Yağmurlu Gece

O gece, uzun yıllardır çalıştığı konserve fabrikasındaki fazla mesaiden, oldukça geç çıkmıştı. Bütün gün ve gecenin bir bölümü, durmaksızın sebze ayıklamış elleri sızlıyordu.
Ayın sonuydu. Fazla çalışmalarından epeyce dolgunlaşan maaşı, boynundaki çantasındaydı.
Ekonomik koşullardan ve göçten dolayı, dışarıdan gelenlerle birlikte, eskiden kapıları kilitsiz yatılan kasabalarında, suç olayları arttığından, parasını boynuna astığı, kendi elleriyle örülmüş, küçük çantasında saklıyordu bir süredir.
Yağmurlu, ılık bir bahar gecesiydi. Kasabada bu mevsimde geceler genellikle soğuk geçtiğinden, halkın büyük bir kısmı hala sobalarını yakıyordu. Havadaki hafif duman kokusuna, akşam yemeğinden sonra yenilen ve sobalara atılarak yakılan portakal, elma kabuklarının hoş kokusu karışmıştı.
Sessiz, kimsesiz sokaklarda yürürken, yağmur hızını arttırınca, fabrikanın önüne gelen seyyar satıcıların birinden aldığı dallı, güllü rengarenk desenli şemsiyesini açtı.
Çocukluğundan beri canlı renklere bayılırdı. Yaşı ilerlemeye başladıysa da bu canlı renklerde giyinmekten vazgeçemediğinden, eleştirilere de uğradığı oluyordu.
Fabrikadaki dedikoducu kadınlar, başını bağlamadığı ve renkli giysileri dikkat çekmek için giydiği konusunda acımasızca eleştiriyorlardı.
Ama, o yaşı ilerledikçe başkalarının düşüncelerinden çok daha az etkilenmeyi, hatta hiç etkilenmemeyi öğrenmişti.
Genç kızlığında, diğer kız kardeşleri gibi başını bağlamadığından, babasından çok dayak yemişti. Ama, taşıdığı asi ruh sayesinde babasının ve diğerlerinin baskısına direnmiş, en sonunda babası pes etmiş, onun bu halini kanıksamış, ne baş örtüsüne, ne de giyimine karışmaz olmuştu.
Doğduğundan beri bu kasabadaydı. Hiç dışına çıkmamış, sadece yetmiş kilometre uzaklıktaki büyük şehre hiç gitmemiş, denizi hiç görmemişti.
Çocukluğunda, önce tarla, bağ, bahçelerde, onsekizinden sonra da, kasabanın kenar mahallesinde açılan konserve ve reçel fabrikasında çalışmıştı.
Yolda evine doğru yürürken, içinde yine o asi ruh canlandı. Evin kapısına gelince durakladı, içeri girmek, çoktan sızmış olan ayyaş kocasının horlamalarını dinlemek istemiyordu. Artık!
Kendi seçmediği, sevmediği, yıllardır bir türlü kabullenemediği yaşamından kurtulmak, yeni bir yaşama başlamak istiyordu.
Babasının ölümünden sonra, çocukluğundan beri hissettiği baskılar kalkıvermişti aniden.Babası, bütün baskıların sembolü olmuştu. Onun yaşamında.
Birden döndü ve kasabanın dışından geçen anayola doğru yürümeye başladı.
Gece iyice ilerlemiş, yürüdükçe, köpek havlamalarının arasına anayoldan geçen araçların sesleri karışmaya başlamıştı. Birazdan gün ağarmaya başlayacaktı.
Yolun kenarındaki şehirlerarası otobüslerin yolcu aldığı cebe gelince, bir otobüsün yaklaşmakta olduğunu gördü. Araç hızını keserek yanaştı, durmak üzereyken, kapıyı açan muavin, haydi! İzmir,İzmir diye bağırmaya başladı.
Bir an elinde olmayan bir tereddütle sarsılan kadın, sonra herşeyi göze alan kör bir cesaretle otobüse bindi. Aracın ışıkları yağan sağanakta hızla, büyük şehre doğru uzaklaştı.

08 Mayıs 2009 2-3 dakika 9 öyküsü var.
Yorumlar (1)
  • 15 yıl önce

    "Aklım Sende Kaldı" kadar olmasa bile, bu da güçlü, çarpıcı bir öykü. Gene şiirsellikten beslenen bir anlatım. Gene, öğreticiliğe özenmeyen, sezdirmekle yetinmesini bilen bir öykü var önümüzde.

    Nur Ergün, öyle anlaşılıyor, öykü geleneğimizin coğrafyasında, laf olsun diye değil, bile-isteye geziniyor ve o coğrafyanın mirasından nasıl yararlanacağını bildiği gibi, o mirasın üstüne kendi sanatsal değerlerini eklemesini de, sahiden beceriyor.

    Buraya eklediği iki öyküyle yetindiğini sanmıyorum onun. Kimbilir, daha ne hüzünlü, ne derinlikli öyküleri vardır. Nasıl meraklandım, bir bilebilse!