Yemek

Yurtta ancak dört ay kalabildim. Yemekleri berbattı. Yorgan, battaniye ve yastık götürdüğüm halde yataktan rahatsız oluyordum. Pamuk bir yataktı. Yılların mikrobu, tozu vardı içinde. Kim bilir kaç kişi yatmıştı üzerinde, kaç hasta ya da kaç çocuk kirletmişti. Kaç kere silinip, kurutulmuş, kaç kere attırılıp, havalandırılmış, kaç kere yüzü çıkarılıp, yıkanmıştı? Bunlar aklıma gelince diken oluyor, bana batıyordu.

İlk sabahki kahvaltıda gözlerimden yaşlar süzüldü. Minicik tabaklarda üçer zeytin tanesi, dört kesme şeker büyüklüğünde beyaz peynir, bir dilim ekmeğe sürülebilecek kadar margarin, iki dilim ekmek... Evimizdeki kahvaltı sofrası geldi gözümün önüne. Neler yoktu ki! Hem bu kadarcık yiyecek bana nasıl yeterdi? Özel bir yurttu. Yemek için fark ödüyorduk. Bunları mı yiyecektik? Hele çay!.. Eski, yer yer sararmış, dibi yarı beline kadar kararmış kocaman bir çaydanlıkta, şekeri dâhil kaynatılmış, yıkana yıkana ne renk oldukları anlaşılamayacak kadar solmuş, oldukça aşınmış, karıştırılmaktan içlerindeki çizikleri ferli bir şekilde çay karası olan, kaba görünüşlü melâmin fincanların yarısına kadar konan, aromasını kaybetmiş, bulanık, sarı, ılık bir su... Şimdi dahi nasıl içtiğime hayret ediyorum anımsadığımda ama tadını hiç unutmadım.

Ertesi gün öğle yemeğinde okuldaydım. Akşam, bir tabak pilavdan üst üste iki kıl çıktı. Sadece ekmeğimi alarak sofradan kalktım. Karşıdaki bakkaldan küçük bir yoğurt aldım, yedim.

Bir daha yemek yememe kararındaydım. Fakat ara sıra mutfağa bir göz atmadan da edemiyordum. Alışverişten gelir gelmez filelerden çıkarılan sebzeler; kabuklu meyveler, patates ve soğan gibi soyularak yenenler neyse de marullar, ıspanaklar, semizotları, maydanozlar da her yere girilen çıkılan, her yerde gezilen ayakkabılarla basılan yere konuyordu. Açıklama istediğimde: "Nasıl olsa yıkanacak." cevabını alıyordum.

Çorbanın yağındaki pişmiş sineği gösterdiğimde: "Yanık soğan o." deniyordu. Kanatları ve bacakları olan yanık soğanlara daha fazla bakamıyordum.

Sık sık suyumuz kesiliyordu. Belki de tasarruf sağlamak amacıyla vanayı kapatıyorlardı. Banyo yapma ve çamaşır yıkama sorununu halledemiyorduk. O zamanlarda bakkallarda su satılmadığı için, çok güç durumlarda, yapış yapış olsa da el yıkamada gazoz kullanıyordum; sonra da kolonya ile şekeri gideriyordum.

Her zaman dışarıda yiyemiyordum. Simit, tost, sandviç ve yoğurtla geçiştirdiğim öğünler çoğalmıştı. Her ay bir kilo verdim.

Ranzamda bir gece arkadaşlarımla çektirdiğim pijamalı resimlerimi görünce annem ağlamış:

_"Bu ne? Gözlerinin etrafı kararmış, avurtları çökmüş. Böyle mi gönderdim ben bu kızı? Çocuğum orada ölecek. Birkaç parça eşya alalım, biz oraya gidelim; burada her şey böylece kalsın!" demiş.

Bu kararın bana ulaştığı mektuba cevaben her ne kadar: "Gerek yok. Rahatınıza bakın. Düzeninizi bozmayın.? diye bir cevap yazmış olsam da ısrarla gelmek istediklerini bildirince, yurtla okul arasında küçük bir ev kiraladım, temizlettim, boyattım. Bir hafta sonra da sadece yetecek kadar eşyayla geldiler. Artık ne benim aklım sıladaydı, ne de onlarınki gurbette...

Yemek ve hijyen sorunum kalmamıştı. Ne kadar arkadaşım varsa toplayıp, öğle yemeğine eve götürüyordum. Güle oynaya yenen yemeklerdeki sıcak ortamı anlatmam mümkün değil. Annem, daha büyük tencere ve servis kapları satın almak zorunda kaldı.

Bir defasında üç erkek arkadaşımı yemeğe çağırdım. Balıkesirli belediye başkanının oğlu olan Orçun, boksta medar-ı iftiharımız Karadenizli Mahir, Maraşlı Ahmet... Annem, kocaman bir tepside karnıyarık yapmış. Orçun, patlıcanı görmeye bile katlanamayan birisi. Kokuyu duyar duymaz evden çıkmaya kalktı:

_"Babam eve patlıcanları gazete kâğıdına sararak getirir, görmeyeyim diye. Benden gizli pişer ve yenir." diyordu. Annem de:

_"Sen hayatında yememişsin böyle bir yemek ama bir tadına baksan, bir iki tane daha istersin! Karnıyarığı bir ben pişiririm, bir de İstanbul'daki Mişon!" diye ısrar ediyordu."

Masaya tepsisiyle getirdi. Diğer iki arkadaşımla biz öylesine yemeye başladık ki o da dayanamadı, tadına baktı. Bir kez tadınca hayretler içinde kaldı ve başladı iştahla yemeye:

_"Yıllardır yüzünü görmek dahi istemediğim patlıcan bu kadar mı lezzetliymiş! Ellerinize sağlık! Aman Allah'ım! Gerçekten ben bu tepsinin yarısını yiyeceğim şimdi."

Ben de başladım, başlamasına da:

_"Bir bardak su getirir misin?" Mutfağa gidiyorum. Su alıp gelinceye kadar epey yol almışlar, atıştırma konusunda. Kenara ilişmemle:

_"Karabiber var mı?"

_"Bir tabak getirsene!"

İsteklerin ardı arkası kesilmiyor. Ben oturuncaya kadar tepsinin tamamını bitirdiler:

_"Ben ne yiyeceğim?" dedim:

_"Bu bize yetmeyecekti, seni uzaklaştırdık." dediler




BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ her gece, en geç 00.10 da yeni bölümüyle devam edecek.

06 Ağustos 2009 4-5 dakika 92 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar