Yitik Harf
Pazartesilerin isteksiz halinin bedenini kuşattığı bir akşam, vapura yetişmeye çalışıyordu. Vapurun düdüğünü kovalarmışçasına, dar sokakları yarıp kendini denize atabilmenin telaşı içindeydi. Ayakkabıları ayağını sıkıyordu. Ayak tabanlarında şiddetli bir acı hissediyor; bir yandan da yetişmesi gereken dergi toplantısının durumunu düşünüyordu. Her hafta belli bahaneleri olmuştu artık. Mesela geçen hafta daktilosunun 'n' harfi olmadığı için, içinde 'n' harfi geçmeyen bir şiir yazamamanın verdiği sözde zahmeti yuvarlamıştı arkadaşlarının önüne. Kiminde alaysı bir dudak bükme, kiminde inandığına dair bir acıma belirtisi görmüştü. İki keskin bıçaktı bu adamların inanmaları. Ya bahanelerini öz çocukları gibi şartsız kabullenirler ya da üvey evlat gibi kapı dışarı ederlerdi. Elinde değildi. Gerçekten daktilosunun 'n' harfi yerinden oynamıştı. Bir 'a' kadar alıcısı yoktu bu harfin; ama nazik diyecekti, nergis çiçeğinden bahsedecekti, ne uzun bir gün deyip şikâyetlerde bulunacaktı belki. Onlar da şairdi ama bir başka şairin kelimelerine hayallerini süremezlerdi. Çok da anlatamıyordu kendini ve bahanelerini. Vapuru kaçırması, ayakkabılarının topuklarını vurması, gece hafif ateşle kendini belli eden nezlesi sinsi bir haylazlık katıyordu tavırlarına. Sonra da arkadaşlarına karşı suçluluk hissediyor ve başına sinek gibi üşüşmüş olan bu düşünceleri eliyle kovuyordu. Artık yürümekten ziyade koşuyordu. Acısıyla beraber tuhaf bir haz vardı bu işin içinde. Yokuş aşağı esen rüzgâr saçını havalandırıyor, ceketini kımıldatıyor, ruhunu özgürleştiriyordu. Son ve sert bir adımla vapur demirine yaslandığı vakit sesli bir ohhh çekti. Nefesini yerine yerleştirdikten sonra vapura atladı. Artık yavaşlamanın vakti geldi diye düşünüyordu. Hava serindi, yavaşlayınca bunu daha iyi hissetti. Harareti azalmıştı, kalbi yavaş yavaş eski ritmine dönüyordu. Bedenine bir ürperti sokuldu. Ceketi onu ısıtamayacaktı, belliydi. Hafiften süzüldü. Kalabalık değildi. Kaç insanın bu saatte yetiştirmek zorunda olduğu bahaneleri vardır ki zaten, diye düşündü. Ardından bir de of çekti. Bir isteksizlik, bir keyifsizlik çöktü üzerine. Gözlerini oturanların üzerinde gezdirmeye başladı. Masalarda duran çay bardaklarını yorgun zihinlerin boşları diye düşündü. Sıcacık çay çekti canı. Ilık ılık inseydi genzinden; şu nezleli, yorgun haline derman olsaydı keşke. Yavaş adımlarla sağa sola yalpalanırken siyah bir siluete takıldı gözleri. İçinde aniden uyanan merak bir kaya parçası gibi geldi gözlerine oturdu. Yaşını tahmin edemediği siyahlı bir kadın uzakları süzüyordu. Sol elini denize selam verir vaziyette aşağı sarkıtmıştı. Kederli bir oturuşu vardı. Bardağının üzerinde buhar yoktu, üstelik çayını yarım bırakmıştı. Bu manzaraya karşı bu kederle yüzerken o çay hiç öksüz, boynu bükük bırakılır mıydı, diye kızdı çayın sahibine. Kadına doğru birkaç adım attı. Vapurun gıcırdayan tahtalarının kendisini çoktan ele vermiş olduğunu düşünerek yan masada kendine bir yer beğendi ve beğendiğiyle oturduğu bir oldu. Karakterindeki müzmin kararsızlık ilk defa devreye girmemişti. Ancak bu kadar kendinden emin olunabilir diye fısıldadı içinden. Bohem bir hayata sığdırmaya çalıştığı kadınları düşündükçe bu siyahlı sessizliği dinlemek için engellenemez bir istekle doldu. Sesini duysa daha başkaydı tabi. Belki o zaman şiir yazma sebebi olurdu bu durum. Şimdilik bu sessizlik hoşuna gitti. Görevliye eliyle yumuşak bir gel işareti yaptı. Gereksiz bir sesle bu siyah büyüyü bozduğunu düşündüğü için görevliden bir an için nefret etti. Fakat eğilen kulağa açık çay isteğini usulca fısıldamayı başardı. Çok gürültülü olmadı diye düşündü. Sesi ve çayı beklemeye devam etti. Kadının üstünde de tuhaf bir tedirginlik vardı. Bunu hissedebilmek güç değildi. Acaba ismi neydi? Nalan mıydı ya da Nilüfer? O zaman kahrolurdu. Hayatında olmayan bir 'n' harfiyle nasıl şiir yazardı? Bu bembeyaz elleri, masum ve kırılgan yüzü nasıl dökerdi kâğıda? İçi sıkıldı yine. Çaresizce oturup yolculuğun bitmesini beklemek işine gelmiyordu. O zaman şu yanında gizemiyle var olan kadın karanlıkta kaybolacak ve o yine kendini avunmalara teslim edecekti. Bu akşamdan ya bir şiir çıkarmalı ya da evine gidip yorganın altında derin bir uykuya dalmalıydı. Derin uyku kısmı hazırki uykusunu da kaçırdı birden. 'Ah' dedi. 'Ah şu her şeyin farkında olma hali. Diğerleri gibi olamama, her şeyden anlam çıkarma, insanları sessizce sınama hali. Ah bu ruh! Bu kadar uyanık olunca o derin uykularda bulamıyor insan kendini. Sanki gözlerim kapanınca dünya işleri idare edemeyecek; insanlar birbirine çarpmadan yürüyecek ve naaşsız ölümler çoğalacak. Ah bu ruh! Kontrol delisi, kendini yere göğe sığdıramayan şair ruh. Ne yapmalı seninle?' Zihnindeki mırıldanmalar başını ağrıtmaya başlamıştı. Bu ayrıntılar onu yoruyor, çıldıracak gibi oluyordu. Dirseklerini masanın üstüne koyarken gözlerinin önünden kıvrılıp havaya karışan ince duman, çayının geldiğini haber verdi. Bir yudum aldı, başını çevirdi. Kadının elini eteğini denizden çektiğini gördü. Kendisiyle ilgilenirken onun vücudundaki narin kıpırdanmaları gözden kaçırmıştı. İçinde uçuşan o kadar çok cümle vardı ki ölüm kalım meselelerinde bile sabitleyemiyordu şu arsız zihnini. Yine nefretle doldu ama bu kez kendine. Denizde usulca sallanan, kimliklerini daima üzerinde taşıyan ufak teknelerden birine binip kendinden bile uzağa gitmek istedi. Adamakıllı yolcu olmak diye işte buna denirdi. Bu belirsizlikte alabora olmadan geceye karışmak! Çayından bir yudum daha aldı. Elleriyle kavradığı bardağı gözlerine yaklaştırıp ardından etrafa bakmaya başladı. Çay içmeyi öznel bir eylem olarak gören biri için çayıyla arasında özel bir bağ olmalıydı. Mesela kaç yudumda içtiğini saymalıydı ya da bardağını serçe parmağından bağımsız kaldırmalı ve şu andaki gibi etrafı gözlemlemeliydi. Denize, insanlara bir de bu cam dünyadan bakmalıydı. Bardağı sağa sola düzensiz hareketlerle çevirirken bir an duruşu da bakışı da sabitlendi. Elindekini masaya bıraktı. Sırtını dikleştirdi, kafasını kaldırdı ve kendisine doğru gelen siyahlı bir adam gövdesi gördü. Baştan ayağa ürperdiğini hissetti. Nedim miydi adı yoksa Nazım mı? Hangi isimle yaşıyordu bu garip yüz? Uzun süredir aynı konumda olan ayağını kımıldatınca korkunç acıyı yeniden hissetti. Bu sefer de siyahlı adama nefret duydu. Gelmeseydi sabitlemişti kendini bu yere. İnsan şaşırdığında kıpırdanmak ve sorgulamak istiyordu olan biteni. Adam birkaç adım daha attı ve kadının eteklerinin ucuna çöktü. Hiçbir şey söylemeden birkaç saniye gözlerini kadının simsiyah gözlerine dikti. Sanki evrende kimsenin bilmediği bir lisanın tek sahibiydiler. Kadın karşısındakini saatlerce dinlemiş ve sonunda pes etmiş bir tavırla yerinden kalktı. Dünyanın bütün kederini süpüren saçları rüzgârla dalgalandı, bembeyaz elleri de bu suçlu saç tellerinin isyanını yatıştırdı. Denize baktı, sonra da yanındaki adama. Kadının gözlerini boyayan mavilik adamı ürkütmüş olacak ki başını yere eğdi. Kapıya doğru yürümeye başladı. Kadın elinden denize sarkıttığı yaşamını arkada bırakıp adamın hayatını takip etti. Buğulanmış gözleriyle siyahlı iki kişinin karanlığa karışma anını izledi öbürü de. Kuru bir vedayı kendisine çok gören kadına da içerlemeyi ihmal etmedi. Vapur limana yaklaşırken artık yanında olmayana karşı duyduğu bir hasret belirdi içinde. Nasıl dayanacaktı bu gidişe? Bir şiir çıkmalıydı bu geceden, bu kadından ve bu darmadağın olmuş yürekten. Ya da bir öykü çıkmalıydı, kadına çiçekli elbiseler giydirip onun elem süpüren saçlarını kelebekli tokalarla toplayacağı bir öykü. Durmadan çay demleyecekleri beyaz badanalı küçük bir ev ve masanın üstünde 'n' harfi hepsinden daha sağlam duran bir daktilo. Onu ellerinden almalarına müsaade etmeyeceği bembeyaz bir yaşam. Evet, bir ses çıkmalıydı bu geceden, bir kelime, bir cümle... İçi hareketli ve masmavi bir coşkuyla kıyıya vuran dalgalar gibi telaşlandı yine. Yerinden kalktı, gıcırdayan tahtaların üzerinden bir cambaz ahengiyle geçti. İneceği kısma yaklaşırken omzuna bir el dokundu. Başını çevirdi, hem çay isteyip hem de nefret ettiği görevliydi bu. Adam elinin teriyle yazılarının boyasını dağıttığı, hafif buruşmuş beyaz bir kâğıdı eline tutuşturdu, uzaklaştı. Bir elindekine baktı bir de adamın kaçarcasına gidişine. Kalbi öylesine hızlı atıyordu ki nedenini açıklayamıyordu bile. Daha da sabırsızlanmak ve bu durumun tadını çıkarmak istermişçesine kâğıdı elinde iyice sıktı. İnişe geldi, acıyla adımını denizden kurtardı. Bir kuvvet, yumruğunu açmasını ve bu durumdan şiir çıkarmasını engellemeye çalışıyordu sanki. Bir anlık kararla dörde katlanmış kâğıdı açtı ve deniz gibi dağılan mavi mürekkebin ardından 'Nihal' ismini okudu. Gözleri hayretle açıldı. Yanağına bir kırmızılık, dudaklarına mahcup bir tebessüm oturdu. Bundan kesin bir şiir, bir öykü hatta kocaman bir roman çıkar diye mırıldandı. Yüreği o bembeyaz evin boya kokan tertemiz odaları gibi aydınlandı. Kumbarasında biriktirdiği bahaneleriyle yeni bir daktilo almak için sokağın sağ tarafına saptı, gecenin içinde sessizce kayboldu...
Daktilonun bir harfinden kocaman bir öykü çıkmış yaşananlar hayatın tam ortasından. Kutlarım Esra hanım içtenlikle...👍