Vatan Kurtuldu

O zamanlar sağ sol kavgaları vardı. Akademinin önünden hemen hemen her gün bir cenaze geçerdi. Her iki grup, farklı sloganlar atar, aynı bayrağı taşırlardı. Anlaşamadıkları, paylaşamadıkları neydi? Ne gereği vardı?

En yakın arkadaşım solcuydu. Hatta ateist olabilecek kadar yakındı bazı zararlı dini fikirlere. Onun o yönü, sadece günde birkaç kere tartışma konusu oluyor, kısa süre sonra tatlıya bağlanıyordu. Hem zıt sayılabilecek görüşlerdeydik, hem et tırnaktık. Evden çıkar çıkmaz, buluşur, her yere birlikte giderdik. Neşe, neşeli bir kızdı, her şeyden önce. Uyumluydu sonra... Genellikle kararları ben verirdim, o itiraz etmezdi. Belki de bu nedenle gün boyu hiç ayrılmazdık. Ancak yedek öğretmenlik yaptığım okulda benimle olamazdı. Çıkışta hemen bulurduk birbirimizi. O zamanlar cep telefonları yoktu ama ne zaman, nerede olacağımız, yakınlarımız tarafından bilinirdi.

Bir altmış boyunda, elli beş kilo kadar, beyaz, pembe yanaklı, sarı ela gözlü, kısa, kumral, dalgalı saçları olan, güler yüzlü bir melekti. Ben roman okur, şiir yazardım; o ders çalışır, buluştuğumuzda yolda sokakta bana anlatırdı. Adres yazacak olsam: ?Eğil bakalım!' derdim. Masa olurdu. Sırtında yazardım. Bursa kazan, biz kepçe dolaşırdık. Arada yurtta tanıştığımız, daha sonra ev tutarak ayrılan okul arkadaşlarımıza çaya giderdik.

Bir gün Akademinin giriş kapısının önündeyim, Neşe'yi bekliyorum; Dilan'la karşılaştım. Yurtta aynı odada kalıyorduk. Benden sonra onlar da Jeyan ve Gözde ile beraber ev bulup, yerleşmişler. Yanlarına başka bir özel yurtta kalan Fatoş'u da almışlardı. Epeydir görüşemiyorduk. Yakında oturuyorlarmış. Evlerini tarif etti, mutlaka beklediğini söyledi. Ayaküstü bir süre konuştuk. Ortak tanıdıklarımız hakkında birbirimize haberler ilettik, ayrıldık.

Bir süre sonra Neşe geldi. Dilan'dan bahsettim. Aramızdaki konuşmaları aktardım, kısaca. Beraber davet ettiğini de söyledim. Uyar akıllıydı, dedim ya: 'Gideriz bir gün.' dedi. Ben o dördünün de sol görüşlü olduğunu biliyordum ama benim için fark etmiyordu. Neticede hepsi arkadaşımdı. Ayırım yapmadan herkesi sevebilecek yüreğim vardı. O kadar büyüktü ki onlar da ne? Tüm dünya insanları sığardı tek gözüne... Diğer gözlerde de ailem, platonik aşkım ve şiir vardı.

En çok Kültür Park'a giderdik. Ben isterdim; ağacı, taşı, kuşu, böceği... Doğayı nasıl sevdiğimi anlatamam. Birer birer incelerdim bitkileri, yapraklarını, damarlarına, kokularına, üstlerindeki şebnemlere kadar... Yürüyeni, uçanı, kaçanıyla benim için yaratıldıklarının farkındaydım. Şu beyaz giyme tercihim olmasaydı, yerlere oturacaktım. Toprağa, taşa bile... Yaratılışımız ondan olduğu için belki, aşırı kendisine çeker toprak beni. Elektriği boşalır vücudumun sanki bir taşa oturduğumda, çıplak ayakla taş zemine bastığımda, duş aldığımda... Aşırı gergin zamanlarımda bu üçünden birini yaparak rahatlarım.

Benim gibi biri daha var. Antalya'dan, Yusuf... Aynı sınıftayız. Ara sıra selamlaşır, sınavlarda kalem silgi falan alırız birbirimizden. Bazen de kopya çekeriz. Yardımlaşma deriz ona kendi aramızda. Bilgi hırsızlığı falan değildir, umumun kararına göre; aksine, sevaptır bile. Çünkü kopya verene, bizi bir ders belasından daha kurtardığı için dualar ederiz.

Yusuf da doğa aşığı... Antalya'nın kazası Elmalı'nın, adını unuttuğum bir köyünden. Toprağını mı özlüyor, nedir; her geldiğimizde parkın yüksekçe bir yerindeki çimenlere yatmış, ya ders çalışıyordur, ya da uyukluyordur. Hep yalnızdır. Ebu Zer deriz. 'Ebu Zer, yalnız yaşar, yalnız ölür.' Kimseye karışmaz, kimseye konuşmaz. Sorulursa en kısasından tek cümlede özetler cevabını.

Bir gün kaplumbağaları seyrediyoruz. Sırtlarında, geceden kalma erimiş, ezilmiş rengârenk mumlarla, feneri bir yerlerde söndürmüş sarhoşlar gibi geziyorlar. Arada tosluyorlar birbirlerine. Yine yolarına devam ediyorlar. Bazen dik bir yere tırmanmaya çalışıyorlar, devriliyor, zorla doğruluyorlar.

Yusuf yerde yüzükoyun yatıyor; çimen kokusuna hasret kalmışçasına. Kitabı ellerinde, yüzü kitabın üstünde, uyumuş kalmış. Bahçıvan da hortumu almış, yukarıdaki ağaçları sulayarak geliyor. Tam onun hizasındaki ağacın altındaki çukur dolunca, etrafındaki yumuşak toprağı yararak taşan su; serinliği çimenlerden farksız olduğundan, dipten geldiğinden dışarıdan fark edilmiyor ve yavaş yavaş değdiğinden, vücut ısıtıyor olmalı ki ayağından girmiş, beline kadar yürümüş; farkında değil. Kaplumbağanın birisi koluna değer değmez, sıçrayarak kalktı ama ne kalkış!..

Krem gömlek ya da kazaklar giyerdi. Altında hep aynı açık kahverengi pantolonu... Bu defa gri ince kazağı vardı, krem gömleğinin üstünde. Kitabın izi yanağında, boydan boya ve pantolon karnına kadar sırılsıklam!..
Nasıl utandı; kızardı bozardı; kaçarcasına uzaklaştı, bizi görünce. Güldük. Çok güldük hem de! Nereye gittiğini bilmiyoruz ama o uzaklaştıktan sonra da uzun süre kahkahalarla güldük.

Bir cumartesi günü kızlara gittik. O kadar soğuk karşıladılar ki bizi! Benim, Neşe'yle aynı görüşte olmadığımı öğrenmişler. Fatoş'un hatırı olmasaydı, girmeyecektik. Yarım saat kadar kaldık; iyi ki girmişiz, çok şey öğrendik. On dakika kadar sonra kapı çalındı. Uzun boylu, sert yüz hatlarına sahip, ince uzun bir genç geldi: ?Şunu alın, sizde kalsın bir süre. Bir şeye ihtiyacınız var mı?' dedi Dilan'a. Bez parçasına sarılmış bir tabancaydı, uzattığı. 'Tamam.' diyerek, alışık tavırlarla aldı ve duvardaki rafa koydu.

Jeyan da meraklıydı silahlara. Lisedeyken askerlik dersinde, erkeklerin bile bilmediği bir silahın nasıl kullanılacağını sadece kendisinin tarif edebildiğini, yurtta övünerek anlatırdı.

_'Ah, Diyarbakır! Gözünü sevdiğim memleketim! Bir dönsem, hayırlısıyla! Dokuz kurşun sıkacağım havaya!' derdi.

Öğrenci evinde, kızlara silah? Hiç hoşlanmadım. Tedbir için dahi olsa ne gereği vardı? Hepimiz bu ülkenin evlatlarıydık ve okumak gibi aynı hedefi belirlemiştik, ilkin. Sonra da çalışıp, kazanacak, hem başkalarına muhtaç olmayacaktık hem de vatana millete faydamız olacaktı. Her gün tanıyalım, tanımayalım, bir öğrenci arkadaşımız ölüyordu. Kavgada, çatışmada falan değil; çoğu arkadan, kalleşçe atılan kurşunlarla!.. O taraf, bu taraf yoktu benim dünyamda. Her taraf bizimdi, herkes bizimdi ve bizler bizdik. Onlar ve biz yoktu.

Diğerleri ne kadar belli etmemeye çalışsa da Dilan'ın asabi davranışları, sadece sorulursa, hızla verdiği cevaplar iyice sıkıntı yaratmıştı. İnsan sevilmediğini hissetmez mi? Zaten, silahı görünce, son derece rahatsız olmuştum. Bir bahaneyle kalktık, çıkıp gittik oradan. Ondan sonraki karşılaşmalarımızda selamlaşsak dahi asla eskisi gibi yürekten olamadı. Kimeydi silah? Kurşun kimeydi? Düşman mı vardı ülkemizde? Kardeş değil miydik? Din kardeşi değil miydik, en azından?

Bir arkadaşımızın yüzü Alparslan Türkeş'e benzediği için ona ?Albay' diyorduk. Çocuğun siyasetle falan ilgisi de yoktu. Ailesinin gönderdiği üç kuruşu denk getirerek okumaya çalışıyordu. Sessiz, ürkek; garibanın tekiydi. Onun, örgütteki görevinde o rütbeye kadar yükseldiği zannedilmiş ve katline karar alınmış. Birkaç saat sonra Balık Pazarı'ndan geçerken, kafasına sıkmışlar.

Olay yerindeki kan izi, yağmura rağmen silinmedi. Kaç kere üstünden gelip, geçtik. Gerçek adını bile bilmediğim arkadaşımız da son bir kez okulun önünden geçti, gitti.

Albay öldü, vatan kurtuldu!

***

11 Mayıs 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar