Yatağını Unutan Irmak Kurur
Dikenli Köyü’nün meydanındaki çatlak taş çeşme, yüzyıllık bir sırrı saklıyordu:
“Yatağını unutan ırmak, kurur.”
Bu söz, çeşmenin göğsünde solmuş bir kabartma gibi dururdu. Köylüler, suyun hiç kesilmemesini bu “sırra” bağlardı. Oysa gerçek, taşların arasına sinmiş bir çift nasırlı elin sırrıydı: Sadık.
Sadık, sabah sisinin içinden çıkan bir gölge gibi yaşardı.
Kıvrılmış sırtı, her gün biraz daha toprağa eğilirdi; dizleri çatlak toprak gibi suskun, gözleri ise sürekli ıslak bir tebessümle donmuştu. Yüzü, yılların ayazında yıpranmış, alnında terle karışık toprak izleri kalmıştı. Elbiseleri her daim yama yama, ama düğmeleri itinayla ilikliydi.
Sadık, köyün “görünmez taşıyıcısı”ydı.
Sabahın ilk ışıklarında yorgun bir eşekle çiftçilere saman taşır, öğle sıcağında keçileri dağa sürer, akşam karanlığında yaşlı kadınların sarkan kiremitlerini düzeltirdi.
Hiçbir işin “benlik” olmadığını düşünürdü. O, insanların ihtiyaçları arasında var olan bir boşluğu doldurur gibi yaşardı.
Ama bu iyilik, ona verilmiş bir hediye değil, ağır bir lanetti. Çünkü hayır diyemezdi. Ve bu, onu kendi hayatının kıyısına savurmuştu.
Çeşmenin suyu, Sadık’ın iç dünyasının yankısıydı.
Her yardım ettiğinde, çatlaktan bir damla daha sızardı.
Köylüler avuçlarını çeşmeye uzattığında serinliği hissederdi; ama Sadık, yatağını unutmuş bir ırmak gibi içten içe akıp gidiyordu.
Bir gün, çeşmenin dibindeki toprakta küçük bir çukur oluştu.
Toprak, suyu yavaşça emiyor; çeşmenin altında boşalan bir iç oluşuyordu. Sadık bunu fark etti ama bir taş daha koyarak görmezden geldi. Aynı saatlerde, kendi evinin duvarındaki yarık biraz daha derinleşmişti. Duvar sessizce çatlıyor, ama o yine başkalarının duvarlarını onarmayı tercih ediyordu.
Avlusundaki tek zeytin ağacı, köydeki en çelimsiz daldı.
Toprağı kupkuru, gövdesi çatlamıştı. Sadık, “önce başkalarının ekinleri” derken, kendi toprağını sulamayı hep unutmuştu.
Ağaç, her sonbaharda yapraklarını döktüğünde, onun içinde de bir umut daha eksilirdi.
Bir gece, ağır bir rüya gördü:
Zeytin ağacının gövdesinden koyu kırmızı bir sıvı sızıyor, toprağa damlıyor ama emilmiyordu.
Ağaç ona “beni neden unuttun?” diye fısıldıyordu.
Uyandığında, köyün muhtarının bir çocukla haber gönderdiğini öğrendi.
Kasımın ilk haftası, gökyüzü paslı bir çan gibi uğuldamaya başladı.
Geceden sabaha kadar süren fırtına, yalnızca ağaçları değil, köyün arkasındaki eski taş barajı da hırpalamıştı.
Çatlaklardan taşan sular, en verimli arazileri çamura çevirmiş, barajın alt duvarı yer yer çökmüştü.
Su artık kontrolsüzce akıyordu.
Köylüler panikle birbirine baktı:
“Baraj yıkılırsa, çeşme de gider.”
O an herkesin aklına aynı isim geldi: Sadık.
Köy halkı yine Sadık’a sığındı:
“Barajı sen onarmalısın!”
O, ayak bileklerine kadar batan çamurun içinde taş taşıdı.
Ellerinin çizikleri, kanla değil, suyla doluydu.
Aynı gece, evinin çatısı çöktü. Ama o, sırtında taşıdığı son kum torbasını baraja koymak için geri döndü.
Yığıldığı an, ay ışığı avlusundaki zeytin ağacına vuruyordu. Ağaç ilk kez meyve vermişti.
Ama meyveler acıydı.
Çünkü bir ağaç, köklerini beslemezseniz, öfkeyle büyür.
Sadık’ın öldüğü sabah, çeşmenin suyu aniden kesildi.
Köylüler panikle kabartmaya baktı:
“Yatağını unutan ırmak, kurur.”
İlk kez bu sözün gerçek anlamını düşündüler.
Taşları söktüklerinde, Sadık’ın yıllarca çeşmenin dibine gizlice biriktirdiği kırık çanak parçalarını buldular.
Her biri, teşekkür edilmeyen bir yardımın ardından sessizce bırakılmıştı.
Kırık bir çanağın içinde, eski bir not parçası vardı:
“Suskun iyilik, taşın altındaki sudur. Görülmezse çekilir gider.”
Muhtar, onun avlusundaki zeytin ağacını kesti.
Odunuyla çeşmeyi tamir ettiler.
Ama su bir daha akmadı.
Çünkü köy, artık kendi bencilliğini sulamıştı.