Yakılır Sözcükler Küle Çevrilir

Orta parmağımın su toplayan ucu patlayınca tamam, deyip içimden her şeye boş vermeye karar verdim. Yazmaktan vazgeçtim. Elimdeki tükenmez kalem parmağımın patlayan yerindeki açık deriye değdikçe çok acı çekiyordum. Dayanılacak gibi değildi. Ne olacaksa olsundu artık.
Zamanla alıştım bu acıya da. Sonuçta çok fazla devam etmeyecek bu durum.
Sonuçta çok fazla devam etmeyecek bu durum, diye bir cümleyle devam ediyorum yazmaya.

Beni tutuklayıp buraya koyduklarında üzerimdeki her şeyi, kol saatimi bile almışlardı.
Yazmaya ara vermem yasaktı. Parmaklıkların diğer yanındaki acayip bakışlı görevlinin gözleri her daim üzerimdeydi. Yazmaya ara verdiğimi anladığı anda silahını bana doğrultup tetiğe basabilirdi.

Yazıyorum.
.Beynim yeni cümleler bulup yazmakta direniyor gibi. Bu son cümlem mi olacak? Sözcükler geçip dururken aklımdan kayıp geçiyorlar ben onları yakalayamadan. Tükenmez kalem, tanrı, mezar, alabalık, kül, yangın, Aysel, keçi sütü, cam, biber gazı, susuzluk, dünya, Marks, Nietzsche, tanrı öldü, yok etmek, farkında olmamak, kimse fark etmeyecek, kimse tanımıyor beni, hiç kimseyim ben, yılgınlık, yorgunluk....

Parmaklıkların öte yanında görev değişimi var. Genç bir görevli geliyor şimdi de. Çok kısa bir ara vermem sırasında, şöyle gerinip derin bir nefes alayım, tutulan belimi hareket ettireyim diye düşündüğüm anda, silahının ucuyla sırtıma dokunuyor. Hafiften ıslığı ile bir melodi tutturuyor. Benim gıcık olabileceğimi düşündüğü bir türkünün melodisi. Ama onu da beceremiyor. Yazdıkça bitecek olan tükenmezimden dolayı bir an olsun ara vermeyeyim diye masama on kadar tükenmez koymuşlar,gülünç ve aşağılık bir tehdit biçimi.

Düşünme, yaz! Diye bir ses duyuyorum.
Sözcükler, Gazete, benim gazetem, bizim önemli gazetemiz. Haykırmak, isyan etmek istiyorum. Neden sözcükler düşmüyor aklıma, neden satır satır dökülmüyor parmaklarımdan cümleler? Bir zamanlar bu kepazeliklere karşı yazdığım yazılardaki gibi? Artık hiçbir şey fark etmez oysa. Her şeyi yazabilirim. En saçma sapan cümlelerden en keskin başkaldırı sözlerine kadar her şeyi... Yazmalıyım da. Ara veremem çünkü. ...Demokrasi! Halk oylaması, seçimler. Hiç biri önemli değil. Bu sayfa da doldu dolacak. Şimdi bunu da yakabilirsin domuz herif.

Görevli uzatıp kolunu parmaklıkların arasından yazmakla doldurup bitirdiğim sayfayı alıyor önümden, gözlerini hızla gezdiriyor üzerinden. En son yazdığım cümlede gülümsüyor nedense. Sonra bir çakmak sesi yanarak yere dökülüyorlar yazdığım sözcükler. Bir kül yığını halinde masamın yanında toplanıyorlar.

Devam et, devam et, devam et! Ne olursa, ne yazarsan, fark etmez. Yeter ki ara verme yaz.
...değersizlik, hafiflik, aşk, zor durum, generaller, dağlar, kimse, ruhlar âlemi, arkadaşlar, çamaşır ipi, anne, anne bana süt ver, konserve, kıtlık, saklanma, kaya, gece, çok geceler, açlık, açlığa son, kimse duymadı beni, inanmadı, eğilmek, eğilmem ben, yazdığım sürece ne ben ne de kalemim kimsenin karşısında eğilmeyecek. Eğilmeyeceğim değil mi? Neden durmuyorum... Korkum yok. Sizi yaptıklarınızdan dolayı cezalandıracağım. Diz çökerteceğim yakıp yerlere savurduğunuz o sözcüklerimin önünde... Sözcük, ne kadar savunmasız!
Şairler, gülünç figürler. Peki, ben neyim? Şair değil. İyi adam olmak istiyorum. Yok, daha da kötü, daha da fena olmak istiyorum. Sözcüklerime, cümlelerime katlanamayıp yakılacak kadar kötü olmak istiyorum.

Gazetedeki ofisimden ayrılmak üzereyken tutukladılar beni. Gazete de gazete olsa, ofis de ofis hani! Sanki çocukların çıkardığı amatörce, sırf yazılarla dolu, garip bir gazeteydi işte. Ofis dediğin de, makinelerin arsında kalmış, depo gibi kullanılan tavanı düşük penceresiz küçük bir yer. Bir de o günkü gazetemizin bir kopyasını aldılar.
...sana düşman, bana düşman, taş, Molotof, yumruk, bıçak, panzer, sadece sözcüklerdi tek tek. Hepsi bu.

Beni önce Emniyet binasına getirdiler. Direk hapse götürmelerinden iyidir diye umutlandım. Hapse götürselerdi dayanamazdım. Nerden bilecekti onlar, kime kanıtlayabilirdim psikolojik sorunum var diye? Beni doğrudan bodrum kata indirdiler. Bodrumun da bilmem kaçıncı dip katıydı burası. Kimse görmemişti burayı henüz tanıdık çevremden olanlardan. Ama hemen herkes buralara gelenin bir daha görülmediğini, ortadan kaybolduğunu söylüyordu.


....yaz! Gözlerini önümdeki kâğıda ve elimdeki kaleme diktiğini hissediyordum arkamda ayakta duran görevlinin. Biliyordum, yazmak zorunda olduğumu biliyordum. Kendimi tekrar etmekten başka ne yazacaktım? Tekrar etmek, tekrar etmek, tekrar etmek, beynim takılı kalmış bir plak gibi. Görevli, görevli, görevli, domuz surat, domuz surat, domuz surat, zebani, zebani, zabani, her şeyi yazabilirdim artık, aklıma ne gelirse, tekrarı da olsa. Nasılsa yakılmayacak mıydı? Mesele ara vermeden yazmak değil miydi? Evet, zebani, zebani diye adlandıracağım ben seni domuz suratlı görevli. Farkındayım, daha ben yazarken sen gizlice omuzlarımın üzerinden uzanıp okuyorsun yazdıklarımı.

Doğru dürüst yaz, okunaklı yaz!
Tükenmez kalemin ucu kırıldı. Ağzındaki bilyesi mi çıktı yerinden, yazılan harfler birbirine karışıyor, okunmuyor. Yenisini alıyorum masamın üzerindeki tükenmez kalem destesinden. Yazdıklarım okunabilmeli. Okuyun bakalım domuz suratlı zebaniler. Devran sizin devranınız. Ya tersine dönerse çarkınız?
...cehennem diye bir şey yok. Böyle deniyordu bir halk şiirinin dizelerinde. Cehennem dediğin dal, odun yoktur, herkes ateşini buradan götürür... Sadece sizler için olmalı olacaksa da. Ne cennet, ne tanrı olmamalı sizin için. Ama sonsuza dek cehennem olmalı. Kıçınızın nasıl tutuştuğunu görmek isterim, görmek isterim o günü.
Güldüm galiba. Güldüğümü duymuş olacak ki, sırtıma dokundu yine silahının ucuyla.

Ne mızmız şeymişim ben böyle, ne kadar çok şikâyetçi.Şu yazdıklarıma da bakın. Ne kadar anlamsız, birbiriyle bağlantısız şeyler... Şöyle doğru dürüst, mantıklı, daha cesaretli şeyler yazmalıyım. Doğru şeyler yazmalıyım. Gerçeği, içerisinde bulunduğum gerçeği ve zamanları dillendiren doğru cümleler. Gazetedeki yazılarımda yaptım mı bunu? Burada bulunmamın sebebi o yazılar değil mi zaten? Demek ki doğru şeyler yazmışım. Şimdi de onuncu köydeyim işte. Aman ne komik! Onuncu köy... Söylemesi, düşünmesi kolay,onuncu köy, düşman başına bile değil...
Ama başka türlü de davranamazdım ki! Direnmek gerekiyordu. Direnmeden nasıl çıkardı ki gerçekler gün yüzüne?


Görevlinin parmaklıklardan uzanan kolu, beklediğimden de önce geliyor bu kez. Önümdeki sayfada henüz boş yer vardı. Biraz önce gülmüş olmamdan gıcık kaptı sanırım. Söküp aldı kâğıdı önümden. Dönüp kendisine bakmam yasak. Pis pis güldüğünü duyuyorum. Yazdıklarımı okuyor belli ki. Yine bir çakmak sesi,bir sayfa daha yakıldı. Bir sayfa dolusu sözcük küle döndü yine.

Bu ülkenin sadece size ait olduğunu da nerden çıkarıyorsunuz? Çünkü zenginsiniz, çünkü güçlüsünüz, çünkü karnınız tok, çünkü dört çeker cipleriniz, yatlarınız, villalarınız, hanlarınız, hamamlarınız var. Bizlerse zavallı aptal şeyleriz. Biliyorum, aptalız, evet. Yüzde kaçımız aptaldık sahi? Bizi aç, susuz, savunmasız bırakmaya devam edin bakalım. Hesap sorma, evet. İtiraf ediyorum, hesabını sorabilmek için her türlü koşullarda kalmaya razıyım. Yeter ki tüm bunların hesabını soracağım zamanlara kavuşayım. Hesap sorma, intikam!
Beklemiyordunuz değil mi bu sözcüğü benden? Evet, intikam. Beni barışçı bilirdiniz, barışla tüm ilgimi kestim artık. Barışı noktaladım.

Ellerim arkamdan kelepçeli, kaçıncı bodrum katı olduğunu bilmediğim uzun ve oldukça ışıklandırılmış dar koridorlardan iki görevli tarafından geçirilip götürülüyorum. Koyu yeşil boyalı bir sürü demir kapılardan geçiyorum. Sadece bir anahtar deliği olan kapılar. Bir küçük penceresi bile olmayan ağır demir kapılar. Beni bir odaya götürdüler. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Küçük ama tertemiz bir oda, odadan çok nerdeyse mini bir ofisi andıran bir yer. Üzerinde neredeyse hiçbir şey bulunmayan bir çalışma masası, konforlu olduğu görünen bir dönerli koltuk, üstelik gerçek deri gibi görünüyor. Masanın önünde normal tahta bir sandalye... Burası hücre falan değildi. Normal bir çalışma odası gibiydi. Sağ tarafta duvarın dibinde bir ranza ve üzerinde tertemiz bir yatak. Hemen yanı başında küçük bir kitaplık, ne olduğunu, neden buraya getirildiğimi anlamaya çalışıyorum.

Sandalyeye oturmam istendi. Zorlandığımı anladıklarında, arkadan kelepçelenmiş ellerimi açmak akıllarına geldi. İki çekmecesi var masanın. Oturmadan önce açmamı istediler nedense. Birisi boş kâğıt yığınıyla doluydu tıka basa, diğeri tükenmez kalemle. Yeniden yerime oturdum. Görevlilerden biri çıkıp giderken odadan, diğeri konforlu koltuğa yani yönetici, yani iktidar, yani güç sahibi tarafına geçip oturdu karşıma. Az evvel açtırıp baktırdıkları çekmecelerden birini açıp tek bir kâğıdı koydu önüme. Sonra diğer çekmeceden bir tükenmez kalemi alıp onu da fırlatır gibi önüme attı.

Yaz!
......yazmak, sözcükler, bodrum, koridor, kimse, kimsesizlik, kimsesizler ülkesi, alıp başımı gideyim, kimsesizler ülkesine, rüzgarlar beni dinlesin, dağlar taşlar yeter bana... Koyun, davar, sürü, insan da var, soğuk burası, iyi ki de öyle. Sıcağı hiç sevmem, şıpır şıpır terlerdim şimdi. Özlem. Kimseyi özlemedim. Neyse ki beni seven de yok. Gerçekten böyle miydi? Hayır, sevenlerim çok benim. Unutmayın beni, hatırlayın. Bunu ben mi istedim? Böyle olmasını ben mi istedim? Şimdi ne olacak? Ağlamak istiyor canım. Burnumun direği sızlıyor. Boğazım düğümleniyor. Dolmuşum taşacak kadar. Herkes mutlaka bir kez olsun ağlamak ister değil mi? Yoksa sadece güçsüz olanlar mı? Yalvarmak, bağışlanmak için yalvarmak. Şimdi, lütfen beni özgür bırakın, lütfen hayatımı bağışlayın, diye yazacağım. Bunu kabul etseler sevinir miyim? Belki. En azından ölmek istemediğim için sevinirdim. Alçaldığımın farkındayım, bunları yazmakla yetinmeyip karşımdaki görevliye hoş bir iki cümle ederken. Teslimiyet...

Olamaz! Gülümsedi yüzüme, karşımdaki.
Yazmayı seviyorsun değil mi diye sordu. Kafamla onayladım. Yazmak senin için hayati bir şey gibi değil mi? Yine onayladım. Eliyle boş kâğıdı gösterip, o zaman yaz yazabildiğin kadar. Şimdi yazmak gerçekten de hayatınla ilgili bir şey. Yazmayı sonlandırma zamanı senin elinde. Tükenmezi elinden bıraktığın, yazma işine nokta koyduğun anda senin için her şey bitmiş olacak. Yazdığın sürece yaşayacaksın ve kimse de sana kötü davranmayacak. Yazdığın sürece hayatta olacaksın.

Bunları duyduğumdan bu yana durmadan yazıyorum.
... neden tükenmezi de kağıdı da karşımdakinin suratına fırlatıp bu işkenceye son vermiyorum ki? Bu konudaki zayıflığımı ve hayatı nasıl sevdiğimi biliyor olmalı. Her satır, her cümle, her sözcük hayatımın bir parçası artık. Ama tıkanıyorum, zorlanıyorum. Aklıma sözcükler de gelmez oldu. Yazıyorum, yazıyorsun, yazıyor, yazıyoruz çok saçma. Dışarıyı, doğayı, dünyayı düşünmeli şimdi. Yazılacak bir sürü şey gelecektir aklıma. Ayakta kalmalıyım. Yıkılmamalıyım. İyi şeyler, güzel şeyler düşünmeli, yazmalıyım. Güneş, aydınlık, sevgi, aşk, dünya, deniz, şiir, gül, papatya, lale, lalelim Lalelide oturur, İstanbul'un orta yeri sinema, Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak, biz kimlere esir olduk, şu zamanın işine bak, zaman, vakit, Cumhuriyet, hürriyet, kuşlar, martılar, güvercinler, Eminönü, Beyazıt meydanı, Şişli meydanında üç kız biri Çiğdem biri Nergis, vuruldular güpegündüz, sorarlar bir gün sorarlar... Bileğim kopacak gibi. Aklım durdu duracak. Yazmalıyım. Hay Allah! Neden düşünemedim bunu daha önce? Ezbere bildiğim yüzlerce türkü var. Onları yazayım. Ay ışığı jandarmanın süngüsünü yakıyor, ne güzel söylerdi bunu Behice Hanım, Mahpus yoldaş pencereden jandarmaya bakıyor, hayali gönlümde yadigâr kalan, döndüm daldan düşen kuru yaprağa, yiğidim aslanım burada yatıyor, hasan dağı, hasan dağı senden yüce dağ olur mu? Yoruldum. Bileğim kopacak nerdeyse. Suratına fırlatamıyorsam karşımdakinin, tükenmezi ve kâğıdı, onu yaralayan, onu hırçınlaştıran, onu çığırından çıkaran sözler yazmalıyım. Nasılsa okuyacak, okusun ve bitsin bu işkence. Ne? Hangi söz, hangi cümle çığırından çıkarır bu adamı? Karın her gece başka bir erkekle eğleniyor sizin yatak odanızda. Annenin yediği haltları da tüm mahalle biliyor. Seninse i*ne olduğun dilden dile dolaşıyor. Okuyacak bunları. Okuyacak da ne olacak? Benim ne zavallı duruma düştüğümü anlayacak. Zavallı birinin son çırpınışları diye algılayacak. Tanımıyorum kendisini, biraz tanımış olsaydım zayıf yönlerini de bilirdim elbette. Ama böyle sıradan bir görevliyi de kim tanıyabilir ki? Büyük başlardan olsaydı mutlaka bilirdim. Belli ki, zavallı sadist ruhlu birisi işte,burada kendi sadist ruhunu tatmin ediyor.

Yüzüne bakmam yasak. Bu yüzden ne yaptığını göremiyorum. Gözaltından baktığımı görse bile copu indiriyor kafama isteklice. Önümdeki sayfa doldu taştı. Neden uzanıp almıyor? Yoksa uykuya mı daldı? Öyle de olsa tükenmezin kâğıt üzerinde dolaşırken çıkardığı sesi duymazsa yazmaya ara verdiğimi anlayabilir.

Birden uzandı eli ve dolu sayfayı önümden çekip aldı. Okumadı bile bu kez. Hemen çakmağını çaktı ve yakıp yere attı kâğıdı. Yerinden kalktığını gördüm. Yeni boş bir kâğıdı uzattı önüme. Kalkıp arkama geçti. Yaz diye gürledi. Yine de, sesinden bitkin ve yorgun olduğunu anlayabiliyordum. Arkamda duvar yanında duran ranzanın gıcırtılarını duydum. Belli ki uzandı yatağa. Uyuyacaktı. Silahın ucuyla sırtıma dokundu yeniden. Yaz! Dedi.
....uyumak, dinlenmek, rüya görmek, yazmak, yakmak, düşünceyi yakmak, yasaklamak, sözcükler, kalıcılık, kelepçe, beyin, gerçekler, ben kazandım, dayanamadınız, uyudunuz, yenildiniz, siz değil sözcükler, cümleler, yazılar, yazılanlar kazandı. Öyle mi acaba? Buna bir inanabilsem. Yorgun düşüp uyudu mu?

Yazmalıyım. Ara vermeden yazmalıyım. Yazmasam, okunacak bir şey bulamayacak arkamdaki domuz suratlı zebani. Yazmasam sonum olur benim. Yazmalıyım.
Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum...

06 Nisan 2012 13-14 dakika 21 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 12 yıl önce

    Okumak ve yazmak, bir aydın sorumluluğu, topluma borç ödemek bir nevi. Uzunca bir yazı olmuş ama bir solukta okundu diyebilirim. Boşuna dememişler''Her kütüphane bir hapishane kapatır''diye. Güzeldi kutladım Hüseyin bey...😙👍😙

  • 12 yıl önce

    uzun bir aradan sonra yeniden merhaba derken böylesine hoş bir karşılama:) Seçici kurula ve yönetici arkadaşlara saygı ve sevgilerimle. Teşekkürler.