Yedi İhtiyar 3
Sakallı ihtiyar...
Sayra emin olmak için son bir kez daha baktı. Köse Büyücü tahtın hemen sağında, yanında taht olmasa çok görkemli görülebilecek koltuğunda, ali hakim ise tahtın solunda ayakta hazır vaziyetteydiler. Üç generalden Ragap büyücünün sağında, Samil ve Hilat ali hakimin solunda birer adım arayla ve bir askere yakışır şekilde dimdik ayakta beklemekteydiler. Sayra tahtın yanına kadar geldi, Büyücü ve ali hakime selam verdi, arkasına döndü ve asker yürüyüşüyle uygun adım tahtın karşısındaki kapıya doğru yavaşça ilerledi. Ritüele uygun şekilde her üç adımda bir durdu, başını keskin bir hareketle bir sola ve bir sağa çevirdi. Salon duvarları boyunca üçer adım aralıklarla dizilen saltanat muhafızları sağ elleri göğüsleri üzerinde ve sol elleri uçları yere değen kılıçların kabzasını kavrar şekilde dimdik karşıya bakmaktaydılar. Ayrıca her bir muhafızın yanında gerektiğinde rahatlıkla ulaşabilecekleri şekilde duvara asılmış yay ve oklar bulunmaktaydı. Salon kapısına ulaşan Sayra tekmil bekleyen Sultana selam vermek için sağ elini göğsü üzerine koydu.
'Sultanım mahkeme hazırdır ve tahtınız sizi beklemektedir.'
Sultan ağır adımlarla tahtına doğru ilerlerken Sayra da onu beş adım geriden asker yürüyüşüyle takip etti. İki metreye yakın boyu, özenle kesilmiş kısa sakallarıyla heybetli bir görünüşü vardı Mirta'nın. Yer yer beyaz kıllar barındıran simsiyah saçları tacın altından omuzlarına kadar uzanıyordu. Hem yakışıklı, hem de çok zekiydi Mirta. Soğukkanlı ve affediciydi. Bu özellikleri yüzünden generaller onu babasından daha çok tahta yakıştırıyorlardı. Sultan tahta oturunca ilk olarak Büyücünün oturmasına izin verdi. Sultanın ilk adımında ayağa kalkıp sağ elini göğsüne koyan Büyücü desturu alınca oturdu. Sayra da hemen büyücünün yanında ayakta beklemeye başladı. Sultan karşı kapıdaki iki muhafıza emir verdi:
'Davalılar gelebilirler.'
Sarayın en büyük salonuydu taht salonu. Yüksekliği altı metreye yakın olan salonun duvarlarında o zamana kadar Tahsan'a sultan olmuş insanların kabartma heykelleri bulunmaktaydı. Yani Mirta'nın babası Salman'ın, dedesi Poltan'ın ve cetlerinin. Her bir kabartma heykel eşit alanları çevreleyen farklı desenli kabartma çerçeveler içinde bulunmaktaydı. Mirta'nın kabartma heykeli toplam sayısı on bir olan bu çerçevelerden altıncısı içindeydi. On ikinci çerçeve yoktu. Saray inşa edilirken meşhur büyücü Paros bu kadar çerçevenin yeterli olacağını söylemişti. Elbette bunun anlamı açıktı. Yerde bulunan tek parça halı üzerine herkesin bir gün üstüne basmayı hayal ettiği uçan adanın resmi işlenmişti. elbette ki adanın altından sarkan köklerinden bir kısmı suya değen ulu çınar ağacıyla birlikte.
Salonun ortasında yerden iki buçuk metre yüksekliğe kadar inen dev kristal içinde tam olarak yüz tane lambele bulunmaktaydı. Ayrıca salonun dört köşesinde her biri yirmi lambelelik dört kristal daha bulunmaktaydı.
Birinci davalı yirmi beş yaşlarında bir köylüydü. Kapıdan girdiğinde biraz durdu. Korku dolu bakışlarla muhteşem salona ve içindekilere baktı. Gerçekten çok büyüktü salon, daha önce hiç böyle bir yer görmemişti. Bu şekilde göreceğine hiç görmeseydi daha iyiydi ama. Karşıya baktı, zaten uzak olan sultan içindeki korku yüzünden daha da uzak göründü. Ayaklarını şöyle bir yokladı. Hayır, yürüyecek hali yoktu. Olduğu yerde çakılı kaldı. Bu duruma öteden beri aşina olan askerlerden birinin arkadan mızrakla dürtmesi kendine getirdi genç köylüyü. Ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Sultana beş metre mesafede iki asker tarafından durduruldu. Üzerinde sanık kıyafeti vardı. Bembeyaz güzel bir şalvar ve üzerinde dizlere kadar uzayan bembeyaz bir gömlek. Sanık kıyafeti uygulamasını Köse Büyücü bulmuştu. Sultana gerekçe olarak güvenlik endişesini dile getirmiş olsa da asıl sebep gelen fakir sanıkların giyimlerini sultandan gizlemekti.
Köylü diz üstü çöktü ve başını öne eğdi. Ali hakim iki adım öne çıktı ve gür sesle sanığın suçunu okudu. Ragap'ın bahçesinden iki tavuk çalarken yakalanmıştı köylü. Sorgulama Köse Büyücü tarafından yapılır, ceza yine Büyücü tarafından teklif edilir ve karar Sultan tarafından verilirdi.
'Müsaadenizle Sultanım.' diye söze başladı Büyücü.
Sultan başını hafifçe öne eğerek müsaade verdi.
'Tavukları niye çaldın?'
'Evde çoluk çocuk açtı...'
'Yalan söylüyorsun.' diye bağırdı Büyücü.
'Hayır, yalan söylemiyorum. Gerçekten de açtık.'
Büyücü çok sinirlenmişti
'Her Pazartesi dağıttığımız yiyecekler herkese yetiyor da size mi yetmiyor? Yoksa o yiyecekleri satıp parasını kendin yiyor ve çocuklara bir şey bırakmıyor musun? Ya da nasıl olsa onlar için tavuk çalabilirim diye mi düşünüyorsun?'
Köylü başını kaldırıp şaşkın şaşkın Büyücüye baktı
'Hangi yiyecekler?'
Büyücü gözlerini hiddetle köylünün gözlerine dikti. Bu bakış köylüyü korkuttu. Halk arasında yaygın bir söylem bu bakışlardan korkulması gerektiğini söylerdi çünkü. Büyücü kime bu şekilde iki kez bakmışsa bir müddet sonra ailesinin öldürüldüğü söylenirdi. Gerçi bu sadece bir söylentiydi ama birçok mahkumun ailesinin öldürüldüğü de biliniyordu.
Büyücü tekrar etti
'Pazartesileri verilen yiyecekler.'
Köylü başını tekrar önüne eğdi. Doğru ya her Pazartesi yiyecek dağıtılırdı. Hiçbir zaman almamıştı ve fakir akrabalarından alanı da duymamıştı ama dağıtılıyor olmalıydı. Bu baş eğiş elbette köylünün ihtiyacı olmadığı halde hırsızlık yaptığının en büyük kanıtıydı. Daha fazla söze gerek yoktu. Büyücü teklifini yaptı
'Efendim bir yıl hapis teklif ediyorum.'
Sultan köylüye bir müddet baktı ve sonra hükmünü verdi
'Altı ay hapis.'
İçi içini yiyordu Büyücünün. Böyle basit ceza mı olurdu? Mirta'nın babası yani Salman döneminde Büyücü böyle bir olayda idam teklif eder ve derhal kabul olurdu. Oysa şimdi durum çok farklıydı.
İki asker köylüyü alıp hapse doğru yola çıktılar. Köylü yaka paça hapse götürülürken Sayra o sırada oturmuş olan Büyücüye yaklaştı, eğildi ve Büyücünün sol kulağına
'Efendim Musta da yargılanacak değil mi?'
'Gerek yok, onu ben sonra yargılarım.'
'Efendim Orel...'
'Orel hiçbir şey yapamaz.'
'Peki efendim, ona bu dediklerinizi aynen iletirim. Ordusuyla geldiği zaman da artık siz karşılarsınız.'
Büyücü başını arkaya çevirip hiddetle Sayra'nın gözlerine baktı ama Sayra'nın kesinlikle daha düşük derecede bir öfke barındırmayan gözleri Büyücünün gözlerini bekliyordu. Bu gizli bakışmadan habersiz olan Sultan
'Sırada kim var ali hakim?'
'Sırada..'
Burada söze büyücü girdi ve gözleri hala Sayra'nın gözlerinde
'Sırada bir mecnun var Sultanım.'
Sonra askerlere dönüp Musta'nın getirilmesini istedi. Bir de soytarının çağırılması için Sultandan izin istedi. Mirta soytarının niçin çağırıldığını anlamadı. Bir eğlence ile karşılaşacağı besbelliydi. Derhal soytarının da çağırılmasını emretti ve sabırsızlıkla beklemeye başladı.
Musta sanık kıyafetleri ile içeri geldi. Diz üstü çöktü, başını eğmedi. Soytarı da gelip Büyücünün yanında yerini aldı. Büyücü ayağa kalktı ve alaylı bir eda ile ilk sorusunu sordu.
'Senin için gider doğuya, varır batıya diyorlar mı?'
'Evet derler ama..'
'Neden öyle derler.'
Heyecanlanmıştı Musta. Bu hayatında yakalayabileceği en önemli fırsattı. Sultana doğru olanı anlatma imkanı verilmişti şu anda.
'Bakın aslında kim giderse gitsin batıya varır.'
Sultan dahil salondaki kimse bu konuşmalara bir anlam verememişti. Elbette soytarının haberdar olduğu açıktı, neticede boşu boşuna çağırılmış olamazdı. Soytarı bu noktada Büyücünün işareti ile söze girdi.
'Nasıl varır?'
Musta'yı rahatsız etmek için etrafında dönmeye başladı. Musta heyecan içinde ayağa kalktı. Askerler onu oturtmak için harekete geçtiler ama Sultan eliyle geri durmalarını işaret etti. Bu eğlenceyi kimsenin bozmasını istemiyordu. Musta herkesin merakla öğrenmek istediği sebebi söyledi:
'Dünya yuvarlaktır da o yüzden.'
Soytarı Musta'nın sağ tarafından öne doğru başını uzatıp Musta'ya alaycı bir şekilde baktı
'Bunu herkes biliyor. İyi de bu nasıl oluyor da doğuya giden birini batıya vardırıyor?'
'Tepsi gibi bir yuvarlak değil bu.'
Soytarı bir kez sıçrayıp Musta'nın karşısına geçti, yüzünü ona döndü ve şaşırmış bir eda ile
'İlginç, nasıl bir yuvarlak peki?'
'Küre şeklinde bir yuvarlak. Yani bir portakal gibi.'
Salondan önce şaşkınlık belirtisi bir uğultu yükseldi. Bir müddet sonra uğultu yerini kahkahaya bıraktı. Sultan dahil herkes gülüyordu. Soytarı işi abartmış, yere yatmış karnını tutuyordu. Onun işi buydu sonuçta. Abartmak. Olan biteni seyreden Büyücü büyük bir hazla yerine oturdu. Ne iyi etmişti de bu soytarıyı saraya almıştı. Bir gün tebdili kıyafet çarşıda dolaşırken bu Soytarının etrafına topladığı insanları nasıl güldürdüğünü görmüş, zekasına hayran kalmıştı. Esprilerin konusu tamamıyla Musta ve onun iddiaları üzerineydi. Derhal onu saraya davet etti.
Soytarı ayağa kalktı. Büyücünün önünde bulunan meyveler arasından bir portakal aldı. Aslında gerekli her şeyi gelirken getirmiş ve Büyücünün önüne koymuştu. İlk gerekli şey de işte bu portakaldı. Portakalı eline alan Soytarı portakalı herkese gösterecek şekilde elini havaya kaldırdı ve sonra salonda bir tur atıp Musta'nın karşısında durdu. Tur boyunca sürekli
'Bunun gibi yani değil mi?' diye bağıra bağıra sordu.
Karşısında Soytarıyı gören Musta
'Evet, bak açıklayayım...'
Soytarı ise neşeden onu dinleyecek durumda değildi. Tekrar büyücünün yanına vardı ve küçük bir taş aldı. Taşı portakalın üstüne koydu. Taş düşmedi. Elini havaya kaldırdı
'Bakın taş düşmüyor.'
Sonra taşı portakalın aşağı taraflarında bir yere koydu ve taş yere düştü. Şaşkın bir halde sağ elini açık ağzına götürdü
'Aaa düştü, taş Yertepsiden yere düştü. İlginç değil mi?'
Kahkahalarla gülen bir muhafıza dönerek
'Hey sen hemen buraya gel, orası Yertepsinin aşağısı, buraya gel de düşme.'
Salona tam bir eğlence havası hakimdi. Sulan dahil herkes kahkahalarla gülüyordu. Soytarı beğenildiğinin farkındaydı. Bu sefer eline bir tepsi aldı. Sonra yerdeki taşı tepsinin değişik yerlerine koydu. Taş hiç yere düşmedi. Bütün bunları yaparken Musta'yı hiç muhatap almadı. Musta arasıra konuşmak istemişse de kahkahalar buna izin vermedi. Gerçi henüz yerçekiminden haberdar olmadığı için bu soruya verecek sağlam bir cevabı da yoktu ama aşağı yukarı kavramlarının göreceli olduğunun da farkındaydı Musta.
Sultan ayağa kalktı ve gösteriyi alkışladı.
'Harikaydı Büyücü, çok beğendim. Nereden buldun bu soytarıları?'
'Sultanım aklı başında konuşanı gerçekten soytarı ama diğeri soytarı değil.'
'Nasıl yani gerçekten söylediklerinin doğru olduğuna inanıyor mu?'
'Evet sultanım. Doğru olduğuna inanıyor.'
'Bir insan böyle bir şeye nasıl inanı?.'
Musta söze girmek istedi
'Bakın Sultanım dediğim doğru, bunu ispatlaya...'
Sultan bu kadarını kafi bulmuştu. Bu saçmalığa daha fazla tahammül edemezdi
'Yeter, daha fazlası gerekmiyor.'
Büyücü heyecanla ayağa kalktı
'Sultanım bu mecnunun on yıl hapsedilmesini teklif ediyorum.'
Sultan Büyücüye çok sinirlenmişti
'Neden, adam deli diye mi Büyücü?'
Bir anda o olayı hatırladı Büyücü. Mirta henüz on dört yaşındayken onu nasıl tehdit ettiğini hatırladı. yutkundu
'Sultanım. Ben sadece bu saçmalıklarla insanları kandırıyor, beyinlerini...'
Bu sözler sultanı yumuşatmamıştı. Bunu fark eden Büyücü derhal sustu
'Merak etme Büyücü, halkım yeterince zekidir. Bir delinin sözüne kanmaz.'
Salona döndü Sultan ve gür bir sesle bir kez daha hatırlattı
'O devir bitti artık. Kimse deli diye öldürülemez ve kimse bunun için hapsedilemez.'
Sonra tekrar Büyücüye döndü
'Sana gelince Büyücü. Eğer bir daha bir deliyle bu şeklide alay ettirirsen o olayda babamın suçunu unutur, tüm günahı sana yüklerim. Bunu böyle bilesin.
'Emredersiniz sultanım.'
Büyücü de o güzel devrin bittiğinin farkındaydı. Rahatsızlığı da bu yüzdendi zaten. Bu yüzden Musta'yı kendi yargılamak istedi. Salman şu an tahtta olsaydı Musta deli diye halkın gözü ününde yakılır ve külleri rüzgara bırakılırdı. Büyücü de rahatsızlık verici bu tür fikirlerden kurtulmuş olurdu. Ama o devir artık bitmişti.
Sultan ali hakime döndü
'Başka biri var mı hocam?'
'Yok Sultanım.'
'Hayır var.'
Herkes bu gür ve tok sesin geldiği yere döndü. Salon kapısında uzun beyaz saçları, uzun beyaz sakalıyla, bir seksen boylarında bir ihtiyar elinde asasıyla dimdik durmaktaydı. Üzerinde ayaklarını bile örten uzun beyaz bir entari vardı.
Salon boyunca sağlı sollu dizilmiş muhafızlar bu beklenmedik gelişme karşısında derhal yaylarını ve oklarını aldılar ve okların uçlarını ihtiyara yönelttiler. Sayra sultana baktı. Sultan havaya kaldırdığı sağ elini indirmedi. Bu, 'Bırakın gelsin.' anlamını taşıyordu. Muhafızlar yaylarını ve oklarını yerine koydu, hazır ol vaziyette duruşlarına geri döndüler. Yalnız kapıdaki iki muhafız kılıçlarını yere indirseler de kınlarına koymadılar ve ağır adımlarla sultana yaklaşan ihtiyarı arkadan takip ettiler.
Köse Büyücü yaklaşan ihtiyarı tepeden tırnağa bir süzdü. Tahsanin'den olamazdı ihtiyar. Olsaydı mutlaka ya kendisi tebdili kıyafet yaptığı keşifler sırasında görürdü, ya da adamları böyle birinden haber verirdi. Yakın şehirlerden olsa da Sultanın karşısına bu şekilde çıkabilecek cesarette birinden haberi olurdu. Bu durumda tek bir açıklama vardı. Her ne kadar görünüşü öyle olmasa da bir deli olmalıydı. Ufak bir vesvese aklını kemirdi bir an ama anında bu vesveseden dolayı kendini ayıpladı.
Sultana beş metre mesafede durdu ihtiyar. Köse Büyücü ayağa kalktı:
'Ne istiyorsun ihtiyar, niçin geldin?'
'Sultana bir hediye getirdim.'
Rahatladı Büyücü. 'Kesin deli?' dedi kendi kendine. Alaylı bir edayla
'Her şeyi olana ne verebilirsin ki?' diye sordu ihtiyara
'Neyi var ki?'
Salonda sultan dahil kimse kendini tutamadı ve bir kahkaha tufanı koptu. Soytarı artık devreye girmeliydi. Başıyla büyücüden izin istedi ve Büyücü eliyle 'Buyur, meydan senin.' dedi. Bu durum kesinlikle Soytarının uzmanlık alanına giriyordu.
Soytarı ihtiyarın karşısına geçti
'Sarayı var örneğin...' bir müddet ihtiyara baktı ve sonra ekledi:
'Senin sarayın var mı ihtiyar?'
İhtiyar cevap verebilmek için salondaki kahkahaların dinmesini beklemek zorundaydı. Kahkahalar bitince soytarıya değil sultana bakarak
'Saray mı sultanın, yoksa sultan mı sarayın?'
Soru o kadar garipti ki Soytarı bile nasıl bir reaksiyon vereceğine karar veremedi. Sorunun bir deli zırvalaması mı, yoksa zeka dolu bir yaklaşım mı olduğunu anlayabilmenin tek yolu ihtiyarın bu soruyu açmasını beklemekti. İhtiyar ellerini iki tarafa açtı, duvarlara bakarak kendi ekseni etrafında bir tur döndü ve sonra eliyle Salman'ın ve sırayla diğer sabık sultanların resimlerini gösterdi.
'Saray Sultandan önce babasınındı, ondan önce onun babasının, ondan önce de onun babasının. Saray demez mi şimdi ben buradayım, onlar ise habire değişiyor. Nasıl oluyor da onlar benim sahibim oluyor?'
Köse Büyücü ihtiyara korkuyla baktı. Bu kesinlikle Soytarının işi değildi. Soytarı cevap vermeye hazırlanıyordu ki eliyle susmasını işaret etti, ayağa kalktı.
'Peki o halde söyle bakalım ihtiyar, böyle düşünürsek kimin neyi var?'
İhtiyar Büyücüye döndü, gözlerine baktı.
'Ben de onu demek istiyorum ya..'
Sonra tekrar sultana döndü.
'Her şeyi kaybedecek olanın neyi vardır ki?'
Büyücü alaycı bir gülümsemeyle.
'Hayrola ihtiyar. Sen de ölümsüzlük suyunu bulduğunu mu söyleyeceksin? O sudan mı getirdin? Bu mudur hediyen.'
Ölümsüzlük suyu çok eskilerde kalmış bir inançtı. Yertepsinin bitimindeki yılanın üzerinde akan bir ırmağın suyunun içeni ölümsüz yaptığı iddia edilirdi. Meşhur denizci Daryan'ın fark ettirmeden yılanın üzerine çıktığı ve o ırmağa kadar ulaştığı, tam suyu içecekken yılanın onu görüp yediği yıllarca masal olarak anlatıldı. Gerçi halk arasında hala inananlar bol miktarda bulunmaktaydı ama saray çevresinde inanan kalmamıştı. Aslında saray ve çevresindekiler de on beş yıl önce buna inanırmaktaydılar. Hatta o sıralar sultan olan ve ölümsüzlüğe ulaşmayı bir hayat gayesi haline getiren Salman ölümsüzlük ırmağına gitmeye cesaret edebilecek bir kahraman aramaya koyulmuştu bile. Ta ki Arosti onu bile ikna edene kadar.
O sıralar doksan yaşlarında olan Arosti bu büyük bir düşünürdü. Masalın doğru olamayacağını göstermek onun zekasında biri için kolay olmuştu. Böyle bir olay olmuşsa bunun iki tanığı olabilirdi: Daryan ve büyük yılan. Daryan'ı yılan yediğine göre bu olayı o anlatmış olamazdı, büyük yılanın olayı anlatamayacağı da açık olduğuna göre anlatılan sadece uydurma bir masal olabilirdi. Bu mantık Köse Büyücünün de aklındaki şüpheyi kaldırmış fakat yeni bir şüphenin doğmasına da sebep olmuştu. Neticede büyük yılanı gören herkes ölmüştü. O halde Arosti'ye göre büyük yılan da bir masal olmalıydı. Bunu Salman'ın da olduğu bir mecliste Arosti'ye sormuş ve kaçamak bir cevap alabilmişti. Arosti korku dolu bir yüzle sular dökülmediğine göre yılanın olması gerektiğini ve ayrıca birkaç yüzyıl önce yılandan kaçmayı başaran biri olduğunu ifade etmişti. Psikolojiden iyi anlayan Büyücü Arosti'nin aslında hiç inanmadığı bir şeyi söylediğini anlamış, birçok ortamda ağzından Salman'ın onu yakmasını sağlayacak bir cevap almaya çalışmış, fakat başaramamıştı. Bu arada Arosti Musta'yı çok severdi.
İhtiyar alaycı bir şekilde Sayra'ya ve generallere bakarak
'Ölümsüzlük suyu mu?' diye sordu. Sonra salondaki herkesin duyabileceği şekilde
'Ölümlüler için yaratılmış bir yerde ölümsüz olan ne yapabilir ki? Zindana atılmış olmaz mı? Dört duvarı zindan yapan orada uzun süre kalınması mıdır, yoksa sultan odasındaki yatağın olmaması mı? Sultan, odasından yıllarca çıkamasa sarayda mıdır, zindanda mı?'
Sonra sultana döndü ihtiyar
'Ölümsüz bir diyar vardır ve ölümsüzler için yaratılmıştır. Ölümsüzlüğe uygun olarak yaratılan bu yere sultan olarak girebilecek olan sultandır.'
Mirta ayağa kalktı. Artık soruları sorma sırası ondaydı. İhtiyara baktı, sakin bir şekilde
'Nedir hediyen ihtiyar?'
'Ölümsüz diyarda sultan olmaya davet.'
'Nasıl olacak peki bu?'
'Kullukla. Kul olacaksın önce.'
Salon bir anda buz kesti. Herkes sadece sultanın bu ihtiyara nasıl bir ölüm hükmü vereceğini düşünüyordu. Fakat ilginçtir, ihtiyarın yüzünde korkudan eser yoktu. Mirta gerçekten sinirlenmişti. Yavaş adımlarla ihtiyara yaklaştı, ihtiyarı baştan aşağı süzerek etrafında bir tur attı ve önünde durdu. İhtiyarın buna nasıl cüret edebildiğini ve şu anda bu kadar fütursuzca karşısında nasıl durabildiğini merak ediyordu.
'Kulluk öyle mi? Sultana getirdiğin hediye köleliğe davet. Söyle ihtiyar, bu mudur hediyen?'
'Kesinlikle.'
'Söyle öyleyse ihtiyar, kime kul olmam gerekiyor? Sana mı?'
'Haşa. Ben de bir kulum. Her şeyi yaratan Allah'a kul olman gerekiyor.'
'Anladığıma göre bu bana öldükten sonra ölümsüz bir sultanlık kazandıracak. Peki, aynı sultanlıktan kölelerim de kazanabilir değil mi?'
'Evet, kazanabilirler.'
'Yani orada onlarla eşit olacağım. Sultanlıkta eşitlik yani. Onlar da sultan olacak, ben de. Peki söyler misin ihtiyar. Ben şu an burada sultanım. Güç, kuvvet sahibi sultan. Orada bana eşit olacak olanlar bir emrimi bekliyorlar bak. Burada ne kazanacağım peki?'
İhtiyar gülümsedi
'Nedir gücün ey Sultan. Buradakilere emir verebilmek mi?'
Durdu ihtiyar ama sözlerinin devamı olduğu belliydi. Gözleri sultanın gözleriyle buluştu, korkudan eser olmadan tane tane çıktı ağzından kelimeler
' Peki emrettiğinde durdu mu fırtına, dalgalar dindi mi, aciz kalmadın mı o demde. Emrettiğinde dinledi mi seni Sueye, kaldı mı bu alemde?'
İşte bu son soru kesinlikle ölüm fermanını imzalamakla eş anlamlıydı. Tüm salon lal kesilmiş sultana bakıyordu. Özellikle Büyücü tam bir merak içindeydi. İlk idam geliyordu galiba. Sueye konusunu açmaya kimse cesaret edemezdi. Hele bu şekilde asla. Sultanın emriyle o şarkıyı söyleyen cariyeler bile Sueye bölümüne gelince korkularını titreyen namelerle ele verirlerdi.
Fakat Mirta ilginç bir şekilde sinirli değildi. Şaşkındı sadece
'Allah rüzgara emir verirse rüzgar durur mu, azgın denize emir verirse deniz diner mi?'
İhtiyar gülümsedi
'Onun hükmü her şeye geçer, rüzgar onun emriyle eser ve diner, deniz onun emriyle kabarır ve iner. Odur her şeyi yaratan, geceyi gündüze, gündüzü geceye dolayan O'dur. Hayatı ve ölümü yaratan Allah'tır. Bir şeyin olmasını dilediğinde 'Ol.' der ve o iş oluverir.'
Mirta heyecan içinde söze girdi
'Ölümü de yaratan Allah mıdır?'
İhtiyar Mirta'nın nereye varmak istediğini anlamıştı.
'Evet Sultan. Gemiyi daha sağlam yapmalıydın ama o an Sueye'nin canını alan Allah'tır. İşte ben seni o Allah'a kul olmaya davet ediyorum. Zaten sende olan her şeyi verene kul olmaya.'
İhtiyar Sultana arkasını döndü ve herkesin şaşkın bakışları içinde ağır adımlarla kapıya doğru yürümeye başladı. İhtiyarın yanındaki iki muhafız kılıçlarına davrandılarsa da Sultan eliyle bir şey yapmamalarını emretti. Ağır adımlarla salonu terk eden ihtiyarın arkasından bakan Büyücünün aklında yine o beyni kemiren vesvese belirdi: 'Yoksa o halk arasındaki masal doğru muydu? Yedi ihtiyar gerçekten var mıydı?'