Yuva

1.Bölüm

Çocuk

Bugün hava oldukça güzel. Serin bir rüzgar, bahçemizdeki bodur ağaçların yapraklarını incitmeden sallıyor. Güneş, Ağustos hararetinden uzak; daha şefkatli, daha babacan sanki.

Az önce anneannem mamamı yedirdi. Daha önce hiç tatmadığım bir şeydi bu. Hoşuma gitmedi değil doğrusu. Bir daha aynısını istersem meramımı nasıl anlatacağımı bilemiyorum şimdilik.

Acıktığım zaman genellikle ağlarım. Kesik kesik, ağıttan daha çok bir çağrıya benzer ağızımdan çıkan ses. Alıştı bu duruma annem ve anneannem; bir takım sesler çıkardıktan sonra ağlamamın sebebini anlayıp mamamı getirirler. Altımı ıslattığımda, bir yerim ağrıdığında ya da canım sıkıldığında hep ağlarım. Bu ağıtların her biri aynı gibi görünse de aslında farklıdır. Mesela, altımı ıslattığımda ağlarken sağıma soluma hareket ederim. Bir yerim ağrıdığında daha içten ve uzun olur ağıtlarım. Çünkü o zamanlarda gerçekten canım yanıyor.

Evimiz oldukça büyük olmalı. Sabah erkenden uyanır, biraz zorlanarak da olsa beşiğimden iner, kapı açıksa salona geçer ya da dayılarımın uyuduğu odaya girmeye çalışırım. Genellikle annem işte, anneannemse uyuyordur o saatte. Sabah uyandığımda dedemi çok az görmüşlüğüm var evde. Muhtemelen o da işine gitmiş oluyor.

Bir müddet yaramazlık yapıp salonu dağıtırken çıkardığım seslere anneannem uyanır. Vitrindeki bardakları kırmamam için koşarak gelir yanıma. Yüzünde daima bir meleği andıran tebessüm vardır. Beni kucağına alır, 'Sen yine mi uyandın haylaz?' diye yanaklarımdan öper. İşte bu en kötü şey! Ne kadar güzel olsa da sevilmek, öpülmekten yanakların kızarıyor. Evde, sokakta ya da komşularımızın evinde herkes beni öpüyor. Güzel bir çocukmuşum. Gözlerim zeytin, yüzüm ay parçası gibiymiş. Hafif tombul yanaklarım şeker yumağıymış. Hele tombul ellerim, cennet meyvesiymiş.

Geçenlerde bir kadın akrabamız geldi eve. Ben dayılarımın çıkartma kartlarını yırtmakla meşguldüm. Yeni çıkan ve kaşınan dişlerimin keskinliğini deniyordum. Kağıt parçalarının tadı hoş olmasa da dişlerimle ezdiğim kağıdı hamur haline getirip ağzımda dolaştırıyordum. O sırada misafirlik için gelen akrabamız koşarak yanıma geldi. Önce garip anlamlandıramadığım bir takım sesler çıkardı. Sonra parmağını ağzıma sokup kağıt parçalarını aldı. Ona kızmadım doğrusu. Çünkü evimizdeki herkes ağzıma bir şey aldığımda aynısını yapıyordu. Kadın beni birkaç kez yükseğe fırlatıp tuttu. Sevilmek güzel ama bazen büyükler bu eylemin dozunu kaçırıp canımı yakabiliyor.

Umarım bu akşam annem erken gelir. Son zamanlarda onu daha çok özlüyorum. Hem her akşam bana mutlaka birbirinden değişik yiyecekler getiriyor. Bazılarının tadını sevmesem de bazıları oldukça lezzetli doğrusu. Annem beni havaya zıplatsa da kollarında evirip çevirse de canım acımıyor nedense. Sanki onun kolları, onun elleri daha yumuşak. Onun kokusunu henüz kapıdan girmeden anlıyorum. Şu ana kadar hissettiğim kokulardan tamamen farklı. Onun sesini ta uzaklardan bile duysam ayırt edebiliyorum. Annem beni seviyor, ben de annemi çok seviyorum.

Annem olmadığı zamanlar en çok anneannem ilgileniyor benimle. Banyo yaptırıp, elimi yüzümü güzelce yıkıyor. Temiz giysilerimi giydirip karnımı doyuruyor. Bazen de benimle oynuyor. Onun ninnileri daha güzel, oyunları daha eğlenceli geliyor bana. Anneannem beni seviyor, ben de onu çok seviyorum.

Akşamları annem eve geldikten bir süre sonra dedem de geliyor. Genellikle sessizce eve girip eğer uyumuyorsam benim yanıma geliyor. Kucağına alıp havada zıplatıyor, yanaklarımdan öpüyor. Bıyıkları yüzüme batsa da bu durumdan çok rahatsız değilim. Bana her gün değişik bir oyuncak getiriyor. Dün akşam da çıngırak getirmiş; o çok güzel. Biliyorum dedem beni seviyor, ben de dedemi çok seviyorum.

Baba

Ruhumdaki ağırlık mı beni bu denli çaresizlik girdabına çeken? Bütün günahlarım avenesiyle başucumda. Cendereye sıkışmış haldeyim. Her yeis beni biraz daha özümden uzaklaştırıyor. İçimde temiz kalan tek bir şey var; özlem. Bazen kıyılarıma vurup beni berrak denizlere çekmek için çırpınıyor.

Şu kunduracı amca ne garip bir adam! Bazen ağzını bıçak açmıyor, bazen de mütemadiyen konuşuyor. Pejmürde halinin altında adeta bir bilge yatıyor saklı.

'Tamire gelen her ayakkabı, bana sahibinin çilesinden bir parça getiriyor.' diyor. Ayakkabıların tabanından anlarmış sahibinin kişiliğini.

Onun dükkanına gittiğim zaman sanki o ruhumu ablukaya alan bütün duygulardan sıyrılıyorum. Bir de ocaktan hiç inmeyen çayı yok mu, yudum yudum huzur çekiyorum içime...

Geçen gittiğimde yine aklımdan çıkmayacak şeylerden bahsetti. Kendi hayatıyla ilgili bir hakikati öğrendim. Yüzündeki çizgilerin, dilindeki hikmetli sözlerin elbette bir membaı olmalıydı ki öyleymiş.

Cuma çıkışı yoldan geçerken selam vereyim diye diye dükkana girdim. Tezgahın başında eski bir iskarpini tamir ediyordu. Çaylarımızı yudumlarken bana ayakkabının sahibinin ilginç yaşantısını anlattı.

'Bu ayakkabının sahibi, bir zamanlar mahallenin en zengini idi.' diye başladı söze. 'Oğlunu ve karısını ahşap köşkte çıkan yangında kaybetti. O günden sonra kendini içkiye verdi. Ermeni Garabed'in meyhanesinden çıkmaz oldu. Gel zaman git zaman malı mülkü bir bir elden çıktı. Son olarak da yıkık köşkün yerini sattı. Şimdi Salacak'ta küçük bir kulübede yatıp kalkıyor.'

'Yazık olmuş!' diyebildim.

Çayından bir yudum çekti, dükkanda bir volta atıp tekrar yerine oturdu.

'Bak oğul! Allah dünyayı yarattı...' diye başladı söze, bir süre zihnini süzdü ve devam etti:

'Dünyadaki her şeyi de kendinden yarattı. Yani öz topraktan. Saraylar, köşkler, seyran bahçeleri topraktan yapıldı. Baktıkça hayranlığımızı saklayamadığımız her şeyin özünde dünya yok mudur? Sen toprağı nasıl kullanırsan o öyle şekil alır. Eğer iyi bir mimar, iyi bir usta isen sanat eserleri üretirsin. Eğer toprağı kullanmasını bilmiyorsan, ondan çöp yığınları, harabeler, cinler periler evi yaparsın. Mis de ondandır, leş de ondan... Ağu da ondandır, panzehir de ondan.

İşte insan da böyledir. Zira Allah insanı da topraktan yarattı. Kalbini iyi işlersen eşref-i mahlukat, kötü işlersen esfel-i safilin olur.'

'Her şey kendi elimizde...' diye tasdik ettim. Sonra aklıma takılan bir soruyu sordum. Aslında cevabını bildiğim bir soruydu. Bazen kendi bildiklerimizi başkasından duymak isteriz, çünkü insanın en zor söz geçirdiği yine kendisidir.

'insanız, başımıza türlü musibetler geliyor. Her musibetin sebebi biz miyiz?' diye sordum.

'işte orada dur!' dedi. Allah, kaldıramayacağımız bir yükü bize yüklemeyeceğini bizzat kendisi söylüyor. Öyleyse hiçbir musibet üstesinden gelemeyeceğimiz türden değildir. Zira an büyük musibetlerle peygamberler imtihan edilmiştir. Hem, ?Sizin hayır zannettikleriniz şer, şer zannettikleriniz de hayır olabilir' demiyor mu? Bazen bir musibet işlediğimiz bir günahın kefareti olur. Bazen de kulluğumuzun sınanması, sabrımızın imtihan edilmesidir.

'Ya özlem?' dedim.

Sustu. Bir müddet elindeki ayakkabının ökçesiyle gelişigüzel oynadı. Topuğa zımpara sürttü. İğneye doğru uzattığı elini aniden çekti, derin bir nefes aldıktan sonra;

'Çay ister misin.' diye sordu? Başımı salladım.

Çaylarımızı içerken derin bir of çekti. Onu ilk kez böyle dertli kederli görmüştüm. Ayağa kalkıp iki metrelik dükkanda volta attıktan sonra karşıma oturdu.

'Yakup'un bir Yusuf'u vardı...' dedi. Söyleyeceklerini zihninde topluyormuş gibi bir süre bekledi sonra devam etti: ' Bazen nisyan isyanı önler. Nisyan da Allah'ın bir lütfudur. Dert üstüne dert konmazsa, ömrün bir derde yanmakla geçer. Mevlam her an bizi sınıyor. Kederin fazlası küfre götürür, sabır ise hedefe... İşte Yakup sabır ile kavuştu Yusuf'una. Fakat o ne nisyana düştü ne de isyana. Bizler içinse biraz nisyan iyidir oğul.

Evliliğimin ikinci yılı sevgili Pakize'mden iki erkek çocuğu dünyaya geldi. Her akşam eve cennetten bir diyara gidiyormuş gibi heyecanla ve hasretle giderdim. Evin ortasında oynaşan ikizlerin sesi hurileri, Gilmanları kıskandırırdı. Onlarla oynaya gülüşe vaktimi dop dolu geçirirdim.

Hatun bazen onları alır dükkana getirirdi. O zaman işi gücü bırakır birini bir kucağıma, diğerini diğer kucağıma alır öper koklardım. Rahmetli babam beni böyle görünce gırtlağını temizliyor gibi bir ses çıkarır, bende utanarak bırakırdım yere sabileri. Gelenek böyleydi...

Velhasıl ömrümün en mesut yıllarını yaşarken Rab'bim beni bir imtihana tabi tuttu. Hem de de ne çetin imtihan!

Bir akşam iş çıkışı eski çarşıya uğrayıp evlatlarım için şekerlemeler aldım, fileyi meyvelerle doldurdum. İçimden türküler mırıldanarak eve doğru yola koyuldum. Sağ yanımda sevinç sol yanımda garip bir hüzün vardı. Eve ulaştığımda her gün pencerede beni bekleyen, koşup kapımı açan hatunu göremedim. Kapı da kilitliydi. Seslendim duyan olmadı. Komşulara sordum, pencereden içeri bakmaya çalıştım ama nafile. Ses seda yok ortalıkta. Yüklendim kapıya ve o telaşla koca çatal kilit ikiye ayrılıverdi. Henüz birkaç adım atmadan içeri işte gözlerimin önünde hiç gitmeyen, ?Nisyan Ya Rap' diye yalvartan o manzara vardı. İkizler ve Pakizem uluorta yerde yatıyordu. Canlarını yokladım; üçü de uçup gitmişti bu dünyadan.

Meğer öğleyin hatun pazardan köylünün getirdiği mantarlardan almış. Hem kendisi yemiş hem sabilere yedirmiş. Kader bu ya zavallılar yardım bile isteyemeden can vermişler. O gün bu gündür kalbimde sızlayan derin bir yara vardır. Bilirim ki vermeye muktedir olan Allah, almaya da muktedirdir. Üç oğul daha bahşetti sonradan lakin özlem hiç biter mi? Hala kapıyı açtığımda Pakizem ikizler kucağında beni karşılayacak gibi gelir. Kim bilir belki bir gün cennette karşılarlar. Ne dersin?'

'Amin' dedim zoraki bir tebessümle. Belki de en büyük acılardı bize kimliğimizi veren. Bilge kunduracının sesindeki munislik, ikizlerin kalbinden akan sevginin tezahürüydü belki de. Evladımı düşündüm, imtihanı düşündüm. Günahları ve kefaretleri düşündüm. Özlem ağırdı, ölüm daha ağır...

Anne

İş telaşı, ev telaşı, çocuk telaşı... Hayat ne kadar da zormuş böyle. Birkaç gündür yönetici müsveddesi Feride ?den çektiğim de çabası. Aman ne imiş efendim, bugün en az yirmi satış yapmalıymışız. Müşteriye sesimizi yükseltmemeliymişiz. Küfretseler de karşılık vermemeliymişiz. Neyiz biz, melek mi Feride Hanımcık? İyice sıkıldım bu iş yerinden. Vallahi çalışanlar bile bir tuhaf. Hepsi birbirinden çekilmez. Şu Canan da olmasa hemen bırakırım işi.

Şükür ki yarın izinliyim. İzinliyim de ne olacak sanki? Yarın adamın çocuğunu görme günü. Dinleneceğim yerde bir de onlara bekçilik yapacağım. Hani yaptıklarını düşündüğüm zaman hiç göstermeyesim var ama ne yapasın işte, mahkeme kararı var. Bir de babası, yabancı değil ki... Katlanacağız bu duruma da.

Son günlerce iyice atıldı yavrum. Koşup oynuyor. Bir de ?annaaa' demesi yok mu, duyunca yüreğimin yağları eriyor. Ha bir de yüzü, saçları hatta bacakları bile babasına çekmiş. Şu herifi ağzıma alasım yok ama çekmiş işte Allah'ın hikmeti!

Hakikaten zormuş bu hayat. Adam olsa da oğlumuzla mutlu mesut bir yuva olsaydık. Akşam işten gelişini beklesek, sabah işe uğurlasaydık. İmreniyorum ellere vallahi. Geçen gün oğlumu gezdirmek için yakındaki bir alışveriş merkezine gittim. Bir köşede kahve içerken oğlan gitti karşı masaya. Ailesiyle kahvaltı yapan orta yaşlı bir adam aldı kucağına. Çocuk adamın sakallarıyla, bıyıklarıyla oynuyor. Yadırgamıyor bile. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Ne olursa olsun yuva gibisi yokmuş.

Sağ olsun annemin çok faydası dokunuyor bana. O olmasa Yusuf büyümezdi. Onun çabaları, katlandığı zahmet beni bir nebze olsun rahatlatıyor. Hoş onun da evi ocağı, ilgileneceği insanlar var ama yine de yavrumu ihmal etmiyor. Yeni öğrendiği şeyleri hep annemden duyuyorum.

Dün beni aradı annem. 'Zeliha bu çocuk yeni bir şey öğrenmiş' dedi. 'Ellerini açıp dua ediyor. Bir de uzatarak ahhh diyor.'

Eve gidince tatbik ettim annemin söylediklerini. Ah bilseniz ne de güzel, ne de şirin kaldırıyor ellerini havaya. Hele o kısıkça çıkan ahhh sözü yok mu... biraz daha büyüsün sübyan mektebine göndereceğim. Ağaç yaşken eğilir. Bu yaşta öğrensin, temel eğitimini alsın yavrum.

Artık oğlumla yaşlanmak istiyorum. Evlilik bana göre değil. Zira artık kimseyi çekecek takatim yok. Gençliğim, heveslerim bir bir eridi. Geriye bir oğlum kaldı. Onun iyi yetişmesine adayacağım kendimi. Aslında gencim, güzelim... Elimi sallasam ellisi ama dedim ya bana göre değil evlilik.

Devam Edecek...

14 Temmuz 2013 12-13 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 10 yıl önce

    Seher vakti masalları olur mu diye başlamıştım [b]yuva[/b]yı okumaya, sonra ses seda dökmeden sayfaya, çekildim yürek yüklü paragrafların huzurundan...

    'salına salına yâr geliyor' demelerin o demli akşam sefalarından sonra kurşuna dizilen an(ı)lar birer birer düşmüşse eğer geç(me)miş zamanlara kelamı alıp terkisine başlar şair-yazar yazmaya.

    Sonra bir şiir yahut bir hikaye biçimlenir ve bizler de ağır aksak bakışlarımızla zihnimizi doldururuz kalemin yazdıklarıyla.

    -Hikaye mi? -Devamını bilmediğimden henüz değil diyorum, daha erken, aceleyle yazılmış bir mektup gibiydi bence.
    Belki bölüm oluşu bir nebze kurtarıyor.

    Bölüm 1- Aradaki kunduracı amcanın söylemleri -ki bence söylev niteliğinde- hikayeye nefes getirmiş.

    2-Gerçeğin bir kesiti gibi saklantısız üslubu ile sıkmadı okurken. Hani sanki kalem dili olan etten kemikten bir varlık gibi bana anlatıyordu.

    3- Çocuk dili... Bu daha çok cezbetti beni, hani ben çocukken ne düşünürdüm, nasıl hissederdim, ne derdim, nasıl bilirdim suç işlediğimi, annemi nasıl sesinden tanırdım vs bilmiyorum. Bunu bu yaşımda öğrenmek çok güzel bir his uyandırdı bende. Kendimi sevesim geldi 👧 ve tabi hikayedeki küçüğü.

    Başarı gördüm.Tebrikler...

  • 10 yıl önce

    4- Anne kavramı gerçekten olağan halde işlenmiş. Abartısız yani. Azaltmadan yani. Anneler çocukları için... Anne'nin hayatını çocuğuna göre biçimlendirmesi kültürümüzün gerçek izleri vardı hikayede ve yine annenin anlatıldığı bu gerçeklik yine yerindeydi. Anne sadakati işte...

    Başarıya tebrik ve kalemin her kelamına hürmet ile...