Unutmanın Anatomisi
..... Geçen sene bir nörolog arkadaşımla, alzheimer ve demans gibi hastalıklar üzerine konuşmuştuk. Elbette bu alanda bilimsel olarak bilgim olmasa da yazdığım bir karakterin hafıza kaybı geçirmesi ile ilgili kendisinden destek almıştım. Sohbetimiz epey uzun sürmüştü. Ben, hafıza ve düşünce yapısı ile ilgili kendisinden bilgi alırken, diğer yandan kendisi de çeşitli nörolojik hastalıkları olan yeni bir karakter yaratmanın heyecanını hissediyordu. Karakteri analiz ediyor ve onu kurtarabileceğini düşünüyordu!
İkimiz de psikolojik bir savaşın içinde bulmuştuk kendimizi. Yazdığım karakteri ameliyat masasında gördüğümü hatırlıyorum bir süre. Hatıraları bıçak altına yatmıştı. Ağrıları dayanılmazdı. Unutması için yanında refakatçi kaldım. Ellerinden tuttum uyurken ve o duymasa da anlattım;
"Unutmak, bazen bir nimet gibi sunulur insana. Ama kimse hatırlamanın lanetini anlatmaz. Bir sabah, uyandığında adını unutmak istersin. Çünkü bazı hatıralar, sabun gibidir, köpürmeden kaybolmazlar. Unutmak, çoğu zaman planlı değildir. Zihin, önce köşelerini siler hatıraların. Renkler solar, isimler bozulur, koku gider. Sonra yalnızca "Bir şey olmuştu" gibi anlamsız cümleler kalır geriye. Ne güzel değil mi? Ama lanetli olan şudur: Sen, o “Bir şey”in seni nasıl değiştirdiğini hatırlarsın hala.
Hatırlarsın… ama neden değiştiğini hatırlamazsın. İşte asıl acı olan budur. Beyin, acıyı değil; acıya eşlik eden detayları siler.
Yani seni o gece üzen şeyin ne olduğunu unutursun belki, ama cam buğusuna çizdiğin kalbi hatırlarsın. O kalbi neden çizdiğini değil, tırnağınla camı kazırken çıkan sesi hatırlarsın. O ses, zihinde takılı kalan bir çividir. Her seferinde aynı çiviye asılır, tozlu bir çerçevenin içinde fotoğrafların. Bir filmde, bir kokuda, bir cümlede…
“Bunu bir yerde yaşamıştım” dersin, ama ne zaman ve nerede olduğunu bulamazsın. İşte zihin böyle hilelidir.
Gerçekleri değil, yankılarını saklar. Benim de hayatımda böyle bir an vardı. Yalnızca sesi kalmıştı geriye. Ama bu bir lütuf değil, adını koyamadığın bir cezaydı.
İnsan bazen bir hatırayı değil, ona eşlik eden sızıyı taşır içinde. Asıl mesele, o sızının neye ait olduğunu bir türlü bulamamaktır.
Unutmak, çoğu zaman zihnin gerçekleştirdiği bir temizlik eylemi gibi anlatılır. Sanki içimiz toz tutmuş da, hatırlamak bu biriken kiri çoğaltıyormuş gibi.
Ama unutmak bir tür temizlik değil, yok sayma halidir. Fakat hiçbir acı, yok sayılarak iyileşmez. Sadece saklanır. Kapanmayan bir yara gibi, üzeri kabuk tutsa da dokununca sızlamaya devam eder.
İnsanı en çok da yokluk eğitir. Gün gelir sırtını yasladığın duvarın soğukluğunu unutursun. Ama zihnin nedense hep o çatlaktan gelen soğuk rüzgarı saklar ciğerlerinde. Ve o rüzgar, kırık bir pencere gibi ömrün boyunca içeri doğru esmeye devam eder.
İşte bu yüzden unutmak bir çare değil, sadece zaman kazanma taktiğidir. Elbet bir gün, zaman kazandığını senden geri alır.
İşte o vakit, unutmuş gibi yaptığın her şeyle birlikte uyanırsın. En tehlikeli hafıza da budur: Unuttuğunu sandığın şeyin, seni hala hatırlıyor olması…
Bazen düşünüyorum: Acaba biz gerçekten unuttuğumuz için mi susuyoruz, yoksa hatırlamaktan korktuğumuz için mi?
Çünkü insan, hatırladığında ya affetmek zorunda kalıyor ya da kendinden daha da çok nefret ediyor.
İkisi de ağır. İkisi de kanatır. Ama en çok da sustuklarımız yakıyor.
Ne garip…
En çok unutmaktan kaçarken, hatırlamak istediklerimizi yitirmiyoruz.
Bazı şeyler yaşanmaz. Yaşanıyor gibi yapılır.
Bazı insanlar sevilmez. Sadece özlenir.
Ve bazı hatıralar silinmez.
Sadece üstü çizilir.
Ama çizilen her şeyin izi kalır.
İnsan, o izi her sabah kendi yüzüne taşır.
Bazen bir kırışıklıkta, bazen durduk yere dolan gözlerde, bazen de ağaran saçlarında fark edersin bunu. Zamanla...
Ben onunla konuşurken nörolog arkadaşım bir süre sessiz kaldı. Cümleye başlarken kelimeleri seçmeye çalışmadı; teşhis koyar gibi düz bir şekilde söyledi: “Öldü”
Üzerine konuşmadık. O sustu, ben de sustum.
Çünkü ölümden sonra bir şey söylemek gerekmez. Hele onun için, unutmakla bu kadar hemhal olmuş biri için hatırlamak zaten bir tür ihanet sayılır.
Yüzünü hatırlamıyorum. Gözlerinin rengi, sesi, ellerinin duruşu… Yalnızca yastığının yanından boynunun düştüğünü hatırlıyorum. Hiçbiri net değil. Belki bu yüzden bu kadar sarsıldım. Henüz hikaye bitmeden ana karakter ölmüştü. Bir insanı anımsayamadan yasını tutmak, o yasın içini boşaltıyor. Onun yokluğu değil de, bende bıraktığı eksikliğin bile eksik oluşuydu asıl acı veren şey.
Belki de onu hiç tanımadım. Belki arkadaşım bana onu anlatırken, kendinden bir şeyler katmıştı. Belki o adam, benim içimdeki bir boşluğu doldursun diye uydurulmuş bir hayaldi. Ama şimdi gerçekmiş gibi ölüyor işte. Ve ben yasını tutuyorum.
Söyleyemediğim her şeyin toplamı gibi bir ölüm bu. Nörolog arkadaşım, “Beyin bazen kendini korumak için siler” demişti. Belki onun beyni de sonuna kadar direndi ama en sonunda bedenine ihanet etti. Belki de bir şeyi unutarak değil, hatırlayarak öldü. Bu düşünce beni rahatlatıyor. Gidişi bir kaçış değil, bir tamamlanıştı. Bazı insanlar yaşarken tamamlanamaz.
Zaman, ardımızda iz bırakan bir hatıradır belki de. Ve ölüm, sinsi bir ayindir içimizde yıllarca süren.
...
Zaman şu geçici konuklukta kısa bir an. Ve zihin tekrar eden bir kum saati içinde. Zamanı ne kadar yok edersek o kadar diriliyor zihnimizde anılar. Ve ne kadar öldürürsek hatıraları, aşıp tüm zamanları yeni bir kıvrıma dönüşüyor içimizde. Zaman, zihin ve unutmak kadar taze birikmişlikler.
Bedenin kendisini koruma eylemi olan -bayılmak- kadar doğal, zihnin unutmak eylemi bana göre. Tabi ki yediğimiz içtiğimiz şeyler, çağın ağır bir top gibi yüreğimize çökmesi ve genetik faktörler de unutmaya dahil. Güzel bir öykü olmuş sevgili Mehmet. Tebrik ediyorum. 'İsyan nisyandan gelir' diye okumuştum. Nimetleri, iyilikleri hatırlamak, külfetleri unutmak en güzeli, zihnimizde.
Düşünürüm bazen: Aklı kaybetmek mi, yoksa elden ayaktan düşmek mi daha iyi? Elbette, hiçbirini de tercih etmek istemeez insan; ama böyle bir seçim karşısında olduğumuzu varsayarsak, nasıl bir karar veririz gerçekten?
Alzheimer, hepimizin korkutan bir hastalık. Ama tıp bilimi araştırmalarına devam ediyor. Umuyor ve diliyoruz ki, en kısa zamanda önleyici tedavi metodlarına erişilir...
Güncelimizden düşmeyen bu konuyu, etkili bir kurgula paylaştığınız için, teşekkür ederim.
Saygılarımla, sayın Damar.