinin içine baktı:
— Hazır olmak yetmez. Şimdi yürümeye başla.

30 Haziran 2025 22-23 dakika 19 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar