Zincir
Adam, her sabah aynı yoldan gitmekten bir gün sıkılacağını hiç düşünmemişti. Ama bir gün düşündü. Düşündükçe sıkılmaya başladı. Her sabah aynı köşeleri dönmek, aynı yapıların önünden geçmek, aynı saatlerde aynı kişilerle karşılaşmaktan daha sıkıcı bir şey yoktu artık. Yerken, içerken, yatarken hep aynı şey vardı usunda. Bu tekdüzelik çıldırtacaktı onu. Bu zinciri kırıp dağıtmaktan başka seçeneği yoktu. Yoksa işporta malı saatler gibi üç gün sonra kendisi dağılıp gidecekti.
Bir sabah olsun şu güzel kızla, şu çirkin adamla, gözlüklü çiftle ya da pos bıyıklı ile karşılaşmasa olmaz mıydı? Olsaydı, aklınca her şey düzelecekti.
'Tamam, bu iş bu kadar kırdım zinciri' diyecekti.
Her sabah yürüdüğü yolun değişmekte olması, yapıların boyalarının solması tekdüzeliği bozamıyordu. Her köşe başında duran ya da devriye gezen askerlere biraz dikkatlice baksa, hep aynı kişiler olmadığını görebilirdi. Askerlerin kimisi sarışın, kimisi esmer, kimisi kısa ya da uzundu. Namlularını okşarcasına tutuyorlardı, silahların.
İşine gittiği yolu değiştirmek gibi bir seçeneği yoktu. Aynı şekilde, oturduğu evi de öyle. Emekliliğini düşündü. Kaç yıl kaç ay kaldığını parmak hesabı ile buldu. Anlaşılan zincir yine kırılmıyordu.
Güzel kızla tanışmayı düşledi. Bir sabah yanına yaklaştı ve sordu:
'Sizinle tanışıyor muyuz?'
Zincir çatırdadı sanki...
Mayhoş bir gülümseme... Belli ki annesi bakıyor camdan. Yoksa şu çirkin adam mı var peşinde? Kız güldü mü, kızdı mı belli değil. Ya da adam anlayamadı.
Annesi kızına güveniyor. Güveniyor ama yine de endişeli. Bütün anneler, babalar çocuklarına güvenir. Öyleyse nereden çıkıyor bu katiller, hırsızlar ve kötü yola düşmüş kızlar?
Bir gün, gazetelerde güzel kızın fotoğrafları çıktı. Gözleri bantlıydı. Tanıyanlar da oldu, tanımayanlar da. Ağladı annesi. Dünya kulaklarında çınladı ve gözlerinden döküldü, tuz buz. Gazetelerde fotoğrafları çıkmasaydı, kimse kötü gözle bakmayacaktı, güzel kıza.
Günler geçti. Zaman, güzel kızı esmer yaptı. Hayır, sarışın yaptı. Artık adam, güzel kızla karşılaşmıyordu. Yine de zincir bana mısın demedi.
Adam, kötü yola düşen güzel kıza şunları söyledi:
'Seninle sabahları yine karşılaşalım ne olur? Seni öyle seviyorum ki... Şu zinciri koparıp atmam gerek. Yardım et bana!'
Kız güldü.
'Ben kötü yola düştüm. İnsan mesleğinin adamı olmalı. İşini sevmese bile en iyi biçimde yapmalı. Ter dökmeli, demek istiyorum. Geldiğim yere dönemem'
Hayır, böyle olmadı. Kız, böyle şeyler söylemedi. Adama bir baktı. Adam esmerdi. Simsiyah gözleri vardı. Ona, esmer ve simsiyah gözleri olan bir öykü anlattı. Attan düşmüşe çevirdi adamı. Artık, gel deyince gelecekti.
Çirkin adam, hâkim olmuş, kötü yola düşen kızı dinliyordu.
'Özgür olmak istiyordum. Değişiklik olsun diye evden çıktım, o çıkış. Oysa annem bana çok güvenirdi. Bir saatlik işten on beş bin aldığım doğrudur. Yaşam koşulları belli hâkim bey. Günlük kazancımızın hepsi bize kalmıyor, hâkim bey. Biz de vergi vermek istiyoruz. Götürü usulü ile vergi versek çok iyi olur diyorum'
Gözlüklü çift dinleyenler arasındaydı.
Gülüştüler...
Hâkim Bey, önündeki dosyaları, kitapları karıştırırken iç geçirdi. Gözlüklü çiftin erkeği de içinden şöyle dedi:
'Kitap gibi çevir çevir oku'
Karısı duymadı. Sadece mutlu bir gülücük fırlattı çevresine, acemi nişancılar gibi. Hakim Bey, önündeki kitapları çevirdi, çevirdi okudu.
Telefonu ilk açan çıkıyormuş işe. Telefonu ilk, kötü yola düşen güzel kız açtı.
'Alo! Manyak mısın be adam! Bir zincir tutturmuş gidiyorsun. Tamam, tamam arama artık beni. Paranla konuş, anladın mı?'
Zincir kalınlaşıyordu. Ne biçim zincir bu? Adam, "Saygılarımla arz ederim" ile biten bir dilekçe yazdı. İşte şimdi çatırdadı zincir. Oynadı yerinden.
'İstifa ha! Demek zinciri böyle kıracaksın?' dedi müdür bey.
'İyi ama pulu nerede?'
Ertesi güne kaldı, dilekçeyi verme işi. Pul almak için girdiği kırtasiyecide pos bıyıklı ile karşılaştı. Gözleri yaşlıydı.
' İzin istedim vermediler. Cenazem var. Arkadaşımın annesi yakınım sayılmazmış. İnsanın arkadaşından daha yakını olur mu? Ben milletvekili koltuğunda oturmuyorum. Şoför koltuğunda oturuyorum. İster verin, ister vermeyin'
Sözlerini şöyle bitirdi:
'Ben dilekçeyle milekçeyle iş görmem arkadaş. Pul da taşımam, çarparım kapıyı çıkarım'
Kapıyı çarpmak ve çıkmak yürek işi değil. Sonrası vardı, bu işin. Karnı guruldayarak gezen nice yüreklileri düşündü. Çarpılıp da çıkılan kapıları açmak ve içeri girmek için hazırdılar.
Uzun bir "Of" çekti. Sanki bir devin çıkmasını ve "Dile benden ne dilersen" demesini bekliyordu.
'Ne olacak benim halim?' dedi kendince.
Ne devin çıkacağı vardı, ne de cücenin. İçmek istedi, hem de bozulasıya. Nedense, bozulasıya içmekten hep çekinirdi.
Üstü gazete kâğıtlarıyla örtülmüş masasında, gazetenin pavyon reklâmlarındaki kadınlar için kaldırdı kadehini. Sonra sarhoş olup olmadığını anlamak için gazetedeki haberleri okumaya başladı. Okuduklarını anladığına göre, henüz bozulmamıştı. 'Eskiden böyle haberler mi vardı? Haberler bile bir acayip oldu' diye düşündü.
Son kadehini kaldırırken, şu sözler döküldü ağzından:
'Ben böyle dünyanın içine ederim. Ne ulan bu? Karısını satan, sevgilisini satan, kızını satan! Her şey para mı?'
Kustu, kustu, kustu...
Bir çocuk sesi duyuldu. Kendi çocukluğunun sesi gibi...
'Anne bak, adam denize kusuyor. Ne ayıp'
O aldırmadı. Pislikleri, içinden atıp kıyıdaki banklardan birine uzandı. Gökyüzünü gördü, masmavi. Her yer maviydi. Mavi bitecek gibi değildi. Ancak, iki kişi gölge etti. Başında dikilenler, her sabah karşılaştığı gözlüklü çiftti. Gözlüklü çiftin erkek olanı, "Kusura bakmayın beyefendi, biraz konuşabilir miyiz?" dedikten sonra yanıt beklemeden sürdürdü konuşmasını:
'Sizi nereden tanıdığımızı merak ettik. Hatta bu konuda karımla iddiaya bile giriştik. Bize yardımcı olur musunuz?'
Çok şaşırmıştı. Konuşmadı. İçi dışı maviydi. Gökyüzü maviydi. Deniz maviydi. Gözlüklü çiftte mavi gözlüydü. Çocukları da büyük bir olasılıkla mavi gözlü olmalıydı.
'Sizi tanıdığımı sanmıyorum ama bana yardımcı olursanız anımsamaya çalışırım' dedi.
Anlaştılar. Yattığı banktan kalktı. Yürümeye başladılar. Ne kadar yürüdükleri ve nereye gittikleri konusunda hiçbir şey bilmiyordu. Belki üç gün, üç gece yürüdüler. Korkmaya başlamıştı. Ölümü düşündüğü anda sabah oldu.
'Tamam, geldik' dedi adam.
Kadın hiç konuşmuyordu. Elinde, içi su dolu bir bardak varsa da içmiyordu. Ağaçlık bir yere geldiler. Burası mezarlıktı. Adam bir mezarı gösterip konuşmaya başladı:
'Yıllar önce bir gün, şu yoldan geçiyorduk. O zaman, biz nişanlıydık. Ben de buranın bir mezarlık olduğunu bilmiyordum. İlk kez, o gün nişanlımdan öğrendim. Nişanlım, bana uzaktan annesinin mezarını göstermişti. ?Anneni ziyaret edelim' demeliydim. Aklıma gelmedi. Çünkü benim annem yaşıyordu. Bu yüzden nişanlım alınmış, kırılmış. Tabii ben, bunları yeni öğrendim. Yeni anladım. Şimdi, benim de annem yaşamıyor. Bu gördüğün mezar annemindir'
Kadın, elindeki bir bardak suyu mezarın üzerine döktü.
Kırtasiyecide rastladığı posbıyıklıyı anımsadı. Arkadaşının annesi öldüğü için işinden izin istemişti de vermemişlerdi. Acaba, pos bıyıklı ile gözlüklü çift tanıdık mıydı?
'Sizi anımsadım. Herhalde yardımcı olabilirim. Siz de bana yardım edin. Yoksa şu zincir başımı yiyecek' dedi.
'Okur musun?' diye sordu gözlüklü çiftin erkek olanı.
Yanıt yok.
'Seviyor musun?'
Yine yanıt yok.
'Oku o zaman. Maviye mavi, yeşile yeşil, kırmızıya kırmızı gibi bakarsın. Sev. Birisini sev. Gökyüzünü, ağaçları, denizi sev. En önemlisi, insanları tabii... Son durağı gördün işte. Son durak burasıdır. Buradan ötesi yok'
Ve yine bir sabah, işine gitmek için evinden çıkarken buldu kendini. Bir türlü kestiremediği bir zaman dilimi geçmişti aradan. Ama ne kadar? Gördükleri, duydukları düş değilse, gerçek; gerçek değilse, düştü. Güzel kızla, çirkin adamla, gözlüklü çiftle ve pos bıyıklı ile karşılaşıp karşılaşmayacağını düşünerek yürüdü. Bu arada, "Saygılarımla arz ederim" cümlesi ile biten dilekçesini cebinden çıkarttı ve avucunda top yaptıktan sonra fırlattı...
(Ortaklaşa Edebiyat Dergisi-Nisan 1983)
Güzel bir hikaye, hayattan değişik değişik kareler. Olaylar zinciri birbirini takip ediyor ve okuyanı yeri geliyor şaşırtıyor. Usta işi bir öykü kutlarım Ahmet bey çok beğendim...👍