Uykusuzluk

Uyku vaktim gelinceye kadar hiçbir şey gelmiyordu. Tam uyuyacağımda bir şeyler gelmeye başlıyordu. Hiçbir şeyin geldiği yoktu ama gün içinde her fırsatta:

_ 'Etini kesseler, doğrasalar da doğruyu söyle! ' 'Yalancılık en kötü şeydir.' 'Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.' 'Nasıl olsa bir gün meydana çıkar, o zaman adın yalancıya çıkar. Bu kara bir lekedir. Bir kere alnına yazıldı mı bir daha silinmez.' 'Öleceğini bilsen de doğrucu olacaksın! ' 'Yalan söyleyen her şeyi yapar. Çünkü bütün kötülükler yalanla yapılır.' diyenler, bir yere giderken ve tam uyuyacağım zaman yalan söylüyorlardı.

Namnavul mutlaka Yunanca bir sözcük ve korkunç bir varlık demekti. Şermin, Namnavul'ün nasıl olduğunu bilmiyordu. Belki şeklini şemailini Giritli Fatma da bilmiyordu. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan devin özelliklerini çeşitli masallardan dinlemiştim, onunla ilgili bilgim vardı. Masallardan çıkamıyorlardı. Annemin korkuttuğu arap; kapkara tenli, bembeyaz dişli, kıvırcık saçlı, kırmızı dudaklı, kulağı küpeli, Alaaddin'nin lambasından çıkan devdi ama onun da geldiği yoktu. Lambada hapisti ve çıktığında dağlar devirmek gibi çok işi vardı. Hep bunların geldiği söyleniyordu, uyuyacağımda. Gerçekten de beni uyutmak için anlattıkları masallarda geliyorlardı ama onlardan neden korkacaktım. Hayal dünyamda arkadaşlarım olmuşlardı.

Ruhumun derinlerine işlemişti korkutularak uyumak. Uyumak, korku ile ikizleşmişti ve ben uyumak istemeyen bir çocuk haline gelmiştim. Babam; çeyrek, derken yarım Trankilin, Petrankilin gibi uyku ilaçları vermeye başlamıştı, erken devreden çıkmam için. Asabiyetten uyuyamadığım kanaatindeydi ve ilerde ilaçsız uyuyamaz hale gelebileceğimi hiç düşünmemişti belki de.

Masal kahramanları olan arap ve dev çok sevdiğim kişiliklerdi. Uyuma problemim olduğu için bu merasime ?çocuk uyutmak' deniyordu. Beni uyutacak olan talihsiz ya sırtımı kaşıyacak, saçlarımı okşayacak, kollarımı, bacaklarımı ovacak ya da yanıma yatıp masal anlatacaktı. Aynı masalı birkaç kez dinleyebiliyordum çok dinlediklerime yasak koymuştum. O nedenle çevreden masal derlemeye başladılar. O da kâfi gelmeyince Şermin film anlatmaya başladı. O, kazandığı parayla çeyiz yapar ve hiçbir filmi kaçırmazdı.

Her ne kadar varlıklarına inanmasam ve masallardaki sevdiğim, olmazsa olmazlarım olsalar da tam uyuyacağım sırada bir şeylerin geliyor olması giderek bana, uyuduğum zaman bir şeyler gelebilir duygusu vermeye başlamıştı.

Çeşitli nedenlerle kendimi uykuya teslim edemiyordum. Üçüncü, yani kendi evimize bir basamakla giriliyordu. Şehrin ortasıydı ama muhitte yerleşim yeni başlamıştı. Bahçelerin aralarındaki boş alanlarda, büyük kayalar, çalılar vardı. Boş arazide ve bahçelerde yılan öldürülüyordu. Kol kalınlığında, birer ikişer metre... Baklavalı desenli sarısı, beyazlı grilisi, parlak kapkarası... Bir de düz giden beyaz yılan vardı ki onun cin olduğunu iddia ediyorlardı. Daha çok kabirlerde görüldüğünü... Ona hiç dokunmuyorlardı. Bir de temel yılanı vardı ki söylendiğine göre her evin bodrumunda aile hayatı sürüyorlardı; odalarının ortasındaki kapaktan bodruma odun almaya indiklerinde görüyor, dokunmuyorlardı.

_ 'Onlar insan görünce kaçarlar. Dokunmazsan bir şey yapmazlar. Onlar olmasaydı, Fareli Köyün Kavalcısı'nda olduğu gibi yerleşim yerlerini fareler basardı. Yılan bile olsa, hayvanlardan zarar gelmez. İnsandan zarar gelir.' diyorlardı.

Bazen evlere girdiği de oluyordu. Annem de bahçede bir yılan öldürmüştü. Gözümün önünde... Epey mücadele etmişti. Yılan da direnmişti. Sonunda kafasını kürekle ezdi ve emin oldu, öldüğünden. Çift olurlarmış. Biri öldürülünce diğeri intikam alırmış. Bitip tükenmeyen yılan hikâyeleri anlatılıyordu. O kadar sık görülüyordu ki bazılarına dokunmuyorlardı bile:

_ 'Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın! Allah'ın verdiği canı ben mi alacağım? Günahtır.' diyorlardı.

Kışın neyse de onlar kış uykusuna yatıyorlardı; yazın civciv sıcağında, kapı pencere açık yatarken, tam uyuyuvereceğimde bir yerlerden süzülerek içeriye akacak ve koynuma giriverecek sanmaya başlamıştım. Her ne kadar geceleri gezmedikleri söylense de tedirgindim. Boynuma dolanabilir, sıkar, boğabilir ya da sokabilirdi. Hiçbir şey yapmasa bile upuzun bir kuyruk halindeki görünümü tiksindiriciydi; soğuk yaratıktı ve tenime buz gibi dokunmasını hayal bile etmek istemiyordum. Bu da uykuya dalamamam için bir başka nedendi.

Bir de sivrisinek illetimiz vardı ki göz açtırmıyor, pardon, göz kapattırmıyordu. Tam uyuyacağım, kulağımın dibinde: 'Vız! ..' Çocukluğumda, diğer çocuklar gibi karnım şişmesin diye sürekli kinin verirdi babam, sıtmaya karşı, koruma amaçlı. O kadar acıydı ki şap gibi eritilmiş aspirine bile fittim. Minicik, mercimek kadardı ama ağzına değmeden yut, yutabilirsen! Antalyanın her yeri arık, çay ve kanaletti. Her yer ıslaktı ve göz alabildiğine pamuk tarlaları vardı. Ayrıca, sürekli sulanan tarım alanları... Onların bostan kuyuları, çoğu bahçeli olan evlerin havuzları, bataklıklar... Anofel, küleks; konserve kutusunda kalan bir bardak suda bile çoğalıyordu. Yaz gecelerinde cibinlik şarttı. Sıtma salgındı.

Bir gün annemle hastaneye gittik. Beş yaşındaydım. Henüz hastane tiksintimin pek farkında değildim. Belki de orada başladı. Buralara çocukların neden getirilmediğinin merakındaydım. Oysa hemen hemen herkesin kucağında, elinde çocuk vardı.

Muayene odalarının bulunduğu girişte geniş bir salon vardı. Kapıların önünde insanlar bekleşiyordu. Oturacak birkaç sıra vardı. Onlar da doluydu. Nihayet yer bulup oturduk. Sanki bunu bekliyormuş gibi köylü kadının birisi elinde bir çıkınla yanımıza yaklaşıp:

_ 'Çocuğun neyi var? ' diye yol yaparak işini icraya girişti. Annem:

_ 'Asabi bir çocuk... Uykusu kaçık... Biraz ateşi var da muayeneye geldik.' der demez kadın teşhisi koydu.

Bu, uyanık bir köylü kadındı. Hastanede kan almayı kazanç kapısı haline getirmişti. Çıkınını açtı ve içinden radyo hoparlörü gibi bir alet çıkardı. On beş yirmi santim çapındaki daire şeklindeki metal yüzün üstündeki deliklerden, bir hareketle kesici, delici bıçak uçları çıkıyordu. Onlar bir anda sırtımda delikler açacaktı ve kadın ona kanımı emdirecekti. Dinlediğin vampir masallarında da vardı, böyle kana susamışlar. O alet, benden önce kim bilir kaç kişinin kanından kanına mikrop taşımıştı. Alkolle siliniyordu ya... Güya mikropsuzdu.

_ 'Kan boğuyordur onu. Sırtından, elinin yetişmediği yerden kan alalım, kanı tazelensin. Yatışır.' dedi.

Dedemin, kendi kanını aldırtmak için satın alarak daha sonra ona hediye ettiği dört kupa ile annem de ara sıra kanımızı alıyordu. Bardaktan küçük, fincandan büyük, yeşil kalın camlı, cildi kesmemesi için ağızları çok daha kalın ve yuvarlak olan kupalar, alkolle temizlenen sırta yapışması için içine alkollü pamuk yapıştırılarak kibritle yakılarak havası boşaltıldığı gibi kapatılan, eti içine emen ve o kısma kan toplanmasını sağlayan cam kaplardı. Bazıları, ağrıların sebebinin, o bölgelerde dolaşan yelden olduğunu zannediyor, bu yöntemle yeli çıkarmaya çalışıyorlardı. Bazıları da vücutlarındaki kanın yenilenmesi için kupalar alındıktan sonra hafifçe uyuşan dairelere, ispirto veya alkolle sterilize edilen jiletle bir iki milimlik çentikler atılıyor, kupalar aynı yerlere tekrar kapatılıp; içlerine, yapıştırılırken çıkan hava miktarınca kan dolması bekleniyordu. Daha sonra da yine alkollü pamukla yara yerleri siliniyordu.


Tansiyonu yükselenler, vücutlarındaki kan miktarı bu yolla azalan kişiler, baş ağrılarının geçtiğini, kulaklarındaki uğultunun kesildiğini, dolayısıyla rahatladıklarını söylüyorlardı. Bunun benimle en ilgisi vardı? Zaten zayıf, çelimsiz bir çocuktum. Sırtıma yapışmıyordu bile. Etim, kanım canım yoktu. Benzim kesikti.

Annem, hemen ortacıkta sırtımı açtı, kadın da hacamatı yapıştırdı. Sırtımda neler oldu bilmiyorum. Cesurdum ya ben. Öyle empoze edilmişti ya... Acıdı ama olacaktı o kadar. Zaten azıcık olan kanımı almıştı ya rahatlamıştı, vampir. Rahatlayacak, sakin olacakmışım. Ne alakası varsa... Hastane içinde hastane... Doktor yanında doktorluk... Akdeniz yöresinin Yörük doktorları meşhurdur.

Kalktım, etrafta dolaşmaya başladım ama başım dönüyordu. Zaten azıcık canım vardı, birazcık da kanım... Onun da birazını Yörük kadın almıştı, ondan...

Muayene odaları, salonun çevresine sıralanmıştı. Sırası gelen içeriye giriyor, hemen kapıyı kapatıyordu. Fakat bir oda vardı ki onun kapısı ardına kadar açıktı. Ortada muşamba kaplı bir muayene masası, duvarda dolaplar vardı.

Sabahleyin buraya gelirken, hastanenin bahçesinde, kapının önünde gördüğüm, karnı çatlayacak kadar şişmiş, hamile olduğunu sandığım, oturduğu yerde dahi duramayan, çimenlere uzanan, ara ara da kalkıp, elinden bırakmadığı cam şişeyi ağzına dayayarak boyuna su içen kadın kalkmış gelmiş, o odaya girmişti. Arkasından bir hastabakıcı girdi ve onu masaya yatırdı. Karşı odadan bir doktora haber vermiş olacak ki doktor, kalemini önlüğünün üst cebine koyarak, sol eli cebinde geldi. Odada bir dolap açtı ve pırıl pırıl parlayan ucu sipsivri, gümüş rengi bir bıçak aldı. Elinde şöyle bir evirip çevirdiği bıçak bir karış vardı. Kadın, yerlere kadar uzanan rengarenk çiçekli basma entarisini göğsüne kadar topladı. Elbisesinin altındaki puanlı açık yeşil pijamasının uçkurunu çözdü ve göbeği tamamen dışarıya çıkacak şekilde sıyırdı. Doktor, muayene ederken, ayakta emir bekleyen hastabakıcıya bakmadan:

_ 'Bir kova getir! ' diye emretti.

Hastabakıcı koşarak salona çıktı, duvarda sıra sıra duran kırmızı yangın kovalarından birini kaptığı gibi getirdi ve doktorun işaret ettiği yere, kadının sağına koydu. Doktor, kovayı sağ ayağıyla düzelterek, tam istediği yere çekti. Kadına:

_ 'Ben sana karnın şişince hemen gel, demedim mi? Bu zaman kadar neden bekledin? ' dedi.

Otuz yaşlarında görünen saz benizli, sıska kadın iniltiler içinde:

_ 'Ben ne bilem, tohtur bey! Getirmedile.' diyebildi.

Ben ne olacağını merakla beklerken, doktor, kadının karnının sağ tarafına, karaciğerinin altına bıçağı soktu. Kadın çok canı yanmış gibi bir sarsıldı:

_ 'Ay! ..' diye bağırdı. Eliyle orayı tuttu. Doktor müdahale etmedi. Daha önce de defalarca aynı ameliye yapılmış olmalıydı ki şehir suyuyla hortumun ucunu sıkıp, bahçe sular gibi fışkırarak kovayı doldurmaya başladı. Kanlı pembemsi insan suyu ürkütücü bir ses çıkararak akarken kırmızı kovanın içinde köpürüyordu. Köpükler kova hizasını geçti, neredeyse taşacaktı. Hastabakıcı anladı ki yetmeyecek, iki kova daha getirdi. Benim gibi o da ummamış olacaktı, bir insanın karnından bu kadar bu kadar su çıkacağını.

Kadının içtiği su hâlâ aklımın ermediği bir yerinde toplanıyordu ama neresinde? Karaciğerinde miydi acaba? Karnında balonlaşan başka bir yerde mi? O zamanlardan çok iyi bir gözlemciydim, merak aynı merak da soramadım. Şimdi ise sonucu ne olursa olsun, bir punduna getirir, mutlaka sorarım. O gün sormadığıma pişmanım. O nedenle hâlâ öğrenemedim.

Hastabakıcı, yarıdan çoğu su, üstü bir karış köpük olan kovayı tuvalete boşaltmaya giderken yanımdan geçti. Köpüklerde yağ parçacıkları var gibiydi. Su kanlı olduğundan, belki de kovanın kırmızılığından pembeydi. Sallanırken üstüme sıçrayacak diye geri kaçtım, tekrar bakmaya geldim. Döküp geldi, dolmakta olan ikinciyi de, yerine üçüncüyü koyarak aldı, götürdü. İkinci kovanın suyu o kadar pembe değildi. Kadının karnı beline yapışıncaya kadar suyun akması beklendi. İşlem tamamlanınca, doktor, kestiği yeri dikti. Kadın yavaşça yerinden doğrulurken ben annemin yanına gittim. Sanki sıra bana gelmişti. Sanki aynı şeyler bana da yapılacaktı. Korkudan gözlerim fal taşı gibi açılmıştı! Nefes nefeseydim:

_ 'Ne oldu? ' diye merakla sordu annem.

Yanındaki kadın, yaptığı işin parasını alıp gitmiş, başka hastaları hacamat için ikna etmeye çalışıyordu. Hiç gözümü kırpmadan seyrettiğim olayı anlattım.

_ 'Karnı su toplamış onun. İçtiği su oraya gidiyormuş. Dudakları çatlamış, hararetinden. Yara olmuş. Allah susuz bırakmasın insanı! Allah'ım şifa versin! ' dedi.

O akşam, uykum geldiğinde tam yatacaktım. Yatağıma değil, sanki o kadın bendim ve o ameliyat masasının üstüne uzanıyordum. Doktor karşımda, neşter elinde, kova sağımda, hastabakıcı yanımdaydı. Hemen kalktım, oturdum. Annemim gözlerinin içine baktım. Cesurdum ya ben. Korkmazdım ya hiçbir şeyden. Yatamamamın sebebini anlatamadım.

İğneden korkmazmışım. Etimi kesseler, seslenmezmişim. Etimi kesseler yalan söylememeliymişim ya. Et, gerçekten kesilirmiş. Dikilirmiş bile! Uyku da kesilirmiş. Kesildiği gibi dikilirmiş de bir süre sonra, dikiş izleri kalırmış, işte böyle. İnsan; saatlerce, bir o yana, bir bu yana dönmekten helak olur, kalkar dikilirmiş. Gecelere âşık olunurmuş sonra. Şiirler yazılırmış sabahlara kadar. Öyküler yazılırmış, uykusuzluğa dair. Ameliyathane kapısını kapatmayan, beş yaşında çocuğun korku dolu gözlerinin önünde bir karış bıçakla et kesen kasaplara dair. Ve sair...

***
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 76

19 Temmuz 2010 12-13 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar