Z/engin

Çocukluğumdan beri üstüne hiçbir ziftin dökülmediği asfaltlarda yürüdüğümü sanıyordum, en masum yanıyla hiçbir dış görünüşüne aldırmadan en paspal halimi takınarak ve umurumda olmayarak gidiyordum. Gittiğim yer ve gittiğim kişi uzun dönemlerden beri hayatımın uzağında kalmış kişiydi nasıl olduğunu, nasıl hissettiğini ve beni özleyip özlemediğini merak ediyordum. Kapının ziline elim titreyerek dokunduğumda zil çalmadan minik kız çocuğu kapıyı açtı. Gülümsedim, saçımı her zamanki topuzluğuyla taçlandırmıştım. Makyajım yoktu yüzümde ve üstümde geçen kış aldığım kazağımla her zaman üstüme geçirdiğim pantolonum vardı. Kılık kıyafetime çocukluğumdan kalma bir alışkanlıkla önem vermezdim, zaten önem verilmesi gereken şeylerin bu olmadığını düşünüyordum hâlâ, püriten bir inatla. Ben, inançlarım ve alışkanlıklarım konusunda bağnazdım. İnandığımı sittinsene bırakmaz, ısrarcı bir inatla herkesin de öyle düşündüğünü düşünerek devam ederdim. Minik kız beni karşısında gördüğünde üstümü başımı süzerek iğrenir gibi bir ifade takındı.

“Merhaba canım”

“Sen de kimsin böyle yaa”

Elinde son model bir telefon ve kulağında başından büyük kulaklıklar vardı.


“Ben annenin arkadaşıyım, adım...”


Adımı söyleyecekken minik kız başını arkaya doğru iterek annesine seslendi.


“Anneeee, bir arkadaşın gelmiş”


Öylece çekip gitti ve beni kapının eşiğinde bıraktı.


Yıllardır görmediğim arkadaşım kapıya doğru gelip beni karşısında görünce kızı gibi baştan aşağı süzdü.


“Merhaba, çıkaramadım, pardon?”


Beni tanımamıştı. Aslında çoğu zaman ben de aynaya baktığımda beni tanımıyordum.

Yıllar ve zamanın hızlı trene rakipten biraz hallice halleri insana çoğu zaman böyle hissettiriyordu.


“Ben...”


Adımı söyleyip söylememek konusunda tereddüt yaşadım bir an.

Adım onu ilgilendirir miydi bana bir yabancıymışım gibi bakarken?

“Ben, ilkokul arkadaşın... Serra...”

“Serra... Serra... Kusura bakma ama çıkaramadım.”


Kapının eşiğindeydim hâlâ. Bir sene sıra arkadaşlığı yapmıştık, aradan geçen yıllarda ben evinin adresini unutmamışken o beni unutmuştu.


“Şey... Peki, kusura bakma, rahatsız ettim. İyi bak kendine”

“Bir dakika. Serraydı değil mi?”

“Evet”


Beni hatırladığını düşündüm, sevindim.

“O kadar yoldan gelmişsin, gel biraz soluklan, benim de misafirlerim vardı zaten. Sen de kalırsın, iki laflarız, hem belki seni hatırlamamı sağlarsın.”


Sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim.


İlkokuldan sonra okuyamamıştım, maddi imkansızlıklar ve hayata tutunma çabası derken eğitim hayatım kendimi eğitmekten öteye gidememişti.


Yıldız'ın durumu iyiydi belli ki.


“Rahatsız etmeyeyim”

“Yok canım, gel.”


İçeri girdim. Mobilyaları dişimden daha çok parlıyordu, ağzımın açık olduğu anlaşılmasın diye gözlerimi olur olmadık yerlere çevirdim.


Biraz sinmişçesine ve ezik bir beden diliyle koltuğa oturdum, çantamı yere koydum.


“Çantanı verebilirsin, portmantoya asarım.”

“Yok.”


Tek çantama sarıldım adeta. Babamın emekli maaşıyla geçiniyordum, tek çocuktum.

Annemle babamı kaybetmiştim yıllar evvel, 35 yaşındaydım ve henüz evlenememiştim.

Çalışmıyordum. Kendime olan güvensizliğimden mi, bir iş tutturamam korkusu mu bilemiyordum, bir bakıma da insanların birbirlerini kalpten sevebilmek halleri geliyordu hatırıma; beni, olduğum ve bu halimle sevebileceklerine kendimi inandırmayı seviyordum.

Takoz telefonum reklamlardan ve borçlardan yana çalardı.


“İyi peki, sen bilirsin.”


Bana ucubeymişim gibi bakınca yerimde kıpırdandım.


“Kızın çok güzel Allah bağışlasın.”

“Sağ ol, sen evli misin?”


Yutkundum.


Kolundaki altınlar bana en son oynadığım sayısal lotonun altıyı tutturamadığım zamanki hüznünü anımsattı. Başkasının kolundaydı o ikramiye, kendi kollarıma baktım, saat bile yoktu.


“Yok, ben böyle iyiyim ya.”


Yalandan kim ölmüştü ki!


“Anladım...”


Sessizlik ulaşınca aramıza, kapının ziliyle kendime geldim.


“Ah, kızım, Beril, sen odana geç, çok önemli misafirlerim var. Gürültü yapma.”


Misafirlere ayıp olmasın diye ayağa kalkıp onları beklemeye başladım salonda.

Nezaket kurallarının kaçıncı maddesiydi, bilmiyordum. Böyle yapılıyordu herhalde.

“Hoş geldiniz, hoş geldiniz, ah canlarım, hoş geldiniz...”


O kadar önem veriyordu ki onlara, kendimi konsolun üstünde unuttuğu toz bezi gibi hissettim.


İçeri şıkır şıkır girenleri görünce gözlerime inanamadım.


Ben onlara, onlar bana “Bu da kim canım?” der gibi bakarlarken gözlerimi ovuşturmak ihtiyacı hissettim.


“Ama...”

“Şşşşt! Sessiz olur musun Derya?”

“Adım Serra...”

“Her neyse işte, bu sırrı kimseye söylemeyeceksin. Bak, insanlık ettim şu halinle içeri aldım seni, sakın ama sakın.”

“Sen...”

“Şşşşt! Susmayacaksan çık git!”


İlk defa değerli hissediyormuşum gibi toz pembe bir yanılgıyla söz veren mahcup çocuk edasıyla koltuğuma tekrar sindim.


“Bu kim ayol?”


Havaya saçılan kişilikli para beni küçümseyerek kahkaha atıyordu.


“Pek de sümsük!”


Ona eşlik eden 4+1 dublex büyüklüğüne aldırmadan eve sığmış olmanın sevincini yaşıyordu.


Paspallığımı iğrenerek taçlandıran son moda giysiler ise bir türlü beğenemedikleri koltuğa özgüvenli bir edayla yer değiştirerek bir döngü şeklinde devam ediyorlardı.


“Sen... Misafirlerin bu mu yani... Sen...”

“Üf! Sen de kimsin be! Tanımam etmem, acıdım da aldım içeri. Arkadaşım olduğunu bile hatırlamıyorum, şu kılığına kıyafetine bak. Bir de şunlara bak, birazdan 2021 model arabam da gelecek. Anahtarı şimdiden elimde bak! Evim, param, arabam... Hepsi kişilikli; hepsi onurlu, hepsi asil, hepsi gerçek. Peki sen kimsin söylesene? Şu haline bak! Ucube!”


Sinirlendim, koltuktan bir hışımla kalktım.


“Ben kim miyim? Sen hatırlamak istemedin ama ben, ilkokul 3'teyken öğretmenimiz ödevlerini yapmayan öğrencileri döveceğini söylediği ve senin yapmadığını bildiğim için defterlerimizi değiştirip senin yerine dayak yiyen arkadaşınım. Ben kim miyim? İlkokul 4'te beden eğitimi dersinde düştüğünde kimse elinden tutup kaldırmazken elimi sana uzatıp “Sen kaldıramazsın” diyerek güçsüzlüğümle beni ezmeye çalıştığın ama herkese rağmen ve hatta sana rağmen seni kaldıran insanım. Ben kim miyim? Sözlüde düşük not alıp ağladığın için sana sarılıp üzülmemeni söyleyen ve yanağına öpücük kondurarak gözyaşlarını silen arkadaşınım! Daha sayayım mı? Ama saysam da bir önemi yok senin ve senin gibiler için.

Siz, giyime, kuşama, altındaki arabaya, paraya, evine, işine gücüne bakarsınız insanın.

Siz kalple değil; giyimle değerlendirirsiniz insanı. Elindeki telefonuyla değerlendirirsiniz.

İphone kullanmıyorsa ölsün daha iyi! Taksitle mi almış, peşin mi almış, kirada mı oturuyormuş, kendi evi miymiş! Bunlara bakarsınız! Emekli maaşıyla mı geçiniyormuş, asgari ücretli miymiş! Bunlara bakarsınız. 4+1 dublexini evine sığdırırsın da sana okul yılların boyunca elini uzatmaktan çekinmemiş arkadaşını kalbine de evine de sığdıramazsın. Çünkü neden? Yetersiz. Yeterlilik, statüyle oluyor 21. Yüzyılda. Böyle bir devirde arkadaşınla paylaştığın bir lokma yerine arkadaşına doğum gününde aldığın pahalı hediyeler geçerli oluyor. Neden geldim ki buraya ben? Hâlâ çocukluğumdaki saflığı aramak benim saflığım. Puritanist bir diretişle hâlâ o eski saflıkları, samimiyeti ve her şeyin sadece kalpten olduğu dönemleri aramak benim saflığım.


Para, 4+1 dublex ve kıyafetler arkamdan kıkırdarken paranın yanına gittim.

Aldım elime, elime aldığım ve meblağ olarak elimi yakan para kalbimi çok acıttı.

Yırttım.


“Sen ne yaptığını sanıyorsun? O çok değerli!”

“Benim kalbimden daha değerli değil.”


Kapıyı arkamdan hızlıca çarptığımda evi adeta sallandı.


Arkamdan koşup gelen minyatür kişiliğin son tüketim tarihine baktım, sonsuzdu.

Aldım, cebime koydum, elbet onun değerini bilen kalpler ve insanlar bulunurdu.

Bulunmasa bile kendinde değerliydi o; bir başkasının onu değerli kılmasına ihtiyacı yoktu...




11 Aralık 2020 7-8 dakika 77 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar