Tutku 2.bölüm

Uzun taş yollar havanın ağır matem rengiyle birleşince Dük Whitsorm'un içinde ki hüzün daha da belirgin oluyordu sert yüz hatlarından. Karısı Düşes Lindsey arabanın penceresinden geçtikleri tozlu yolları seyrederken içinde zerre pişmanlık hissi yoktu. Sonuçta bu onun Kraliçeye karşı kazandığı ilk galibiyetti. Yıllar boyu kocasını onun elinden almaya çalışan bir kadın için bu tarif edilemez bir mutluluktu.

Hemen arkalarında, onları takip etmeye devam eden arabada ise Anthony ve Maya karşılıklı iki pencereden kafalarını dışarı uzatmış sıkıntıdan yolu seyretmeye devam ediyorlardı. Hafif hafif çiselemeye başlayan yağmurun farkına varan dadıları Bayan Angeyl çocukları otoriter bir ses tonuyla uyarıp kafalarını içeri sokmalarını istedi. Gidecekleri yol; çok uzun ve böyle kötü bir şekilde yola çıktıkları içinde konvoyda ki herkesin yüzü asıktı. Kimse kimsenin yüzüne bakmazken Düklerinin yaşadığı utancı ve çaresizliği sanki onlarda paylaşıyor gibiydiler.

Sarayda ise durum birbirini takip arabaların oluşturduğu konvoydan pek de farklı değildi. Dışarıda ki havanın soğuması ve aniden bastıran yağmurun haşin sesine inat içeriyi ısıtmak için nedimelerden biri Kraliçenin odasında ki şömineyi yakmaya çalışırken kraliçenin yatağında uyuyan John ise hala uykusunun içinde iç çekiyordu. Maya ve ailesinin bir daha saraya gelmeyeceğini öğrendiği andan, onlara yetişemediği anın acısıyla annesinin karşısına dikildiği son ana kadar bu saçma gidişe hiçbir anlam verememişti. 'Neden?' İşte bu sorunun cevabını belkide hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Maya'yı neden bir daha göremeyecek olduğunu anlayamayacaktı. Annesi sonradan hiçbir saçma umuda kapılmaması için kendi ağzıyla söylemişti. 'Dük Withsorm ve ailesi artık bu sarayda olmayacaklar. Uzak.' Dedi ve derin bir nefes alıp tekrar konuşmaya devam etti Isabel 'Çok uzak bir yerde yaşayacaklar.' Oğlunun bitmek bilmeyen sorularına ise 'Ben de bilmiyorum. Böyle olmak zorundaydı. Onlar içinde, bizim içinde böylesi en iyisi.' Deyip gözyaşlarını oğlunun, biricik veliaht prensinin önünde dökmemek için insanüstü bir çaba sarf edip güçlükle kendini durdurabilmişti.

Şimdi veliaht prens annesinin sıcacık yatağının içinde, hıçkırıklar arasında uyurken kendisi odanın vitray süslemelerle dolu yüksek pencerelerinden sarayın önünden uzayıp giden yola bakıyordu. Asla istemediği bir hayatı bundan sonra daha yalnız geçireceğini bilse de en azından Dükün yaşadığını, bir yerlerde nefes aldığını bilmek içini bir parçada olsun rahatlatıyordu.

Pencerenin önünde, yağan yağmurun cama vuruşunu seyrederken en güvendiği nedimesi Wilma yanına gelip elinde ki ipek mendili kraliçesine uzattı. 'Biliyorum. Acınız hafifletmez ama Dük Withsorm giderken sizi bana emanet etti. Ne olur kendinizi yalnız hissetmeyin efendim.' Diyerek teselli vermeye çalıştı.

Nedimesi odadan çıkarken Isabel sakin adımlarla oymalı ahşap yatağın yanına gelip üstünde ki şalı yatağın kenarına bıraktı ve oğlunun yanına kıvrılıp gözlerini kapattı. Sessizce ağlıyor, acısını oğlundan aldığı güçle bastırıyordu. Tek sığınağı bu güçsüz, cılız bedendi.

Aynı saatlerde Dük ve beraberinde ki konvoy saraya 10 saatlik mesafede ki Seylton kasabasına gelmişlerdi bile. Sen Petersburg manastırında kalmak için Manastırdan sorumlu olan rahipten izin alarak içeri girdiler. Geceyi orada geçirip sabah erkenden yola koyulacaklardı. Maya ve Anthony gözlerini ovuşturarak manastırdan içeri girerken Düşes Lindsey kendilerine verilen odanın penceresinden dışarı bakıyordu. Birden gelen gök gürültüsü sesiyle olduğu yerde irkildi, elinde tuttuğu gümüş tespihi avucunun içinde sıkıp 'Tanrım. Bize merhamet et. Yüce İsa ve kutsal Bakire Meryem anamız adına sana yalvarıyorum. Bundan sonra her şey çok güzel olsun.'

Lindsey ve çocukların dadısı aynı odada kalırken Dük ve yardımcısı Marcus manastırda ki başka bir odada sabahladılar. Dük sabaha kadar bir kez olsun kırpmadı gözünü. Aklında sadece Kraliçe vardı. Onun ne kadar yalnız olduğunu ve şu an ne çektiğini çok iyi biliyordu. İki gündür bir dakika bile uyumayan gözleri o sabahı da gene ilk önce karşılamıştı.

Sarayda da her şey aynıydı. Dükün ardından başlayan dedikodular bitecek gibi görünmüyordu ama bu da geçecekti. Her şey de olduğu gibi yeni bir dedikodu peyda olana kadardı saltanatı. Kraliçe odasında şömineyi harlayan nedimesinin kıpırtılarıyla uyandı. Sabaha karşı dalmıştı. Kaç gecedir o da uyuyamıyordu. Uyandığında ise oğlu John'un terlemiş alnına dokundu. Ateşi yoktu ama soğuk terler döküyordu. Nedime; Kraliçenin yüzüne bakarak 'Belki kâbus görmüştür kraliçem.' Deyip sakinleştirmeye çalıştı.

O sabah manastırdan ayrılan Dük Withsorm ve ailesi gene yollara koyulurken Kraliçe ise tüm günü odasında geçirdi. John'da bu durumu kabullenmiş görünse de dünden kalma yağmur kokusu eşliğinde saray bahçesinde sessiz sedasız birkaç saat geçirip tekrardan annesinin odasına gelerek yatağa yattı. Tek bir kelime bile etmemiş, kimseye bir şey sormamıştı. Bildiği bir tek şey varsa o da Maya'yı bir daha hiç göremeyeceği ve kime sorarsa sorsun gerçek bir cevap alamayacağıydı.

Maya ise o akşamüzeri atları soluklandırmak için mola verdikleri kasabada yemek yemek için bir hana girdiklerinde öğrenecekti her şeyi. Masanın en ucuna oturmuş her zaman ki kibarlığıyla yemeğini bitirmeye çalışırken Anthony'nin ağzından kaçan bir laf tüm gerçeği ortaya döküyordu. 'Anne. Bir daha saraya hiç gitmeyecekmişiz. Doğru mu bu?'-Düşes Lindsey 'Evet. Bir daha oraya gitmeyeceğiz. Bunu düşünmeyin siz. Yemeğinizi yiyin.' Deyip kendi yemeğinden yemeye devam etti.

O geceyi de kasabada ki kilisenin misafirhanesinde geçirip tekrar yola koyuldular. Ama bu kez düşünme sırası Maya'daydı. John kadar mıydı üzüntüsü bilinmez ama o da içinde ki buruk hissin farkındaydı. Sabah erkenden yola koyulup gene uzun yollar aştılar, gene bir sürü köy, kasaba, kayalıklar, ağaçlık alanlar, sonbaharın hüznünün yerleştirdiği buruk bir gökyüzünün altında ara ara yağmur yağarken onlarda bir dönemden bir başka döneme geçiş yapıyorlardı.

Gece olup hava iyice soğuyunca Dük, Marcus'un uyarısına 'Tamam. Dediğin gibi olsun.' Diyerek uydu ve geceyi geçirebilecekleri bir kasabaya yol almaya başladılar.

Hamilton kasabasına geldiklerinde dikkatlerini çeken ilk şey hiçbir yerden silik bir ışığın bile gelmiyor oluşuydu. Sanki kasaba hayalet bir şehre dönüşmüş gibi geçtikleri tüm yollarda atlı arabaların tekerlerinden çıkan takırtılardan başka ses gelmiyordu. Gerçekte de nedenini bilmedikleri bu sessizlik Dük de dâhil olmak üzere konvoyda bulunan herkesi ürkütmüştü. İkinci arabada uyuyan Maya'nın dışında herkes arabaların camlarından bu sessizliği seyrediyordu. Marcus; Dük Withsorm'un yanına gelip 'Kasabada yolunda gitmeyen bir şeyler var sanırım. Buradan hızla geçip kasabadan sonra yarım saatlik mesafede olan manastıra gidelim. Sabahın olmasını orada bekleyip erkenden gene yola koyuluruz.' Demesinin ardından arabalar yollarını değiştirip manastıra yöneldiler. Tam kasabadan çıkacakları anda ise kasabanın dışında tuzak kurmuş olan köylüler konvoyun önünü kesince konvoyda bulunan kadınlar çığlıklar içinde bağırmaya başladı.

Kasaba salgın bir hastalıkla boğuşuyordu. Her taraflarından irin akan adamlar ve kadınlar 'Biraz ekmek verin. Bize yardım edin.' gibi sözlerle arabaların kapılarına hücum ediyorlar ve içerdeki kadınları çocukları dışarı çıkarmaya çalışıyorlardı. Son anda kendilerine gelen dük ve adamları güç bela konvoya saldıranları uzaklaştırırken bu arada farkında olmadıkları bir şey olmuştu.

Arabalar kasabadakilerden kurtulmuş dörtnala manastıra giderken Anthony ve Maya korkudan kocaman açılmış gözlerle birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. Bu yaşadıkları gerçekten de yıllarını sarayda geçirmiş ve gerçek dünyaya ait hiçbir şey bilmeyen bu iki çocuk için kolay şeyler değildi.

Manastırda ki odalara yerleştiklerinde Lindsey Maya'yı sakinleştirmeye diğer dadı ise Anthony'i avutmaya çalışıyordu. Aslında onlarında sakinleştirilmeye ihtiyaçları vardı. Dük ise Marcus'la beraber odaya çekilmiş ve başlarına gelen olayı tartışıyorlardı. Ertesi sabah gün ağarır ağarmaz manastırdan ayrılıp burada yaşadıkları o geceden kurtulmak için arabaları hızla sürdüler. Hiçbir yerde durmadan, mola vermeden yola devam ettiler. Bir an önce evim diyecekleri yere gitmek ve her şeye sıfırdan başlamak istiyorlardı. Çocuklar ise gene aynı şeyleri yaşamanın korkusuyla arabadan dışarı başlarını bile uzatmıyorlardı.

İki gün boyunca arada verdikleri küçük molalar hariç hiçbir kasaba ya da şehre girmeden yol aldılar. Ama Hamilton'dan aldıkları hastalık etkisini göstermeye başlamıştı. Hepsi yoldan dolayı böyle halsiz olduğunu düşünse de salgının ilk belirtisi Anthony'nin vücudunda belirdiğinde Düşes Lindsey elini dudaklarını üstüne götürüp 'Aman tanrım! Yüce isa.' Diye çığlık attı. Çok geçmeden yardımcılarından bir kaçında daha aynı lekelerden olduğunu fark ettiler. Ve Lindsey'de de vardı. Saraydan çıkalı tam sekiz gün olmuştu. Bu sekiz günün ikisini hiç durmadan geçirmişlerdi. Ama bu yorgunluğa ve aldıkları salgın mikrobuna dayanamayan bedenleri yorgunluktan bitap düşmüş halde çaresizlik içinde yol almaya devam ediyordu.

Hamilton'a 4 günlük uzaklıkta olan Senpeter kasabasına geldiklerinde hastalığın belirtilerinin henüz görülmediği Marcus; kasabanın doktorunu alıp, kasabanın dışında bekleyen konvoya götürdü. Ama doktor bile salgından dolayı korkmuş olduğu için onlara yardım edemeyeceğini söyleyerek oradan uzaklaştı.

Kasabadan çıkıp başka bir kasabada yeni bir doktor bulma ümidi ile tekrardan yollara düşen konvoyu ise kasabanın dışında kötü bir sürpriz daha bekliyordu. Saraydan gelen emirle bu kasabadan çıkış yasaklanmıştı. Ölüm artık onlar için kaçınılmaz bir son gibi görünüyordu. Maya ve dadısı Angeyl dışında konvoydaki herkes de hastalığın belirtileri vardı. Lindsey'in bir karar vermesi gerekliydi Ya kızını bu salgına kurban verecek ya da en azından onun kurtulmasını sağlayacaktı. Angely'nin eline ne kadar mücevheri varsa tutuşturup kızını da alarak oradan uzaklaşmasını istedi, saraya gidip durumu anlatmasını ve kızıyla orada yaşamasını. Sonuçta hala bir belirti göstermemişti hastalık. Belki de salgın onun günahsız bedenine hiç uğramamıştı. Dükte aynı şekilde Maya'yı alıp götürmesi konusunda onay verince Angeyl eline aldığı bir bohça ve diğer elinde de Maya'nın eli yürümeye başladı. Salgın mikrobu atlara, hatta o gece kasaba çıkışındaki adamların arabaların içine sürtünmesinden dolayı abraların içine bile yayılmış olabilirdi. Belki saraya erken varırlarsa Withsormlar için bir kurtuluş bile olabilirdi bu durum.

Angeyl ve Maya uzun saatler boyunca hiç durmadan yürüdüler. Maya ağlasa da yürümeye mecbur olduğunu biliyordu. Kaçıyorlardı. Hastalıktan ve ölümden kaçıyorlardı. Ayrılırken anne ve babasının onu neden sarılmadan yolladıklarını düşünse de, yorgunluktan bitap düşmüş bedeni ona akıl oyunları oynasa da yürümeye devam ediyordu. Dadı Angeyl ertesi gün bir ağaç dibinde istiğfar etmeye başlayana kadar da yürümeye devam ettiler geceyi geçirdikleri ormanın içinde ki kulübeyi saymazlarsa.

Kadın içinden bir leş çıkmış gibi bir koku yayarken Maya'ya doğru bağırmaya başladı. 'Git buradan. Git.' Yol boyu sürekli anlatmıştı kadın. 'Eğer bana bir şey olursa bu yoldan dümdüz aşağıya doğru ineceksin. Orada ki manastırdakilerden yardım isteyeceksin.' Ama o anda ormanın derinliklerinde ki bu kuytu yerde Maya hala yerinden milim kıpırdamıyordu. 'Kaç git buradan diyorum sana. Kaç kurtar canını.'

Bu olaydan tam 3 hafta sonra Saraya gelen bir ulak Kasabada ki salgınlarda ölenlerin arasında Dük Withsorm ve ailesinin de olduğunu yüzünde acı bir ifadeyle Kraliçeye bildirdi. Kraliçe ise o günden sonra aylarca kendine gelemedi. Neredeyse onun da salgın yüzünden hastalandığı dedikoduları sarayı inletmeye başlamıştı.

Ama bir müddet sonra kraliçe kendine geldi ve eski sağlıklı yaşamına geri döndü. Öldürmeyen acı güçlendirirdi Kraliçe bunu artık biliyordu.

2.bölüm sonu

04 Mayıs 2013 11-12 dakika 22 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (2)
  • 12 yıl önce

    İlgiyle takip ediyorum öykülerinizi.

    Başarınız daim olsun.

  • 12 yıl önce

    Çok teşekkür ederim Işın bey. sizden bu güzel sözleri duymak beni çok mutlu etti. elimden geldiği kadar yazmaya devam edeceğim.