Uçuk

Işıl'ı yaklaşık on beş gündür tanıyoruz. Bir akşamüstü, tam evlerimize gideceğimiz zaman kapıdan Virane'ye gelişiyle dünyamıza da girmiş oldu. Yürüyüşü, duruşu, konuşma tarzı, davranışları bambaşkaydı. Bir insan, ancak o kadar uçuk ve sıcak olabilirdi.

Ahmet'e, verdiği notları çekip, çekmediğini sordu. O da gerekenleri çoktan kaydettiğini ama defteri geri vermeye fırsat bulamadığını söyledi. Yukarıya koşup, getirdi, özür dileyerek iade etti.

Işıl, benim buralarda olduğum zaman zarfında hiç gelmemişti. Ona okulda da rastlamamıştım. Konuşmalardan anladığım kadarıyla, hastanede olduğu için aylardır okula devam edememiş, sadece sınavlara girmek için bir ay önce çıkmış, gelmiş. Bir süre sonra tekrar yatabilirmiş. Hastalığı hakkında bilgi alamadım.

Şiir yazmakta olduğumu öğrendiğinde, yazdığı şiirlerden, yanında olan bir tomar müsveddeyi çantasından çıkararak bana uzattı ve:

_ 'Çiziktirdiklerimi inceleyebilir misin?' diye sordu.

Bunlar, asılları temize çekilmiş, üstleri çizilmiş şiirlerdi. Ben de bu konuda uzman olduğumu iddia etmiyordum ama şiirden anlıyordum. Değerlendirmeyi kabul ettim. Ona eleştireceğimi söyledim. İnandı mı bilmiyorum. İzmit'e gideceğini, oradan da İstanbul'a geçeceğini söyledi. Gitmeden önce yazdıkları hakkında fikrimi almak istiyordu. Bana, kuşkulu gözlerle bakmasından rahatsız oldum. Bakışları sürekli değişkenlik arz ediyordu.

Hava çoktan kararmış olmasaydı, hemen orada üstünkörü inceleyecek, düşüncelerimi söyleyecek, bu sıkıntıdan kurtulacaktım. Fakat artık ayrılma vaktimiz gelmişti.

_ 'Ben, bir işi yapmak için söz verdiğim zaman, elimdeki her işi bırakır, gerekirse saat kavramını unutarak, iyice yorulana kadar onu yapmaya, uykusuzluktan bayılacak hale gelene kadar da olsa bitirmeye çalışırım.' diye onu temin ettim.

İki gün üst üste, akşamları birkaç saat üzerinde çalıştığımdan habersiz, üçüncü günün ikindi vaktinde çıkageldi. Zaten son kalan üçünü de öğleye doğru bitirmiş, artık ruhen ve bedenen dinlenmeye geçmiştim. Karmakarışık yazılar ve girift duygularla boğuşmaktan beyhut düşmüştüm. O bunu bilemezdi tabi.

_ 'Şiirlerime bakabildiniz mi?' diye sordu.

_ 'Beni uyutmuyorlar.'dedim.

Gelip, yanıma oturdu. Tedirgindi. Sıkıntılı, dalgın, asabi... Ürkek bir serçe gibi oturuyordu. Konduğuyla kalktığı bir oluverecekmiş gibi. Onda bir acayiplik vardı ya tam anlayamamıştım.

Bir süre beraberce tekrar baktık. Aksayan yanlarını gösterdim. Nasıl olması gerektiğini defalarca anlattım. Dikkatini toplayamıyordu. Motivasyonu yedi dakika kadar bile değildi. Beş dakikada bir başka şeylerle ilgilenmeye başlıyor, bir şey yemek, içmek, gezmek dolaşmak ihtiyacı duyuyordu. Oysa bu yaştaki bir üniversitelinin, yarım saatte bir verilen kısa molalarla, saatlerce çalışması mümkündü.

Mesela ben, başladığım bir işi bitirmeden rahat edemem. Elime aldığım romansa, bitirmeden uyuyamam. Sürükleyiciyse, yarım bırakamam. Okumaya başladığımda, zaman ve mekân kavramı kalmaz. Her zaman yanımdadır, benimle. Yolda yürürken dahi okurum. Bu huy küçüklüğümden beri böyle... Okumaya başladığımdan beri, okumaya değer bulduğum her kitap, esir alır beni.

Babam emekli olacağı zaman, emeklilik işlemleri için Anklara'ya, gitmiştik. İlk çarşıya çıkışımızda, gözlerim bir kitapçı vitrinine takılıp kaldı. Anladı, masallara baktığımı. İçeriye girdik. Bir kitap seçmemi söyledi. Peri Masalları isimli, kalınca bir kitabı çok beğendim. Kapağında rengârenk, bambaşka bir âlem ve çok güzel uzun tuvaletli, beline kadar dalga dalga dökülmüş sarı saçlı, iri gözlü, kıvrık kirpikli, minicik kırmızı dudaklı, pembe yanaklı, çok güzel bir genç kız resmi vardı. Aradan yıllar geçtiği halde, çok beğendiğim, albenili parlak kalın karton kapak hâlâ gözlerimin önünde! O kitap, benim için Ankara'daki her yerden güzel, her şeyden sevgiliydi. Alır almaz kapağını açtım, o zamanlar, ara sayfalar bıçakla açılıyordu. Aralayarak başladım okumaya. Hem yürüyor, hem okuyordum. Okudukça okumak istiyordum, doyamıyordum.

Babam, bir başka kitapçıya daha girdi ve kitabı açmak için bir mektup açacağı istedi. O, eve dönünce okumaya başlayacağımı sanıyordu ve satın alır almaz onun için açmayı akıl etmemişti. Baktı ki merakla okumaya başladım, o sihirli dünyanın sayfalarını bana açtı. Başımı kaldırmadan, etrafıma bakmadan, her yerde, onu bitirinceye kadar okudum. Annem:

_ 'Bak, burası Ulus! Başını kaldır da bir etrafına bak! Şurası Gençlik Parkı!' diye bana bakıp, gözüyle işaret ediyor:

_ 'Biz seni Ankara'ya kitap okuman için mi getirdik? Gezdiğimiz yerleri seyretsene!' diyordu.

Biraz gösterdiği yerlere bakıyor, aklım fikrim masalın devamında olduğu için kısa süre sonra yine başımı eğiyor, okumaya başlıyordum. Bir hafta kadar kaldık. Bu, hep böyle devam etti. Sadece Anıtkabir'de elimden bıraktım. O efsaneleşen kişiliği, eşyalarından, giysilerinden, orada gördüğüm her şeyden tanımaya çalışıyordum. En çok ilgimi çeken ve hafızama kazınan; küçücük cüsseme oranla kocaman, genellikle siyah kaşe giyeceklerin yanında oyuncak gibi minicik kadehler ve inadına dev büyüklükteki sarı ve beyaz leblebilerdi. Küçük cam kadehler görmüştüm yine de hiç o kadar büyük, giysiler ve leblebiler görmemiştim.

Kitabı bittirdiğimde tekrar başladım. Gezdiğimiz dolaştığımız her yerde elimde, yatarken de başucumdaydı. Bir hafta kadar amcamlarda kaldık. Bu hep böyle devam etti. Babam baktı ki hastalık derecesinde tutku var bende okumaya karşı, bir peri masalı kitabı daha aldı, öncekinden daha ince ve kapağı da o kadar cazip değildi. Fakat kitaba bir türlü ısınamadım. Kapağı ince kartondandı ve kâğıdının kalitesi iyi değildi. Masallarının konuları merak uyandırıcı ve derin değil, yüzeyseldi. Uyduruk olduğu besbelliydi. Anlatımı da akılcı ve akıcı değildi. Elime aldım aldım bıraktım.

Okumayı öğrendiğimde ilk okuduğum kitap, ?Oyuncakçı Dede' isimliydi. Kitabın kapağında ak saçlı, aksakallı, minik yuvarlak camlı gözlükleri burnunun ucuna tutturulmuş, toplu ve kamburca bir dede resmi vardı. Elinde çivi ve çekiç, tezgâhında çalışmaktaydı. Heceleyerek okuduğum kitaptan anladığıma göre; tahtadan oyuncaklar yapıp, boyuyor ve sırtına yükleyip, sokak aralarında dolaşarak satıyordu. Bütün çocuklar onu çok seviyorlardı. Oyuncakçı Dede, sokak başlarında göründüğünde çocuklardan sevinç çığlıkları yükseliyordu. O, maniler söyleyerek gönüllerini alıyor, onları okşuyor, ayaküstü anneleriyle ve onlarla kısa söyleşiler yapıyordu. Uzaklaşırken de çocuklar arkasına takılıyor, bir süre daha yanından ayrılamıyorlardı.

Mahallenin çocukları da oyun aralarında onun dükkânına geliyor, neler yaptığını seyrederek öğrenirken, sohbet ediyorlardı. Oyunlarını, anlaşmazlıklarını, aralarındaki konuları dedeye anlatıyor ve merak ettiklerini soruyorlar; o da onlara yol gösteriyor, sorunlarına çözüm getirici önerilerde bulunuyor, laf arasında hayat dersleri veriyordu. Görür görmez Necmettin Dede'ye kanımın kaynayıvermesinin nedeni budur. O beni bir anda çocukluğumun masal âlemine götürdü. Yıllar sonra bana, o asla gerçekleşmeyecek sandığım dünyayı kurdu, yaşattı ve yaşatmakta.

Bana bir anda bütün bunları düşündüren, Işıl'ın akıl almaz halleriydi. Küçük bir çocuk gibiydi. Belli bir konuya yoğunlaşamıyordu. Bunalınca bırakıyor, biraz tavla oynuyor veya dolaşıyorduk. Aramıza en son gelen olduğu halde çok sevilen biri oldu. Çünkü uçuk kaçıktı. Hiç bir kurala uymuyordu, şakada sınır tanımıyor, son derece rahat davranışlar sergiliyordu. Ben, ben diyordum ama o beni geçmişti.

Şiirlerinde bütünlük yoktu. Her kıtada bambaşka konuları işlemişti. Hayal dünyası dağınık olmasına rağmen kuvvetliydi ama mantık sıralamasını bir türlü beceremiyordu. Adamı önce hapse attırıyor, sonra yargılattırıyor, daha sonra da suç işlettiriyordu. Bunu ona anlatıncaya kadar harap oldum! Anlasa da uygulayabileceğini zannetmiyordum. Zihnini toparlayamıyordu.

Şiirleri, ilginç saçmalamalardı. Yazdıkları, şuur altının köpürerek kâğıtlara taşması, sahip olamama kıvranışları, isyan ve sorgulama karmaşasıydı. Yazıları; bazen sağa, bazen sola yatık, dik, köşeli, el yazısı, kitap yazısı, hasılı karman çormandı. Kâğıtlar da son derece yıpranmıştı.

Zaten o sevgi kızıydı ve sevgiye açtı... Aşka âşık, sevdaya sevdalıydı. Bir anda kalkıp oynamaya, dans etmeye başlıyor, kısa süre sonra melankoliye bürünüveriyordu. Sürekli çocukluğuna gidiyor, mutlu olayları atlıyor, hep olumsuzları anlatıyordu. Olan olmuş, bitmişti. Fakat o bir türlü kapatmak bilmiyordu. Hatırlayıp hatırlayıp sinirleniyor, kendisine acındırıyor ve ağlıyordu.

Son derece hassas, bir o kadar da nazik ve romantikti. Şair sözcüğü en çok ona yakışırdı ama ne yazık ki beceremiyordu. Görünüş yönünden de artıları fazlaydı. Kumral, uzun boylu, çekik açık kahve rengi gözlü, koyu kestane, uzun dalgalı saçlı, çukur çeneli, düzgün hatlara sahip bir genç kızdı. Olduğundan biraz büyük görünüyordu.

Onun gelişiyle neşemize neşe katıldı. Bir de tavlayı iyi oynayabilse! Birkaç yenilgiden sonra biraz öğrenmiş gibiydi. Benden bir oyun almayı başarmıştı.

İmtihanlar bittiği ve arkadaşların çoğu memleketlerine gittiği için Virane tenhaydı. Akşamüstü bir ara dede, biraz kestirmek için sedirin birinin üstüne yüzükoyun yattı. Bahçe tenhaydı. Teybin sesini iyice kıstılar. Biz de alçak sesle konuşmaya başladık. Yatar yatmaz uyudu. Demek ki çok yorulmuştu.

Işıl onu ilgiyle seyretti bir süre, gülümseyerek. Sonra:

_ ?' Şöyle kalınca bir ip var mı?'' diye sordu.

_ ''Çamaşır ipi var.'' dedi Duygu.

Işıl uzandı, çözmek için, boyu yetmedi. Ahmet yardım etti, yerinden söküp verdi. Yirmi metre kadar vardı, uzunluğu. Alıp gitti dedenin yanına, bana de ucundan tutmamı söyledi. Başladı dedeyi sedire bağlamaya. Ben de karşısında yardım ediyordum. Elimizdeki ip bitinceye kadar, sedirin eninden boyundan adamakıllı sardık, kalan son ipi de doladıktan sonra düğümledik. Herkes kıs kıs gülüyordu. Biz de kendimizi zor tutuyor, uyanacak diye hızlı nefes bile almıyorduk.

Yerlerimize oturduk, sohbete devam ettik. Fakat bir şey olsa da Define uyansa diye bekliyorduk. Gürültü yapıp, uyandırmak vardı ama kıyamıyorduk. Nasıl da teslim etmişti kendisini ellerimize, ne kadar da savunmasız ve masumca uyuyordu! Uyandığında olacakları düşünüp kısık sesle gülüyorduk. İçimizde muziplik heyecanı ve sabırsız bir bekleyişin sıkıcılığı...

Bir saat kadar sonra Define uyandı. Ağa takılı balık gibi çırpınmaya başladı. Bir yandan da daha çok gülmemiz için abartarak:

_ ?'Kim yaptı ulan bunu? Çözün biriniz beni! Çabuk! Çabuk kurtarın beni bundan! Ruhum daraldı! Öf!.. Bir yakalarsam bunu yapanı!'' diye bağırıyordu.

Bir süre çırpınmasını seyrettikten sonra, Ahmet koşup geldi. Sanki oyuna dâhil olmamış, olayın farkında değilmiş de yeni görmüş gibi ve gayet ciddi bir sesle:

_ ?'Dur ben çözeyim seni dedeciğim. Kim yaptı bunu ya? Neden yaptınız benim dedeme bunu? Kırk yılın başında, iki dakikacık uyuyacaktı şurada, burnundan getirdiniz!''

Aman ne güldük! Dede kendisini örümcek ağından kurtarmayı başaran sinek gibi üstümüze yürüdü! Yalandan kızıyor, köpürüyor:

_ ?'Eh, bunu bana yaptınız mı yapmadınız mı? Benden rövanşını bekleyin! İnanın muhteşem olacak!'' diyordu.

Bir taraftan da soruşturma yapıyor, onu bunu sıkıştırıyordu, kimin yaptığını bulmak için.

Bu arada Neşe de geldi. Olayı kaçırmıştı. Ona da naklettik:

_ ?'Ah, keşke biraz daha erken gelseydim! Onun o halini görmek isterdim! dedi.

Gün boyu Virane'deydik. Güldük eğlendik ama oturmaktan sıkıldık, biraz da yürümek istedik. ?Setbaşı'na, Yeşil'e ya da en iyisi Emir Sultan'a kadar gitsek' diye düşündük. Dede de gelir miydi bizimle? Yürür müydü oraya kadar o da? Sorduk. Kabul etti. Onsuz olur mu? Duygu'yu da aldık. Asker gibi kalktık. Define komutasında Viraneciler, Emir Sultan Seferi'ne çıkıyordu. Mehter Marşı'yla gidip, İzmir Marşı'yla ve yine mutlaka çok değerli ganimetlerle dönecektik.

Bahçede sadece Ahmet kaldı.

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 25

01 Haziran 2010 11-12 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar