Yüzük

1970'li yılların başlangıç dönemlerinin birindeydik. O yaz, benim için ilkleri taşıyan ve onaltı yaşında gençliğe adım atmış bir taşralı çocuğun hayallerinin ötesinde, çok farklı bir zaman dilimiydi. Derslerimde iyi bir başarı göstermiş ve ailem tarafından İstanbul'da iki hafta kalma ödülü verilmişti. Elektrik mühendisi olarak görev yapan büyük amca oğlunun evinde kalacaktım, hem de benden bir yaş büyük, en küçük amca oğlum Tamer ile birlikte. Hiç unutmuyorum, babam harçlık olarak yüz lira vermişti de, küçücük beynimde harcamalar listesi ile ilgili müthiş hesaplamalar karmaşası ortaya çıkmıştı. Mini etek çılgınlığı ve çok yüksek topuklu ayakkabılar modaydı. Favori renkler ise açık sarı ve yaprak yeşili idi.

İstanbul; dünya şehri, hayallerimin şehri. Bu ara hemen belirteyim, o günün rüya şehri ile bu günkü arasında ismi dışında hiçbir benzerlik kalmadığını üzülerek görüyorum. Haziran ayında bir başka güzeldi İstanbul. Tamer ile her gün bir başka semti geziyor, yorucu olsa bile inanılmaz mutluluk dolu günler yaşıyorduk. Akşamları erkenden yatıyor, gündüzlerin bir dakikasını bile boşa geçirmemeye gayret ediyorduk.

O gün sıra Beyoğlu ve civarındaydı. Minibüsle en yakın durağa ulaşıp yürümeye başladık. Beyoğlu nerede başlar, nerede biter bilmiyorduk ama geziyorduk işte. Şık giyimli, bakımlı insanların çoğunlukta olduğu bir alandı. Vitrinlere, eski binaları hayranlıkla izliyorduk. Öğleden sonra olmuş, daha yavaş adımlarla, daha küçük sokaklara girip çıkıyorduk. İşte öyle bir sokakta Tamer'in birden koluma tutup kulağıma eğildiğini hissettim. "Amca oğlu, sakın arkaya dönme, galiba birisi bizi takip ediyor" dedi. Şaşırmıştım, o da şaşkındı; çünkü İstanbul nire, Beyoğlu nire, biz nereydik. "Olamaz" dedim ama aklım karışmıştı. Çaktırmadan kontrol etmeye karar verdik, aklımız almıyordu. Hızla yürümeye başlayacak ve aniden başka bir ara sokağa girip, bekleyecektik; öylede yaptık. Karşımıza ilk çıkan sokağa girdik ve biraz ilerleyip beklemeye başladık. Tamer "işte o" dedi. 60-65 yaşlarında, son derece şık giyimli, orta boylu bir adamdı. " Peki, bir başka sokağa girelim, belki tesadüftür" dememle, hızla yürümeye başlamamız bir anda oldu. Aynı şekilde bir ara sokağa girip bekledik, adam yine gözüktü. Takip ediliyoruz tahmini doğruydu ve korku vermeye başlamıştı. Bir an önce ana sokağa çıkıp, güvenli bir yere gizlenelim deyip hızlandık. Kalabalık bir ana sokağa ulaşınca biraz yavaşladık ve en yakın bir pastahaneye girdik. Hala nefes nefeseydik ve oldukça göze batmayan bir masaya oturup, kendimize dondurma ısmarladık. Kırkbeş dakika geçmişti sanırım, dinlenmiştik. İzimizi kaybettirdik, belki hepsi bir tesadüftü diye düşünüyorduk. Uzun bir süre geçmişti, kalktık, kasiyerin yanına geldik. Biz daha hesap demeden kasiyer " Sizin hesabınız verildi" dedi. "Kim, yani ?" anlamsız kelimeler içindeyken, kasiyer "şu karşıdaki beyefendi ödedi" dedi. İşaret edilen yere baktık, o adamdı. Korku sürsede bir kızgınlık oluşmuştu, zaten kalabalıktı, cesaretimizde oluşmuştu. Adamın masasına doğru yürümeye başladığımızda, adamın gülümseyerek ayağa kalktığını gördük. "Buyrun gençler, buyrun" deyip bize yer gösterdi. Tamer'le birbirimize baktık. Ayakta konuşmak yerine, oturalım dedik sessizce.

Biz söze nasıl başlayacağımızı düşünürken adam, gayet sakin ve müşfik bir tonla "Gençler, özür dilerim, sizi tedirgin ettim biliyorum. Aklınıza gelen bir çok ihtimal var, ama eminim hepsi yanlış. Ancak sizleri takip ettim bu doğru, çünkü sizden küçük bir ricam olacak, yapacağınızı da düşünüyorum" dedi. "Ne işiymiş ve neden biz" dedik gayri ihtiyari bir şekilde. "Anlatacağım, belli ki Anadolu'dan gelmişsiniz ve bana bu tavırlarınız güven verdi, yapmanızı isteyeceğim işe de en uygun sizin olabileceğinizi düşündüğümden sizi seçtim" dedi. Devam etti "Tabiki bu çabalarınızın karşılığını fazlasıyla ödeyeceğim, kabul ederseniz". Biraz rahatlamıştık, işin ne olduğunu sorarken ses tonumuz tedirgindi. "Anlatayım" dedi ve o sakin yüzü biraz kasıldı, gözlerine gölgeler belirdi.

"Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin artık dünyaya rüştünü ispat etmeye başladığı yıllardı. Ben Tıp Fakültesi'nde okuyordum. Dördüncü sınıfta, sınıf arkadaşım olan bir kızla büyük bir aşkın tarafları oluvermiştik. Tek başımıza bir yaşam olmayacağını düşünecek kadar, çok seviyorduk bir birimizi. Yıllar çok çabuk geçti, aşkımızsa her geçen gün biraz daha büyüdü. Mezuniyet günü keplerimizi gökyüzüne fırlatırken, bizleri çok güzel bir geleceğin beklediğine inanıyorduk. Heyhat ki o yaz, bizim için tam bir yıkım oldu. Geleceğimi birlikte şekillendirmeyi planladığım biricik aşkım köken olarak Rum olan bir ailenin tek kızıydı. Ailesine, aşkımız ve geleceğimize dair planları açıkladığında kabus dolu günler başladı. Çünkü, uğruna her şeyi yapabileceğim sevdiğim kızın ailesi bu ilişkiye şiddetle karşı çıkıyordu. Yaz aylarının uzun günlerinde, bu aşkı kurtarmak için birlikte çok çabaladık. Ama sonuç daha kötü bir kine ve inada dönüştü. Son derece gelenekçi bir ailenin biricik kızı olan aşkım bu gerilimle, bu anlamsız inatla baş etmekten yıldı ve yolunu ayırma kararı verdi. Ben bu büyük aşkın müthiş engelleri arasında yapayalnız kalmıştım. Bütün kapılar yüzüme kapanmıştı, kendimi geleceğin belirsizliğine attım. İlk iş bakanlığa başvurup, haritada ilk gördüğüm doğu şehrine tayinimi istedim. Çok kısa sürede tayinim çıktı, kırıp kalbim ve durumumu en ince ayrıntısına kadar bilen ailemin yaşlı gözleri arasında Malatya'nın yolunu tuttum. Bu çevreden uzaklaşırsam ve kendimi tamamen görevime verirsem unuturum diye düşüyordum. Geçen günler hiç öyle olmadı, bu sevda daha büyük bir sevgi yumağına dönüştü. Durumumu endişe ile izleyen ailem, ablamın yanına Amerika'ya gitmemi önerdiler. Belki tamamen farklı bir coğrafyada yaşamak çözüm olabilirdi. Gitme sırası şimdi Amerika'daydı. Hemen valizimi topladım.

Amerika'da yaklaşık otuz yıl kaldım, kolayca adapte oldum ve çok başarılı bir meslek yaşantım oldu. Geçen günlerde değişik milliyetlere ait bir çok kadınla duygusal ilişkiye girdim ama kalbimdeki aşkın yangınını asla söndüremedim. Her yeni duygusal ilişki beni ona daha çok yaklaştırdı, daha bir yandı yüreğim. Daha bir çaresizleştim. Bu geçen zaman ve yaşadıklarımı hiç yaşanmamış yıllar olarak görüyorum. Geçen hafta bu bitmez işkenceye bir son vermek istedim ve İstanbul'a döndüm. Sevdiğim kadını araştırmaya başladım, buldum da. Rum kökenli bir doktorla evlenmiş, iki çocuğu olmuş ve onları büyütmüş, 3-5 yıl önce emekli olmuş. Kısacası çok mutlu bir aile yaşamı varmış. Bu sabahta, şu an yaşamını sürdürdüğü evi buldum. Kafamda binlerce şimşek oluştu. En azından benim ne halde olduğumu, her hangi bir yeni sonuca yol açmasa da onu hala çok sevdiğimi bilmesini istedim. Belki onun yüreğinde küllenmiş aşkımızın küçücük bir kırıntısı canlanır ve ben de bunu hissederek mutlu olabilirim. Yangınlar içindeki kalbim belki küçücük bir huzur bulabilir".

Pastahanede hafifçe çalan müzik, yan masalardan gelen kaşık, çatal ve insanların neşeli sesleriyle değişik bir harmoniye dönüşüyor, İstanbul ise ılık ve çok tatlı bir ikindiye hazırlanıyordu. Biz suskunlaşmış bu duygu yüklü yaşanmışlığın kalbimizdeki iz düşümleri arasında bir batıp bir çıkıyorduk. Sessizliği Tamer bozdu "Peki, sizin için ne yapabiliriz". Yaşlı adamın yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu."Demek yardım edeceksiniz, teşekkürler". Bizim ama, filan vb. dememize fırsat vermeden devam etti. "Ben Eleni'ye durumumu, yaşadıklarımı anlatan bir mektup yazdım, sizden bunu kendisine iletmenizi rica edeceğim. Şimdi postahane ne güne duruyor diyebilirsiniz. Ama belki eşinin eline geçer ve benim bu masumane adımım bir trajediye yol açabilir. Telefon edebilirim ama aynı risk yine geçerli. Ona en güvenli ulaşma yolum tek sizsiniz. Siz mektubu götürdüğünüzde de eşi evde olabilir, o zaman siz mektubu gündeme getirmeden yanlışlık oldu deyip, özür dileyip ayrılabilirsiniz. Herhangi bir şüphe oluşmaz. O zaman da başka bir yol bulabiliriz. Mektubu da eşinin evde olma olasılığı en zayıf olduğu bir anda ileteceksiniz. Sanırım bu anlatılarımdan sonra neden sizi seçtiğim konusunda da bir fikir oluşmuştur". Biz gerçekten anlatılan duyguların denizinde kıyıya çıkabilme uğraşısıyla ne evet ne hayır bile diyememişken yaşlı adam planını bir adım daha götürüyordu. "Hiç merak etmeyin gençler bu çabanızın karşılığını çok fazlasıyla alacaksınız. Eğer hazırsanız çıkalım, çünkü bence şu an bu iş için en uygun zamanlar. Son bir şey, planımız istediğimiz gibi gitti ve kapıyı Eleni açtı. Kocasının evde olmadığını anladığınızda mektubu uzattınız, belki Eleni almak istemeyebilir. O zaman siz bir işaret olarak size vereceğim yüzüğü gösterirsiniz. Eleni bu yüzüğü iyi tanır, çünkü ona nişanımızda takacaktım".

Yaşlı adam elini cebine atıp, bordo renkli küçük bir kadife keseyi açarken yüzüğün ona, kökeni saraya dayanan büyük büyük anneannesinden kaldığını anlatıyordu. Kese açıldığında inanılmaz güzellikte bir yüzük ortaya çıkmıştı. O güne kadar ne zengin akrabalarımda, ne de kuyumcu vitrinlerinde görmüştüm böyle bir şeyi. En ortada kocaman bir yemyeşil taş ve kenarlarda güzelliği tamamlayan küçücük taş örüntüleri vardı. Işıl ışıl parıldayan bir yüzüktü. "Mektubu verdikten sonra, sizi bıraktığım noktaya gelirsiniz. Size paranızı veririm, teşekkür eder ayrılırız." Tamer yüzüğü bayana verip vermeyeceğimizi sordu, "hayır" dedi yaşlı adam "O yüzük nişan için hazırlanmıştı ve şu an ondan kalan tek somut nesne bu yüzük" dedi.

Pastahaneden çıkarken İstanbul en tatlı ikindilerinden birini yaşıyordu. Yaşlı adamın yanlarına geçerek kalabalıklaşmaya başlayan caddede ilerlemeye başladık. Az sonra bir ara cadde başına gelince yaşlı adam "buradan gençler, arabam az ileride" dedi. Sözü edilen araba dev gibi bir Mercedes'ti. O günlerde, milli arabamız Murat 124, 2000'li yıllara kadar sürecek krallığını ilan etmeye çalışıyordu. Arabanın içi dışından çok daha konforluydu. Döşemesi, iç dizaynı insanın kolayca başını döndürecek cinstendi. Kalabalık caddelerden, daha tenha ve geniş caddelere ulaştıkça araba daha bir şevkle yollara saldırmaya başlıyordu. Kısa süren yolculuk sonra yaşlı adam koca arabayı, kolay bir şekilde park ederken "geldik" dedi. Arabanın içerisinden yaklaşık 100 metre ilerideki 5 katlı acı yeşil bej tonların ustaca kullanıldığı lüks apartmanı işaret etti. "İşte çocuklar, Arpacı apartmanı, mektubu götüreceğiniz yer 4 kat 8 numaralı daire. Haydi çocuklar göreyim sizi, işte mektup ve yüzük"

Tıpkı kurulmuş bir oyuncaklar gibi yola düştük, hiç konuşmadan hızlı adımlarla ilerledik. Sanki bu duygusal görevin ağırlığı üzerimize çökmüştü. Apartmanın önüne ulaştığımızda, nefes nefese idik. Ortalıkta kapıcı filan gözükmüyordu ve ne garip ki dış kapı da hafifçe açıktı. İçeri yavaşça girdik, koyu renk granitlerle döşenmiş geniş giriş alanda düşmemek için çok dikkatli yürüdüğümü bu gün gibi hatırlıyorum. Merdivenlere ulaştığımızda hemen yan tarafta zemin katta bekleyen asansörü gördük. Asansöre bindik, bizden başka kimse yoktu. Dördüncü kat düğmesine bastık. Asansör hafif gıcırtılarla ilerlerken Tamer bana dönüp, elindeki pembe zarfa bakarak "Amca oğlu yoksa bunda bilmediğimiz bir numaramı var" dedi. "Ne bileyim bu adam ajansa ve bize ülkemizle ilgili bir bilgiyi bu yolla diğer ajana ulaştırıyorsa, ya da daha farklı yasadışı bir şeyse. Biz alet oluyorsak." Evet ya neden olmasındı. Asansör dördüncü kata ulaşmak üzereyken hemn I. Kat düğmesine dokunduk. Asansör dördüncü katta biraz bekleyip, aşağıya yönelirken bir pembe zarfı dikkatlice açmaya çalışıyorduk. Zarf kolayca açıldı ve biz bir solukta kağıdın ön yüzüne çok düzgün bir el yazısı ile yazılmış mektubu okumaya başladık. Heyhat, doğruydu. Mektupta tamamen adamın dediğine yakın cümleler vardı. "Unutamadım... Bu gidişle de mezara kadar sürecek bu sevgi. Mamafih senden hiçbir şey beklemiyorum, sadece ben döndüm onu bil. Hala inanılmaz ölçütte seni sevdiğimi bil" diyordu. "Hiç olmazsa bunları biliyor olman şu yanardağlar gibi kalbimi biraz yatıştırabilir".

Dördüncü kata çıkarken vicdanlarımızdaki sızı ve utancımızla kıpkırmızıydık. Asansörden çıkarken karmakarışık duygular içindeydik. 8 numaralı daire koridorun sonundaydı. Tedirgin adımlarla kapının önüne geldik. Tamer zile basarken kalplerimiz yerinden fırlayacak gibiydik. Kapı açıldı, sarışın mavi gözlü inanılmaz güzellikte orta yaşlı bir bayan duruyordu karşımızda. Yaşlı adam söylememiş olsa 40 yaşında galiba diye düşünülebilirdik. Bunca aşk ve özverinin uğruna harcandığı bir insanın karşısında durmak, kutsal bir mekanın karşısında olmak gibiydi. Kelimeler zorlukla döküldü dudaklarımızdan "Bayan Eleni'yi aramıştık". "Benim buyurun". "Efendim size bir mektup getirdik" Bayan Eleni titreyen ellerimizin ucundan mektubu sakin ancak belirsiz bir merakla alırken "Kim gönderdi" dedi. Tamer cebinden kadife keseyi ve içinden yüzüğü çıkardı. Bayan Eleni'nin yüzü birden değişti, sendeledi, yüzünü elleriyle kapatıp çığlık atmaya başladı. Çığlıklarından hiçbir şey anlaşılmıyordu ama en yüksek tonla ve avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyordu. Donduk kaldık bir an. Eleni'nin çığlıklarını duyan komşuların bir bir kapıları açılıyor, hızlı adımlarla bize doğru yaklaşıyorlardı. Amca oğlum "hadi, kaçalım !!!" dedi. Tabana kuvvet, bir anda geçtik koridoru. Asansöre geldik ama asansör hizmetteydi. Hemen merdivenlere yöneldik ve büyük gürültüler çıkara çıkara uçarcasına geçtik. Kapıya ulaştığımızda hala bayan Eleni'nin çığlıkları ve meraklı komşuların ısrarlı soruları duyuluyordu. Caddeye çıkışımızla, yaşlı adamın bizi bıraktığı yere ulaşmamız bir anda oldu. Ama ne yaşlı adam ne de o kocaman araba orada yoktu. Ani bir şaşkınlık yaşadık, adımlarımız yavaşladı. "Durma" dedi Tamer ve daha da hızlanarak caddenin sonuna ulaştık. Daha sonrada aynı hızla öbür caddeye ulaşıp kalabalığın içine karıştık. Nefes nefeseydik. Kimsenin bizi takip etmediğini anlayınca daha da yavaşladık. En yakın otobüs durağına ulaşıp, hemen ilk gelen otobüse bindik.

Bir nefes alalım artık, çünkü öykünün bundan sonra belli bir sonu yok ve henüz yazılmadı. Öykü, kurgu olarak 1978 yılında aynı yurt odasını paylaştığım Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi sevgili arkadaşım Kütahya-Tavşanlı'lı Recai ile uydurduğumuz bir gece masalıydı. Kısacık olan bu kurguyu siz sevgili dostlarım için, olayları değiştirip, genişlettim ve içine büyük bir aşkı ekledim. Sonunu da bağlamadım. Sonunu, sevgili 'Şiirkolik' dostlarına bırakıyorum, hayal güçlerinizi biraz daha fazla kamçılasın diye.

09 Temmuz 2010 14-15 dakika 12 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 14 yıl önce

    başından sonuna merakla ve soluksuz okudum ama... finalde kalakaldım öylece 🙂

    akıcı bir üslup / güzel bir kurgu 👑 tebrikler

    ama yüzük sizde mi kaldı / Eleni'ye verdiniz mi ? anlayamadım :))

  • 14 yıl önce

    Güne düsen öykünün sahibine tebriklerimle.👑