Yara

Oğlanlar, faytonların arkasına takılıyor, bir yere tutunup, yatay direğe oturuyor, ağızları kulaklarında, neşeyle gidiyorlardı. Arabacı fark ederse, kamçıyı arkaya sallıyor:

_ 'İnin ulan ordan! Başımı belaya sokcasınız!' diye bağırıyordu.

Bu, çok zevkli bir şey olmalıydı ki o kadar azar işitiyor, kamçı yiyor, yine de her geçene takılıyorlardı. Oraya bindikleri zaman o kadar keyifleniyorlardı ki bir defa da ben denemek istedim. Acaba nasıl bir şeydi?

Bir yere gideceğimizde babam; bizden önce evden çıkar, kahvelerin yanından bir fayton çevirir, biner, eve gelirdi. Atlar, taşlı tozlu sokaklarda tozu dumana katarak, talimli adımlarla, burun deliklerini aça aça soluyarak gelir, ağızlarındaki gem çekildiği için değil de, sanki bizi memnuniyetle karşılıyorlarmış gibi başlarını yukarıya kaldırıp, gözlerini açarak dişlerini göstererek gülerler ve geriye çekilerek dizlerini gererek rahatlarlardı. Arabanın yanındaki demire basarak içeriye girer, babamın yanına oturan annemin karşındaki dar oturaklı yere, gittiğimiz istikamete arkamı dönerek otururdum. Anneme, o devirde dekolte sayılacak kıyafetler giydiren, makyajın kadın için gerekliliğine inanan, Allah'ın benzerlerinden çok güzel yarattığı annemi babam, caddede sokakta koluna takar iftiharla gezdirir, parkta bahçede dolaştırır, kimse görmezdi de sanki arabaya binince göreceklermiş gibi yaz kış faytonun üstündeki körüklü siperliği kapattırırdı. Arabacı, iş kapmış olmanın mutluluğuyla şöyle bir yerinde doğrulup, dizginleri çekip, hafifçe arkaya kaykılarak, keyifle kamçıyı şaklatır, sevinçli bir sesle:

_ 'Deh!' derdi. Araba sarsıntıyla kalkar, tekerlekler hafif hafif sarsarak, iki yana sallanarak yola düzülürdü; arabacı, babamın:

_ 'Sağa dön, sola sap, şimdi dosdoğru git!' gibi talimatına göre atları idare eder, gideceğimiz yere gelince saygıyla selamlayarak ayrılırdı.

Arabacılar saygılı olurlardı. Müşteri velinimetti. Çocuklara karşı neden haşin davranıyorlardı? Para alamadıkları için mi? Her şey para mıydı? Yani şimdi onlar babamı sevip saydıkları için değil de para için mi iki büklüm oluyorlardı? Bir gün on dakikalığına, ancak düğünlerden düğünlere bu arabalara doluşabilen çocukları arabaya bindirse, mahallede bir tur attırsa, onların cıvıltılarıyla o da mutlu olsa, bir hayır yapsa, olmaz mıydı? Gezdirse, eğlendirse iyi de ya kaza yaparsa, onların kanlarını nasıl öderdi? İşin bir de o tarafı vardı. Aileler:

_ 'Bizden izin mi aldın da bindirdin çocuklarımızı?' derlerse, onlar yaralandıklarında ya da öldüklerinde? İnsanoğlu can taşıyordu ve hayatla ölüm arasında incecik bir zar vardı.

Aklıma koydum ya mutlaka yapacağım. Oynuyorum ama kulağım fayton sesinde... İlk paytona takılacağım. Daha çok tatar arabaları geçiyor. Oğlanlar onlara da takılıyorlar ama apaçık olduğu için hemen fark ediliyorlar ve anında kamçılar inmeye başlıyor.

Nihayet yolunu şaşıran bir tanesi geçerken koştum ve arkasına tutundum. Tam oradaki yatay direğe iliştim ki arabacı, küçücük cüssemin acemice, telaşla oluşturduğu sarsıntıdan, birisinin arkaya asıldığını fark etmiş olacak ki bağırmaya başladı. Aldırış etmedim. Nasıl olsa arabadan inmesi için onu durdurması gerekiyordu. Duracak gibi olursa, inip kaçacaktım. Fakat öyle olmadı. İnmediğimi anladığı için trafiğin yoğun olduğu caddeye çıkmadan indirmek gayesiyle öyle bir kamçı salladı ki zavallı atların onun elinden neler çektiklerini, sol kolumda şaklayınca anladım!.. Kolumun pazısı kılıçla kesildi sandım!.. Kıpkırmızı olup, kabardı. Yanık gibi yanmaya başladı sonra. Acısı yüreğime oturdu ama ses çıkarmadım ve inadımdan inmedim. Zaten kaç kiloydum? Arkayı çökertecek kadar değildim. Nerden anladı bilmem. Epey bir gittik. Canım yanıyordu yanmasına hem de çok ama caddeye kadar gitmeye kararlıydım. Yolun sonunda, ana caddeye çıkmadan yavaşladı, indim ve geri geldim. O zamana kadar, çocukların arabalara takıldıklarını her söyleyişimde annem:

_ 'Sakın sen öyle bir şey yapma! Arkadan gelen taşıtlar ezer. Araba aniden durur, düşer yaralanırsın. Atlar ürker falan, bir şeyler olur. Ya da kamçı gelir, yüzüne gözüne. Sakın ha!' demişti.

İlle de deneyerek öğrenmek ister ya insan. Bir de akıl yürütür: 'Ölürsem ben öleceğim, kime ne zararı var? Hırsızlık gibi günah da değil ya...' diye. O oldu. Bir daha mı? Allah korusun! Kara merhemler vardı o zamanlar. Pomatlar... Yarayı sulandıran... Bir de penisilin tozları vardı. Neler denemedik!

İki çok önemli yaramdan biri budur. Biri de komşunun merdiveninin beton korkuluğundan çok kaydığım, oyuna iyice daldığım için acısını hissetmediğim, oyun bitince cayır cayır yanmaya başlayan bacaklarımın iç kısmı... Akşama yara halini aldı o çizikler. Yürürken iki baldırım birbirine değince dayanılmaz şekilde acımaya başladı. Erkek arkadaşlar pantolonlarıyla, kızlar pijamalarıyla kayıyordu. Benim mini mini etekli elbisem vardı, üzerimde. Beton tırabzanın üstü şaplı, yanları rende gibi pürüzlüydü. Bacaklarım birbirine değecek diye aklım gidiyor, sünnetli çocuklar gibi yürüyordum. Yine pomatlar, merhemler, sarı penisilin tozları... Evde 'Ah!' lar, 'Vah!' lar...

Epeyce çektim. Önce kızardı, iltihaplandı, merhemlerle işledi, penisilin tozuyla kurudu, enine çizgiler halinde kabuk bağladı. Zor iyileşti. O halimle, bir gün bile sokaktan geri kalmadım. Oyun o kadar tatlıydı ki bacaklarım zımparalanmış, çizik çizik olmuş, kanamış, duymamışım bile...

Dizlerimin hali her zaman harap! Her ikisi de perişan... Her birinde üç beş yara... İlle de bir tanesi en büyük... Kapanamaz bir türlü, berbat! Tam kapanacak, yine kapaklanırım! Ya da sabunlu lif geçer üstünden yıkanırken akşamları oyundan eve geldiğimde, acımasızca!

Annem, iki tane rahat lacivert ve kırmızı düz ketenden oyun tulumu dikti bana, o olaydan sonra. İçine girdiğimde, dış etkenlerden korunuyordum. Önceleri biraz zor geldi, sıkıntıya girmek. Sonra alıştım. Pek hava almıyordu. Paçaları diz üstünde, kolsuz... Mutlaka güneş görmeliydim. İstediğim gibi tozun toprağın içinde yuvarlanabiliyordum. Bir gün laciverdini bir gün kırmızısını giyiyordum. Her akşam o ve ben yıkanıyorduk. O, çok olsa eskiyordu yıkana yıkana ama benim canımdan can kopuyordu.

Yıkanmayı seviyordum ama ille de yaralarım!.. Onlara değmezlerse, sabunlu su kaçsın gözlerime, sabrediyordum. Su döküyorlar, acısı geçiyordu, ya yaralarım? Zaten ılık su değince yumuşuyor, kolayca kalkıveriyordu, daha iyileşmeden kabukları, altları cicik yara, et, cerahatli...

İrin de diyorlardı. Onu çıkarırsam, iyileşeceğini zannediyor, dizimin derisini iki yandan çekiyor, yarayı yavaş yavaş geriyordum. Kabuğu ya ortadan deliniyor ya da yarılıyordu. Bazen de yanlardan ayrılıyor, o tarafı yavaşça yukarıya kalkıyor, aralanan yerden; sarımsı, yoğun bir iltihap çıkıyordu. Bazen tamamen kalkıyordu, kuruyup, sertleşmiş kabuk; altından incecik, soğanın iç zarı gibi bir zarla kaplı pespembe et ortaya çıkıyordu. Tekrar düşüp, kanatmaz, mikrop aldırtmazsam, iyileşecekti ama ben de o da o kadar şanslı olamadık.

İltihap, her zaman vardı. O, kabuğun altındaydı ama göz görünce, insanın içine fenalık geliyordu! Boyuna oksijenli su döküyordum, üstüne. Köpürüyor da köpürüyordu... Yarasıyla bile oynayan çocuklardık. Çocuklara sorulan klasik sorular vardır ya büyükler tarafından; kimi, ne kadar sevdiği hakkında... bana da sorulurdu:

_ 'En çok kimi seviyorsun?'

_ 'Allah'ımı...'.

Peygamberimden haberim yoktu. Sadece adını biliyordum. Sevebilmem için tanımam gerekirdi. Henüz onun hakkında bilgim yoktu ve daha epey bir zaman olamayacak, yalan yanlış sözler beynimin bir yerlerine tutunurken, beraberlerinde acabalar da oluşturacaktı.

_ 'Sonra?'

_ 'Annemi, babamı...'

_ 'Daha sonra?'

_ 'Ablamı, Şermin'i...'

_ 'Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?'

_ 'Babamı... En çok babamı... Ondan da çok oyunu... Hem de nasıl! Deli gibi!..'

_ 'Bak sen! Hiç de politikacı değil. Başka çocuklar: 'İkisini de...' derler. İkinci sırada oyun... Üçüncü sırada baba... Kız çocuklar babaya düşkündür. Normal... Peki, neden seviyorsun, babanı?'

_ 'Onun da en çok beni sevdiğine inandığım için...'

Yeryüzünde her şeyden çok oyunu; yiyeceklerden, içeceklerden, yemişlerden, çerezlerden çok oyunu seviyordum. Uykudan da çok... Herkesten ve her şeyden çok...

***

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ

31 Temmuz 2010 7-8 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (1)
  • 13 yıl önce

    tasvirleriniz çok başarılı.tebrik ederim...