Üç Öğüt

Beklenen öğrenciler, nihayet öğretmenleri ve koordinatörleri ile geldiler. Hızlıca tanışma faslından sonra hemen bir toplantı yaptılar. Rollerini ezberleyemeyenler mazeret beyan ettiler. Üniversite giriş sınavı nedeniyle yeteri kadar çalışamadıklarını söylediler. Bazıları ezberlediklerini söylediler ama kendilerine güvenleri olmadığından yakındılar. Öğretmenleri onlara kızdı. Yüzünü ekşiterek, surat asarak tavır koydu. Biraz da sert çıktı. Çocukları iyice örseledi. Moralleri bozuldu. Cesaretleri kırıldı. Dönüp, koordinatörden özür diledi. Gerçekten çok mahcuptu. Esmer olmasına rağmen yanaklarının kızardığı fark ediliyordu. Hırsını alamadı, epey bir söylendi durdu.

Sanki üzerine vazifeymiş gibi Define kalktı, konferans verircesine çocuklara tiyatro hakkında bir şeyler anlatmaya başladı. Hızını alamadı, oyunculuk hayatından kesitler anlattı. Zannettim ki tüm tiyatro hayatını anlatacak. Oysa onların zamanları kısıtlıydı. Yetmezmiş gibi bir de rollerini nasıl daha kolay ezberleyecekleri konusunda bir nutuk çekti. Üstüne üstlük, yaptıkları işte nasıl başarılı olabilecekleri konusunda da öğretiye geçti. Belki artık bitmiştir diye düşünmeye başlamıştım ki birçok taktik verdi.

Onun gençlerle iletişimi çok kuvvetliydi. Yumuşak, tatlı bir ses tonuyla onları okşarcasına konuşuyor, kendisini anında sevdirmeyi başarıyordu. Onun için arada ona ?büyücü' diyordum. İnsanlara söz büyüsü yapıyordu. Doğuştan şair ruhlu bir adamdı. İstanbul ağzıyla konuşuyordu. Türk dili için kabul edilen ağızdı bu. Etkisini hemen gösteriveriyordu.

Define, kibar bir İstanbulluydu. Konuşmasını duyan, onu en az lise mezunu zannederdi. Fakat yıllarca esnaflık ve işçilik yaptığı için esnaf ağzıyla konuştuğu da oluyordu.

Prova için gelen koordinatöre falan aldırmamış, onun da öğretmenin de önüne geçivermişti. Ben olayları uzaktan izlemekteydim. İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncularından olan Kenan Bey, yıllardır bu işin içindeydi. Öğrenimini almış, senelerce sahnede pişmişti. Dede, okumadan âlim, yazmadan kâtip, işin başına geçivermiş, yönetimi eline alıvermişti. Kenan Bey, olgun bir beyefendiydi. Kenara çekildi ve sadece baktı. Fakat o bakışta neler yoktu ki!

Orada öğretmenleri ve koordinatörleri varken, çocukları motive etmek amacıyla da olsa, onların önüne geçmesi ne kadar doğruydu? İnsanlar ne kadar ne bilirlerse bilsinler, kendilerini bilmedikleri zaman hiçbir şey değildirler. O anda ilk defa Define'yi kınadım. O, belki iyi niyetle müdahale etmişti, belki de aşağılık duygusu, onu kendini göstermeye itmişti. Ne olduysa oldu ama bence hiç de iyi olmadı.

Öğrenciler ne düşüneceklerdi? Öğretmenlerinin ne kadar zamandır uğraşıp da başaramadığını, bir adam çıkmış, bir anda başarıvermiş mi olacaktı? Öğretmenleri bu işten zaten hiç anlamıyor muydu? Koordinatör de gereksizdi ve bir işe yaramadığı halde öylesine mi gelip gidiyordu?

Herkes ayaktaydı. Define de başlarına dikilmiş, jestlerle, mimiklerle, heyecandan kendisini kaybetmiş halde anlatıyordu da anlatıyordu. Bu konuşma uzadıkça, hiç bitmeyeceğini sanmaya başladım. Diğerlerine fark ettirmeden el kol harekeleriyle bana bakmasını sağlamak için çırpındım, içim içimi yedi ama bir türlü bakmak bilmiyordu. Belki de gözü ilişiyor da anlamazlıktan geliyordu.

Öğretmen hanım, koordinatörle göz göze geliyor, başını önüne eğiyor, diğeri ise aldırış etmiyor veya hoş görüyor, güya ilgisiz tavırlarla bahçeyi seyrediyordu. Herkes için ne sıkıcı bir durumdu! Sonunda, nutkun uzayacağını anlamış olacaklar ki kenara birer sandalye çekip, iliştiler. Define:

_ 'Bu kadar büyütmenize gerek yok. Suflörle devam edeceksiniz zaten. Yeter ki oyuna kendiniz verin, canlandırdığınız kişi olmaya çalışın! Fakat bana söz verin, hepiniz tiradınızı ezberlemiş olarak geleceksiniz. Tamam mı? Hiçbir şey için vakit geç değil. Daha üç gün var. Üç koca gün! Bu kadar zamanda neler olur! Fakat siz önce yapmak isteyin ve kendinize güvenin!' dedi.

Dede, işi daha da ileriye götürerek, başladı çocuklara tiyatro geçmişini övünerek anlatmaya:

_ 'Çocuklar, ben yıllarca bu işi yaptım. Gezmediğim yer, gitmediğim okul kalmadı. Bu işin genel koordinatörlüğünü yaptım ben. Hayatında sahneye çıkmamış çocuklara tiyatro yaptırdım. Bu iş, azim ve kararlılıkla olur. Rollerinize adapte olmalısınız. Gerçek hüviyetlerinizi unutup, oyundaki kimliğinize bürünmelisiniz. Bu ancak bu şekilde mümkündür.' dedi.

Kenan Bey sabrediyor, susuyordu. Onun yerinde başka birisi olsaydı:

_ 'Konuş bakalım! Anlat! Daha neler diyeceksin? Nasıl bir tiyatro geçmişin var senin? Hangi profesyonellerle, nerelerde, hangi oyunları sahnelediniz? Kaç oyun hazırladın, hayatın boyunca? Kaç başarıya imza attın?' derdi ama o bunları dercesine kaşlarını kaldırarak kulak kesildi. Gülümsemiyordu ama kızgın ya da yenik de değildi.

Eğitim alanla almayanın farklarından birisi de bu muydu? Ukalalık neydi? Bilgelik neydi, bilgiçlik neydi? Aklıma, küçükken annemin verdiği öğütler geldi. Bunları unutmamam için masal halinde anlatmıştı.

Eski zamanlarda, bir memleket varmış. O yıl millet kıtlıktan kırılıyormuş. Açlıktan, ormanlardaki ağaçların diplerini kazarak ağaçların köklerini çıkarır, yumuşak kısımlarını yiyerek nefislerini körlerlermiş. Orada bir bölge varmış, bolluk içinde... Her türlü meyve, sebze; yiyecekler, içecekler, ne gerekirse varmış ve bol dökümmüş hem de. Yalnız oraya gitmeye kimsenin cesareti yokmuş. Çünkü tek geçit varmış, onu da gece gündüz bir dev beklermiş. Uyku tünek bilmezmiş. Biraz uyuklayacak olsa, bir gözünü kapatır, bir gözünü açık bırakırmış. Kimseye geçit vermezmiş.

Çocuklar, yaşlılar, hastalar, acizler, kimsesizler açlıktan kırılırken, arada bir yiğit çıkar, silahlarını kuşanır, o geçide gider, devin karşısına dikilir, içeriye girebilmek için izin istermiş. Dev ise ona sorular sorar, hoşuna giden cevapları alamazsa, onu yermiş. Oraya giden, bir daha geri dönemezmiş. Günlerden bir gün, herkesin ümidinin bittiği yerde bir delikanlı ortaya çıkmış ve:

_ 'Ben o bölgeye gireceğim! Ne olursa olsun bunu başaracağım!' demiş, ailesinin ve çevresinin tüm yalvarmalarına aldırış etmeden giyinmiş kuşanmış, silahlanmış ve ardında gözü yaşlı birçok kişi bırakarak yola çıkmış.

Aradan kısa bir süre geçmiş. Delikanlı, arkasında kırk katır yükü yiyecekle geri dönmüş. Halk sevinçten çıldırmış! Gelenleri torbalardan, çuvallardan, sepetlerden selelerden boşaltırken bir taraftan da ona hayretler içinde sorular yöneltmeye başlamışlar:

_ 'Bunu nasıl başardın?' 'Neler oldu, anlatsana!' 'Ne yaptın deve?' 'Onu öldürdün mü?' 'Nasıl oldu bu iş?'

_ 'Anlatacağım. Hele siz bir işinizi halledin! Getirdiklerimi eşit olarak paylaşın. Önce bir sofralarınızı kurun, karınlarınızı doyurun, sonra meydana toplanın, anlatayım.' demiş.

Bütün bunlar yapılıp, herkes merakla meydana toplandığında anlatmaya başlamış:

_ 'Geçide vardığımda, onu orada, boylu boyunca yola yatmış, bir gözü açık, bir gözü kapalı olarak uyuklar buldum. Fırsat bu fırsat, geçivereyim dedim, hemen diğer gözünü de açtı ve yeri göğü çınlatan bir sesle:

_ 'Gel bakayım buraya!' dedi.

_ 'Ah! Gitmeyeyim de ne yapayım? Tahminine göre, onun bir adımı benim yirmi adımım kadardı. Onun bu kadar büyük olabileceği hiç aklıma gelmemişti ama olan oldu, bir kere! Kurtuluşum yoktu! Tıpış tıpış yanına yaklaştım.' Gök gürler gibi:

_ 'İns misin cin misin? Nerden gelir nereye gidersin?' diye sordu. Korkumdan kekeleyerek ve heyecandan kısılan sesimle, sivrisinek gibi vızıldadım:

_ 'Ben cin falan değilim. Sıradan bir âdemoğluyum. Kıtlıktan kırılan ülkemden geldim. Duydum ki burada bolluk varmış, biraz yiyecek isteyecektim.'

_ 'Öyledir. Burada, herkese yetecek kadar her türlü yiyecek, içecek, giyecek vardır ama içeriye girmek öyle kolay değildir.'

_ 'Şartları nedir?' diyebildim.

_ 'Sorduğum sorulara cevap ver! Benim arzu ettiğim cevapları verirsen, buradan geçersin, yoksa seni de yerim, diğerleri gibi!' diye gürledi, ağzı sulanarak. Ödüm patladı ama korktuğumu belli etmemek için olanca gücümü ve tüm cesaretimi toplayarak haykırdım:

_ 'Peki, sor bakalım!'

Ötelerde, çiçekler arasında gezinen bir genç kızı, eliyle işaret ederek yanına çağırdı. O da kendisi gibi iriyarıydı. Bana onu işaret ederek:

_ 'Söyle bakalım, bu kız bana layık mı? Güzel mi değil mi?' diye sordu.

O kız, onun cinsindendi. Bizim güzellik ölçülerimize göre çok çirkindi. Desem ki:

_ 'Saygıdeğer dev hazretleri, bu kız zat-ı âlilerinize layık birisi olamaz.' Belki ona âşıktı. Sorunun beklenen cevabı bu değildi. Aksini söylesem de:

_ 'Sen bana böyle çirkin bir kızı mı layık görüyorsun, ha?' diye kızıp, beni öldürecekti.

Kısa bir süre düşündükten sonra, Allah'a sığınarak:

_ 'Gönül kimi severse güzel odur, efendim!' diyebildim.

Yeri göğü sarsan bir kahkahayla memnuniyetini bildirdi ve bana:

_ 'Aferin! İlk soruyu bildin! Şimdi de söyle bakalım, ben bu kızla kavga etmeye başlasam, ya da onu öpmeye kalksam ne yaparsın?' diyerek gözlerimin içine öyle bir bakış baktı ki kalbimin durduğunu sandım!

_ 'Üzerime vazife olmayan işe karışmam, efendim. Karar sizin, o olay ikinizin arasında, beni ilgilendirmez.' dedim.

_ 'Hah!..' dedi, yedi 'Hah!.. " sesi de arka arkaya çevredeki dağlardan geldi!

_ 'Şimdi de söyle bakalım! Bu kızı sana emanet etsem, gitsem, ne dersin?'

_ 'Anacığım derdi ki bana: 'Babana bile güvenme! Karını kimseye emanet etme!" Bizde adettir. At, avrat, silah; bu üçü kimseye emanet edilmez! Sen beni nereden tanıyorsun ki? İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Bana da güvenme!' dedim ama artık ne olursa olsun, umurumda değildi. İçimden diyordum ki: 'Ölsem de kurtulsam bari bir an önce!..'

_ 'Aferin sana! İmtihan bitti! Haydi bakalım gir içeriye, kırk katır al ve onlara istediğin kadar yiyecek yükle! Ha, istediğin zaman gel, ihtiyacın kadar yine al git! Tamam mı?' dedi.

Anladım ki annem bana üç öğüt vermek istiyor. Bunlardan ilki; gönül kimi severse, güzel odur. İkincisi; üzerine vazife olmayan işe karışma! Sonuncusu da; kimseye güvenme!

Ben bu düşünceler içindeyken Define coşmuş da coşmuş:

_ 'Ben ne genel koordinatörler gördüm! Dört ayda dört tanesini kovdum! Bir işe yaradığı yoktu, boyuna para alıyordu, bizim hakkımızı ona yediriyorlardı!' diye öfkeyle bağırmaya başlamıştı. Ne söylediğini kulakları duymuyordu. O benim; akrabam, babam, dedem, kan bağım olan birisi değildi ama onun namına nasıl utandığımı anlatamam!

Kenan Bey'e baktım, sezdirmeden. Bu sözler onda, başından aşağıya boşalan birer kova sıcak ve soğuk su etkisi yapmışa benziyordu. O kadar sabırla beklemiş, mutlaka yaşına ve cehaletine vererek, hoşgörüyle karşılamış, seslenmemiş, tepki vermemiş, hiç bir şey belli etmemeye çalışmıştı ama şimdi artık iş şirazesinden çıkmıştı ve kaşları çatılmış, suratı asılmış, sarışın olduğu için yüzü pancar gibi kızarmıştı. Hemen kalkıp gitse, lafı üzerine almış olacak, herkesin yanında iyice acze düşecekti. Define belki de onun da hakkından geldiği için zaferini ilan edecek, muzaffer bir komutan edasıyla yerine oturacaktı. Galiba bunları düşünmüş olacak ki bir süre daha bekledikten sonra bahçeyi terk etmek üzere yavaşça kalktı, kimseye veda etmeden kapıya doğru yürüdü. Öğretmen hemen fark ederek, uğurlamak bahanesiyle yerinden kalktı, heyecanla onu teskin edecek bir şeyler söyledi. Onların geldiği tarafta oturmakta olduğum için bazılarını net olarak duydum. Define'nin duyması imkânsızdı. Frenleri tutmaz olmuştu. Kendi söylediklerini duyduğu bile şüpheliydi. Duysaydı kendisini toparlaması gerekirdi. Hale Hanım, son derece üzgün:

_ 'Lütfen Kenan Bey... Ona aldırmayın siz. Yaşlılık işte! Kötü niyetli değil ama cahil bir adamcağız. Güya bize iyilik ediyor. Her şeyi mahvetti! Siz olmazsanız, ben bu işin hakkından gelemem. Öğretmenlik başka, oyunculuk başka... Zaten zaman az kaldı. Oyun kalır. Yarışmadan çekiliriz. Yapabileceğim bir şey yok. Onu susturamam ki! Saygı diye bir şey öğretmişler bize...' dedi alelacele. Gerisini duyamadım.

Tiyatrocular, anlatmak istediklerini; jestleriyle, mimikleriyle, tavırlarıyla; hâsılı vücut diliyle anlatıveriyorlardı. Konuşurken de duyması gereken ve gerekmeyenlere göre ses tonlarını o kadar profesyonelce ayarlıyorlardı ki Kenan Bey'in sadece dudaklarının kıpırdadığını fark edebildim, sesi bana gelmedi.

Öğretmenler ise altmış kişilik sınıflarda, uyuklayan öğrencileri ayıltmak için olsa gerek, bağıra çağıra ders anlatmaya alışık olduklarından, alçak sesle konuşsalar dahi sözlerini gizlemeyi beceremiyorlardı. Belki tiyatro eğitimi almış olsaydı; sözü, ağzının içinde gevelemeyi, anlaşılmasını istemediği sözleri söylerken, dudak okumayı dahi engelleyebilmek gayesiyle, dudaklarını dahi kıpırdatmadan konuşmayı başarabilirdi. Kenan Bey ise sesi duyulduğu zamanda dahi, söylediklerinin anlaşılırlığını yok etmek için sözcükleri son derece ustalıkla söylemeyi biliyordu.

Sokak kapısına yaklaştıkça sesleri yükseldiğinde, öğretmen hanımın defalarca özür dilediğini duydum ama koordinatörün sesini işittiğim halde, ne dediğini anlayamadım.

Onlar uzaklaşmışken hemen kalktım, Define'nin karşısına geçip, sadece onun duyabileceği kadar alçak bir sesle:

_ 'Dedeciğim, lütfen gel artık! Onları kendi hallerine bırak! Çocukların yarım saatlerini aldın!' demesem, nefes almadan, bir yarım saat daha konuşabilirdi.

İyi ki kendine geldi de sözünü noktalayarak yerine oturdu! Aksi halde prova yapılamayacaktı. Zaten yine bölük pörçük yapıldı. Fakat söz büyüsü yapmıştı. Çocuklar muma dönmüş, özgüvenlerini kazanmış, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya başlamış, hatta provanın sonunda, öğretmenlerinden övgüler bile almışlardı.

Reklâmın iyisi kötüsü olmazdı. Define, kendisini o kadar methetmişti ki bazılarının gözünden düşerken, liseli çocukların gözünde yücelmişti. Prova esnasında, rolünü bitirenler, masasına gelip, onu hayranlıkla seyrederek, tiyatro ve başarılı olmak konusunda sorular soruyor, ünlü bir aktörle tanışmış olmanın mutluluğunu ve ayrıcalığını hissediyorlardı. Kim bilir buradan ayrılınca annelerine babalarına, diğer arkadaşlarına nasıl hava atacaklardı! Hem şair, hem tiyatro sanatçısı, hem de genel koordinatörleri kovacak kadar büyük bir adamla tanışmışlardı.

Çocuklar, böyle bir şahsiyetle oturup konuşmak için sıraya geçmişlerdi. İşi biten, onun karşısında oturanların omuzlarına yükleniyor, dedeye sorular soruyor, akıl danışıyordu. Dede de ayak ayaküstüne atmış, piposunu büyük bir özgüvenle, paşalar gibi tüttüre tüttüre hepsine lâf yetiştiriyor, kabara kabara akıl veriyor, aklı sıra büyüyor da büyüyordu.

Evlat hasreti, onu ne hale getirmişti! Gençleri gördü mü bir yapışıyordu yakalarına, bırakmak bilmiyordu. Zaman zaman ondan kuşkulanmadığımı söylesem, yalan olur. Yaşlılara pek yüz vermiyor, hep gençlerle ilgileniyordu ya ilk zamanlarda onu sapık falan zannetmiştim de elimden geldiği kadar mesafeli kalmış, tedbirle yaklaşmıştım. Bütün davranışlarını izlemiş, her hareketini büyüteç altına almıştım. Söylediklerini harfi harfine aklıma yazıyor, sonra üzerinde akıl yürüyordum. Anlayabildiğim; sadece evlat hasretiyle dolu olduğu ve gençlere o nedenle aşırı ilgi duyduğuydu. O nedenle bizi şımartıyor, o kadar ağır şakalarımızı gülerek karşılıyordu.

Hale Hanım, çocuğun birine para verdi; kuru pasta, börek, simit ve peynir almaya gönderdi. Ahmet, çayın demlenme vaktini provanın bitimine göre ayarlamıştı. Öğle yemeğini o şekilde geçiştirdik.

Burası öyle bir mekândı ki kim ne getirdiyse, kişi sayısına bölünüyor ve paylaşılıyordu. Artanlar, bir sonraki sefere, yeni gelenlerle birleştiriliyor, tekrar paylaşılıyordu. Yiyecek asla bitmiyor, herkes doyuyor, mutlaka artıyordu. Açık havada ise, her şey yenilip bitiyor, hiç bir şey artmıyordu. Bereket, yenen yerdedir derlerdi de inanamazdım. Burası Mevlana'nın dergâhı gibiydi.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 53

27 Haziran 2010 14-15 dakika 92 öyküsü var.
Yorumlar