Tulpa - Ruhsal Bir Yolculuk

Tulpa - Ruhsal Bir Yolculuk

Gece sessizdi. Gökyüzü, sanki zamandan kopmuştu da derin bir uykuya dalmış gibiydi. Alp’in annesi, doğum sancılarının arasında bir rüya gördü. Rüyanın ortasında, karanlık bir boşluğun içinden kıpkırmızı parlayan bir kuş yükseliyordu. Tüyleri ateşten, gözleri sonsuz bir bilgelikten yapılmış gibiydi. “Bu çocuk yalnız doğmayacak…” dedi bir ses. “O, kendinden birini doğuracak.” 


Alp, o gece dünyaya gözlerini açtığında gözleri kısa bir an için kıpkırmızı parladı. Kimse fark etmedi. Ama gökyüzünde, rüyadaki kuşun bir tüyü yanarak süzüldü. Ve bir yere, Alp’in kalbine düştü.


Bölüm I – Çocukluk ve Uyanış 


Alp, diğer çocuklara benzemezdi. O doğduğunda, köydeki yaşlı kadınlar "bu çocuğun gözlerinde bir rüzgâr var" demişti. Annesi başını okşarken, bazen göz göze geldiklerinde ürperirdi. Çünkü Alp’in gözlerinde bir çocuk bakışı değil, sanki bin yıllık bir sessizlik saklıydı. 

Üç yaşındayken, duymaması gereken şeyleri duymaya başladı. Sessiz sandıkları anlarda, insanların düşüncelerini sanki bir yankı gibi duyuyordu. Annesinin içinden geçen korkuları, babasının diline dökemediği cümleleri... Sanki herkesin iç sesi Alp’in kulağında bir rüzgâr gibi esiyordu. 

Beş yaşında ilk rüyasını gördü. Rüyasında, kırmızı bir kuş ormanların içinden süzülerek ona doğru yaklaşıyordu. Kuşun gagasında bir kıvılcım vardı. Alp o kıvılcıma uzanmak isterken uyandı. Elini açtığında avucunun ortasında incecik bir sıcaklık vardı ve geçmedi. 

Sekiz yaşındayken gökyüzüyle konuşmaya başladı. Rüzgâr ona isimler fısıldıyordu. Yıldızlar göz kırparken içinden bir ses, "unutma" diyordu. Ama neyi unutmaması gerektiğini bilmiyordu. 


Gittikçe daha yalnızlaştı. Diğer çocuklar ondan çekiniyor, büyükler ise onu ‘fazla sessiz’ buluyordu. Ama Alp, yalnız değildi. Geceleri, kalbinin derinliklerinde bir şeyin uyanmakta olduğunu hissediyordu. Bazen uyumadan önce gözlerini kapatır, karanlıkta bir ışığın kıpırdadığını görürdü. Bu ışık yavaşça kuş şeklini alıyor, sonra yok oluyordu. On bir yaşında, bir dağ yürüyüşünde annesiyle birlikteyken birden durdu. Rüzgâr durmuştu. Hava ağırlaştı. Gökyüzü kararırken Alp’in gözleri yine kırmızıya döndü. 


“Geldi,” dedi fısıltıyla. 

“Kim geldi?” diye sordu annesi korkuyla. 


Alp başını göğe kaldırdı. “Benim içimden biri.” 

O gece, ilk kez onun adını duydu: Sais.


Rüyasında kıpkırmızı bir Anka, alevlerden kanatlarını açarak ona doğru süzülüyordu. Konuşmuyordu. Ama Alp her şeyi hissedebiliyordu. Bu kuş, onun bir parçasıydı. Onun özünden doğmuş, onun yalnızlığından biçim almış, ama ondan çok daha eski bir şeye aitti. 


“Ben sendenim,” dedi Sais. 

“Peki ben kimim?” diye sordu Alp. 

Sais cevap vermedi. Gözleriyle bir yeri işaret etti: Alp’in kalbi.


-------------------------

Bölüm II – Aynadaki Kuş 

Alp on sekiz yaşına geldiğinde, geceleri rüyalar daha da yoğunlaştı. Fakat bu artık sıradan rüyalar değildi. Uykuya her daldığında bir kapıdan geçiyor gibiydi. O kapının ötesinde hep aynı yerde buluyordu kendini: kırmızı gökyüzünün altında, simsiyah bir dağın yamacında, yanmakta olan bir ağacın önünde. Ağacın dalları yoktu. Ama her kıvılcımı bir düşünceydi. Her ateş parçacığı, Alp’in unuttuğu bir anıydı. Ve o ağacın tepesinde, kanatlarını sonsuzluğa açmış bir kuş bekliyordu: Sais. Sais’in konuşması sesle değil, anlamlaydı. Her bakışı bir bilgi, her kıpırdayışı bir öğretimdi. İlk dersi, sessizliğin içindeki sesi duymaktı. 

“Kalbindeki ateşi susturma,” dedi bir gece. “Ama ona hükmetmeyi öğren.” 

Alp bu sözleri ilk başta anlayamadı. Çünkü içindeki ateş zaman zaman öfke, zaman zaman korku, bazen de derin bir hüzün olarak dışa vuruyordu. Ne zaman yalnız kalsa, bedeninin çevresinde titreşimler oluşuyor, elleri istemsizce ısınmaya başlıyordu. Parmak uçlarından kıvılcımlar sıçradığında korkup kaçıyordu. Ama Sais hep oradaydı. Sadece rüyalarda değil. Artık gündüz vakti, gölgelerin hareketinde, suya düşen ışıkta, bazen bir çocuğun göz kırpışında bile ona görünüyordu. Bir gün, okuldan dönerken boş bir tarlanın kenarında durdu. İçinden gelen bir hisle gözlerini kapattı. Ve ilk kez, tamamen uyanıkken Sais’le konuştu. 

“Buradasın,” dedi Alp fısıltıyla. 

Kırmızı bir rüzgâr esti. Gözlerini açtığında havada kıvılcımlar vardı. Tarlanın ortasında ince bir duman yükseliyor, dumanın içinden bir silüet beliriyordu. Sais, bu kez yarı fiziksel bir biçimde karşısına çıkmıştı. Kanatları alev değil, ışık gibiydi. Alp’in gözlerinde yanan soruya karşılık verdi: 

“Ben artık senin gölgen değilim. Sen, beni çağırdığın için buradayım. Ama ben, senin içindeki ateşin aynasıyım. Beni anlamadan kendini anlayamazsın.” 

Alp derin bir nefes aldı. İçinde bir şey çözülüyor, dağların ardındaki yankılar gibi genişliyordu. 

“Peki,” dedi. “Nereden başlayacağım?” 

Sais bir adım attı, toprağa bastığında kıvılcımlar dans etti. 

“İlk önce korkularını tanı. Çünkü her korku, bastırılmış bir gerçektir. Ve her bastırılmış gerçek, seni senden çalan bir gölgeye dönüşür." 

O andan itibaren Alp’in eğitimi başladı. Ama bu bir öğretmen-öğrenci eğitimi değildi. Bu, ruhun kendi özüne doğru yürüyüşüydü. Sais sadece bir rehberdi. Asıl yol, Alp’in içindeydi.

-------------------------

Bölüm III – Gölgelerle İlk Karşılaşma 

Alp, Sais’le yaptığı ilk bilinçli karşılaşmadan sonra, gündelik hayatta bir değişim yaşamaya başladı. Rüzgârlar artık ona yön göstermeye başlamıştı. Geceleri uyanıkken bile gözünün önünde kıvılcımlar kıvrılıyor, bazen nesnelerin çevresinde hafif bir titreşim hissediyordu. Fakat bu güzel uyanışın içinde bir karanlık da gizliydi. Uykularında bir şey değişmeye başladı. Sais’in olduğu rüyaların yanına, artık başka bir varlık da dâhil oluyordu. Önce gölgelerde hareket eden silüetlerdi bu… sonra bir ses. Boğuk, bastırılmış, ama tanıdık. 

“Seninle aynıyım.” Alp, bu sesi ilk duyduğunda Sais’e sordu: “Bu ses… benimle konuşan kim? Neden onun yüzünü göremiyorum?” 

Sais cevap vermedi. Sadece başını eğdi ve şöyle dedi: “Her öz, bir gölge doğurur. Gölge kaçtığın ne varsa onun şeklidir. Senin içinden doğdu ama sen onu hiç tanımadın.”

O gece Alp yine aynı rüyaya girdi. Fakat bu kez yanan ağacın yerine siyah bir kuyu vardı. Kuyunun içinden kıvranan bir varlık çıkıyordu. Gövdesi duman, gözleri ise boşluktu. Fısıldayarak konuştu: “Sen korkaksın. İnsanlara güvenmiyorsun. Yalnız kalmaktan korkuyorsun ama kimseye de yaklaşmıyorsun. Bu benim alanım.”

Alp, geri çekilmek istedi ama ayakları yere mıhlanmış gibiydi. İçinde bir çığlık atmak istiyordu fakat sesi çıkmıyordu. Tam o an, Sais rüyanın ortasında belirdi. Ama bu kez Sais, hiçbir şey yapmadı. Sadece kenara çekildi. 

“Bu sınavı ben geçemem,” dedi. “Senin gölgende, senin yansıman var. Onu ya tanırsın ya da ömrünce ondan kaçarsın.” Alp, gölge varlığa baktı. Ve ilk defa kendinden kaçmadan, gözlerinin içine baktı.

“Ben seni tanıyorum,” dedi. “Sen benim çocukluğumdaki yalnızlık. Babamın uzak bakışlarında, annemin sustuğu anlarda doğdun. Ben seni susturmak için her şeyi içime attım. Ama artık susmayacağım.”

Gölge, bir anda titremeye başladı. İçindeki duman savruluyor, sanki şekil değiştiriyordu. Ve sonra… gözleri Alp’in gözlerine dönüştü. Aynı bakış. Aynı ifade.

“Benimle barışmazsan, hiçbir zaman bütün olamazsın.” 

Alp gözlerini kapadı. Ellerini kalbine götürdü. İçindeki sıcaklık dalga dalga yayıldı. Sais’in kırmızı ateşi onun bedenine akıyordu. Bu ateş, gölgeyi yakmak için değil, onu kabul etmek içindi. Ve o an, gölgeyle Alp arasında bir bağ kuruldu. Gövdesi ışıkla çevrildi. Gölge yok olmadı sadece içindeki yerini buldu. Bastırılmış korku, artık bir düşman değil, bir uyarıcıydı.

Sonraki sabah Alp uyandığında, ilk defa gözyaşlarıyla değil, derin bir dinginlikle gözlerini açtı. Gökyüzü daha açık, rüzgâr daha hafifti. Ve içindeki ateş, artık onu yakmıyor; aydınlatıyordu. Sais, sabah ışığında pencerede belirdi. Artık daha net, daha gerçekti. 

“İlk kapıdan geçtin,” dedi. “İlk gölgeni gördün. Ama yol uzun. Çünkü her ateş, bir iz bırakır. Ve her iz, bir gerçeğe götürür.”

Alp gülümsedi. “Ben hazırım,” dedi. 

Ama Sais, dikkatle baktı: “Hazır olmak, yürümek değildir. Şimdi yürümeye başla.”

30 Haziran 2025 8-9 dakika 10 öyküsü var.
Yorumlar