Yorgun Atlar

‘‘ Kapıyı açınca genzime dolan elma ve rutubet kokusuna yerdeki taze şaplanmış kızıl toprak kokusu da eklendi. Ardıç ağacı kesmelerinden yapılmış ayaklı eni dar , yerden çatıya kadar çıkan önü patiska perdeli yüklükte bembeyaz keten çarşaflara sarılı yorganlar, yaklaşınca bıttım sabunu kokuyordu. 

Her anıya bir koku kodlayan beynim, bu kokuyu babaannem olarak çağrıştırıyordu. İsten alınlığı kararmış ocakta, çam, meşe odunlarının ateşinde pişen, domatesli tereyağlı bulgur pilavı ile hatıralarda yirmi yıl öncesine kadar gittim. Hayalimde açılan pencerede kararmış bulutlardan yağan sulu sepken taşlara şıkır şıkır düşüyor, tatlı soğuktan burnumuz ellerimiz kızarmış, pencerenin pervazına doğru babamın sigara dumanı telleniyor . 

Çok iyi hatırlıyorum. İçim kıpır kıpır. Mutluyum. Herkes dingin ve telaşsız. Ocakta kaynayan tencere kadar huzurumuz sıcacık. Yağmuru severim. Toprak kokusuna karışan ateş kokusunu, baba sesini - girin içeri üşüdünüz- diyen. Yağmura ıslanmaya çıkardık, başımızı göğe kaldırır dilimizi dışarı çıkarıp damla tutmaya çalışırdık.

Dalgın durduğumu gören yaşlı kadın, yeşil önceğine ellerini mahcupça kurulayıp beni rahat ettirmek için daha geniş bir mindere uzanınca , ellerim ile kilim nakışlı halısını sıvazlayıp

- Çok rahatım, zahmet etme gel teyzecim dedim. Başına doladığı kırmızı çatmasında rengarenk örgülü çaltı boncukları kaşına düşüyordu. Beyaz tenli al yanaklarında daha dünkü genç kadın gizleniyordu. Benim mahcup bakışım onu da cesaretlendirdi.

- Köy hali hep bir telaşe, yemeğimiz de kavice olsa iyiydi , dedi ellerini ovuşturarak.

-Ziyanı yok çok severim pilavı, çay demleriz üstüne.

Gülen gözleri doldu.

-Yalnızlık kör olsun, çocuklar Adana’da. Bir kız ile iki oğul var. Yemenisini gözlerine götürdü belli etmeden,

- Adam da ince hastalıktan dünyasını değiştirdi. Kaldım bir kör Hatçe, ahırda Sarı kıznan Kızancık, hayatda cülekler , dedi derin bir iç çekişle. Ocağın kızıllığı kararan odada ve onun ince ince kırışmış yüzünde oynaşıyordu. İşi gücü çene çalıp konuşmak olan ben susuyordum. Bu yaşanmışlık ve yol gözleyen yalnızlık dilimi düğümlemişti.

-Aile bakanlığında sosyal hizmetler memuruyum. Muhtar bey dilekçe yazmış. Köy nüfusu çok yaşlı ve bakıma ihtiyacı var, diye. Devlet huzur evi tahsis etti. Sizin ihtiyacınıza göre plan proje yapacağız. Ben sizlerin de düşüncelerini almak için buradayım. Ocaktaki közlerin aydınlattığı yüzüne kaygıyla karışık bir hüzün yerleşti, sesine de yankılanmıştı,

-Yavrum belediyeden üç güne bir gelirler her hacetimizi görürler, ben evimden ayrılmam, rahatım iyi benim. Daha fazla tedirgin etmemek için

-Elbette karar senin ama yine de düşün. Yarın muhtar ayrıntılı anlatacak. Bunu derken bile –onu anladığım için – kendi sözüme itimat etmiyordum.

Alçacık giriş kapısının taşları adım iziydi ve hafifçe çukurlaşmıştı. Kapının tahta kolu tutup çevrilmekten incelmiş desenleri yer yer silinmişti. Sabun kokan silueti alacakaranlıkta bana doğru konuştu.

-Varayım da ahırı bi kolaçan edeyim. Beni görmeden uyumazlar gece hıngırdar dururlar.

Elimdeki odunla közleri tencerenin altına itelerken

-Tamam dedim.

Bu gün öğle sonu gelmiştim kasabaya. Gelirken yolda Hatçe teyze ile karşılaştım. Niyetim küçük bir motel bulup geceleyip sabah tebligat için muhtarlığa gidecektim. Ayak üstü birkaç kelimelik hal hatır sonrası, Hatçe teyze

-Yok valla bırakmam onca yol gelmişin bizler üçün gomam seni, hayde gel , deyince peşine düştüm. Mahalle bakkalına girmeme de müsaade etmedi. Yarı mahcup peşine takıldım.

Köyden büyücek kasabanın meydanını oluşturan üç yol kavşağının bir kenarında onun eski kerpiç evinin avlusu başlıyordu. Bahçesinin bir köşesinde ahır vardı. Keskin gübre kokusu ile yerini hemen belli ediyordu. Avluyu baştan başa kesen yola sağlı sollu tepeleri salkım salkım yeşil çağlalı, erik kiraz kayısı ağaçları, yaprakları yeni ışımış yaşlı ceviz ağaçları sıralanıyordu. Ağaçların güneş gören taraflarında küçük küçük bostanlarda mısır, fasulye, biber domates fideleri göze çarpıyordu. Az ilerisindeki gübrede gürbüz piliçlerle yeni doğmuş civcivler hevesli hevesli eşeleniyordu.

Eski kerpiç köy evinde çok eskilerde kalan belki de üstü küllenen hatıralar kirpiklerime doluşuyordu. ..

Yemeğin ıslığından suyunu çektiğini anlayınca ocağın kenarındaki çiviye asılı tutaçlarla tencereyi ocak başındaki mermer kırığı nihalenin üstüne indirdim. Kenarda su dolu kara çaydanlığı yine ocağa yerleştirdim. O geldiğinde çay kaynamış demlenmişti bile. Ana kız muhabbetiyle yarı çekingen yarı samimi yemeği yedik çayımızı içtik. İçerden Kızancık’ın rahatsız rahatsız kişnemesi gelince mutfağın nemden kabarmış yeşili solmuş ahşap penceresini azıcık aralayıp ata seslendi

- Yeter oğlum yeter gayri. Yaşlı at sanki sesini duydum tamam der gibi yavaşça kişnedi sonra solukları nefesleri rutine bindi. Pencereyi kapatıp bana döndü

- bunun anasını emmin dağdan dutup geldi. Ooov yere göğe sığmaz idi. 20 yıl hizmet etti goşum duttu. Sanki öleceğini anlamış gibi bunu gunnayıp öldü. Pek sızladı ciğerim. İnek sütünde büyüttüm onu. Emmini sabahtan pazara gor gelir beni tarlaya yıkar dön geri emmini getirirdi akşam olunca. Öyle akıllı öyle düşkün bize. Sonra rahmetli dünyasını değiştirince dağa gitti. Gelmedi aylarca. Öldü dedim kurda kuşa yem oldu. Bi gece çıktı geldi ağzı yüzü yara bere bir ayağı gırık. Benim büyük oğlan dayıma haber et de vursun dedi başına bide onu yük etme. Gücendim ay gızım amma diyemedim. Bu can da bu mülk de onlara yük bilir min? Diğnemedim onları yakılar yaptım sınıkçıya götürdüm. İyileşti ama ağıra yeğile gelmez. Yanımda yöremde dolanır durur. Meraklanınca hımkırır böyle, nalsın der gibi. Onun da gönlü yorgun amma ruhu beni bekler. Bizim burada at adamın arkadaşı sırdaşı gibidir. Ölünceye kadar sahip çıkarız, heç olmadı yılkıya salarız, dağlarda yaşadığı kadar yaşar…

Yer minderlerinde eskilerden yenilerden konuşurken ben uyumuş kalmışım.

Sabahın ilk ışıkları ile yamaca kurulu köyde ezan sesi ağıt gibi yankılanıyordu. Teyze çoktan uyanmış, ocağın külünü alıp yeni güne tazecik duman tüttürmüştü. Rahmetli ninem ‘ aman guzum kül üstüne ateş yakma ocağın çabuk eskir’ derdi. Aynı dağın insanıydı onlar;Torosların. Bu belki de Orta Asya’dan beri söylene gelen bir hurafeydi ama herkesin kulağında küpeydi anlaşılan.

Köylerde özellikle dağ , bayır köylerinde hayatın iki hengamesi vardır. Çalışmak ve yemek . Sanırsın ki insanlar burada bunun için yaşıyor. Arada ölümler , doğumlar, kısa kestirilen dedikodular, yılda iki bayram, harman zamanı bağ bozumu, ramazan vakti gibi uzayıp giden rutinler. Öyle hemhal olunmuş yaşamak çabasıyla. Kendi hayatım geldi gözümün önüne, hep acele, hep yetişmeye çalışan, sürekli didinen. Bir şeyleri ıskaladığımı sıcacık tandır ekmeği üzerinde erirken beyaz hareler bırakan tereyağını ve onu az ilerisinde usluca bekleyen vişne reçeli ile buluşmasını izlerken fark ettim. Biz hayatın lezzetini yaşamanın anını gözden kaçırıyorduk. Durdum ve beni –belki de acıyarak- izleyen teyzeye gülümsedim.

-uzun zamandır böyle yavaş kahvaltı yapmadım, ıhlamurlu kuşburnu çayın da çok güzel. Hatice teyze

-afiyet bal şeker olsun yavrım.

Onu da aldım köyün meydanındaki kapısı pencereleri küf yeşile boyanmış, sarı badanalı kahveye girdik. Pek alışıldık bir ortam olmayınca kadınlar bir tarafa erkekler bir tarafa kümelenmiş. Kapıdan biz girince ortalığın uğultusu yer yer fısıltıya bıraktı. Selamlaşıp tanıştık. Muhtar konuşmaya olayı anlatmaya hevesli olunca, canıma minnet deyip biraz geri çekildim.

Sağlıklı dinç ama gözlerinin yaşama feri sönmüş kadınlı erkekli ihtiyarlar, doğallıklarını korumaya çalışarak lafa karışıyorlardı. ’’Yapamayız biz gatta’’ diyen de vardı. Bazılarının hiç yakını yoktu Hatice teyze gibi, onlar farklı düşünüyordu, durumu çoktan kabullenmiş, sığınacakları dört duvarın ne farkı olacak diyen de. Başka bir çenesi kıvrak ihtiyar teyze titreyen çenesiyle kekeleyerek

-Ne uzatırsın be guzum, tamam deyiverin işte, gün görecek vaktimiz mi kalmış, ölümüz kokmadan emanetimizi teslim ederiz işte.

O vakite kadar susan Hatçe Teyze

-Muhtar ben gözümü rahmetlinin iki oda evine gelin geldiğimde açtım. Yurdum yuvam oldu. Elim tutar gözüm görür, karnım tok sırtım pek, ben evimden ayrılmam. Kapımda yalladığım kızıl eniğin ahı tutar. Nereye gidecek o sabiler?

Lafa karıştım burada. Kahveye yayılan uğultu sis dağılır gibi dağıldı bir anda.

-Teyzelerim amcalarım. Siz iyice düşünün, kalmak isteyene evde bakım hizmeti devam edecek, gitmek isteyene yapılan tesiste 1+1 oda tahsis edilecek. İsteyen okuyacak dinlenecek, isteyen küçük bahçelerle meşgul olacak, yani siz nasıl isterseniz öyle olacak. Dişleri dökülmüş ama vaktiyle epey hızlı olan bir amca, ağzını yayarak kahkaha patlattı;

- he hee he ah be kızım gahbe gençliği yormazıdık bilseydik yaşlılıkta huzura gavuşacaz, çalar söylerdim dağ bayır gezerdim. Kahvedekiler kırdığı cevizi bildiği için hep bir ağızdan gülüştü içlerinden hacı takkeli bir amca

-Yürü be Hüseen yüzün topra bakar emme gönlün dalda durmaz keklik, nöörcen bu gocalığı sen, ötekisi elini salladı adam sende dercesine.

Hatçe Teyzeyi de alıp evine yollandık, kalanlar laf uladıkça sıkıldı. Muhtara sonucu dilekçe ile yazmasını tembihledim.

Evine giderken onun yüzünde kara bulutlar dolanıyordu. Koluna girdim

- Ne düşünüp durrun öyle dedim şiveleri çorba edip, Hatçe teyze ağzını beyaz örtüsü ile kapatıp iyice güldü

- Sen gal benimiğnen , omzuna yaslanıp

- kalırım tabi, kalmasam bile arar sorarım seni. Dert etme ama, evinde kalacaksan kal, ben tembihlerim kızları, daha sık gelirler. Gözleri sessiz sessiz ağlamaya başladı. Bu sessizliği iyi biliyordum. Bu vefasızlığın yalnızlığın, bir köşede unutulmuşluğun feryadıydı. Sımsıkı sarıldım, vedalaştık.

Ankara’ya döndüm. Her hafta aradım Hatçe teyzeyi. Erken kaybettiğim babaanneme gönül borcu öder gibi, her derdi ile ilgilendim. Bir ara açmadı telefonu, kısa kesti az rahatsızım ama iyiyim dedi. Benim de işlerim çok yoğundu. Sonra o sel felaketi oldu. Bütün bakanlık çalışanı heyelan bölgesine koştuk. Acı üstüne acı doğan günlerdi. Altı ay bir sene derken, tam iki yıl olmuş.

Arada sosyal hizmetleri arayıp haber alıyordum. Tesis yapılmış çoğu yaşlı kimsesiz yerleşmişti. Hatçe teyze evinde bakılıyordu. Son altı aydır hiç aramamışım. Kalbim cız etti. Telefona sarıldım ama çalmadı. Memurları aradım, başınız sağ olsun dedi. Dilim dumura uğradı.

Vefat etmiş. Evinden çıkmamış, iyiymiş aslında. Karlı bir kış günü ineği hastalanmış, veterinere giderken kayıp düşmüş. Ayağı kalçadan kırılmış. Çocukları gelmiş Adana’dan. Kızıp bağırmışlar buna, zorla yeni yapılan huzur evine yerleştirmişler. Tarlayı taplayı satıp , hayvanları kasaba kestirmişler, emektar atı da yılkıya bırakmışlar. Onca yılı bir gün içinde üleşip, evin arsasını da müteahhide vermişler. Sarı kızının yularındaki gök boncukla, Kızancık dediği atının yele örgüsünü güç bela çocuklarından kurtarmış. Dedikodu etmeyi pek seven memur arkadaşım

- Halini görsen içler acısıydı. O boncuk ile yele örgüsü öldüğünde avucundaydı. Bir hafta yaşamadı belki. Hiç konuşmadı, yüzünü duvara döndü öylece günlerce bekledi.

- Keşke bir haber verseydin dedim

- Aradım, ama ulaşamadım.

Yığıldım kaldım koltuğa, buruş buruş beyaz yüzü nemli ela gözleri geldi hatırıma. Kızancık’ın hikayesini anlatırken, ‘’atları gibi yorgun olur , bu dağ insanlarının gönülleri, kiminin ahı kalır kiminin muradı, iç çekerek yaşlanır gideriz be yavrum’’


24 Ağustos 2023 11-12 dakika 3 öyküsü var.
Beğenenler (6)
Yorumlar (1)
  • 22 ay önce

    "Yaşlılık tedavisi olmayan tek hastalık. " derler... Huzurevi olsada adı aslında insan nerede huzur buluyorsa orası cennettir. Kimine de adı Huzurevi olsada cehennem gibi gelebilir bunuda unutmamalı... Hüzünlü bir öykü... Kutlarım içtenlikle...