Melez Dillerde Edebiyat Sancıları

Efendim, gerçekten de ortak bir algıyı tadanlardanız dil üzerinde dertleşirken, kurallarını uygularken ve şiir yazarken. Bu sancıyı hepimiz çekeriz genelde; çünkü bir başka dilin kuralını önümüze sürerek ona uygun olanın, bizim dilimizle yazılanda da aynı ahenk etkisini bırakmasını beklemek; doğru bir mantık olamazdı zaten.

Bilindiği üzere, bazı değerli şairlerimizin, bu kurala uyabilmiş şiirler üretmesi de mümkün olmuştur; ancak bunların bu denli sınırlı kalması, dilimizdeki her sözcüğün buna uygun doğrultuda devam etmeyeceğini göstermektedir. Yani aruzla yazılabilecek şiirler bitmiştir belki de. Aynı satranç kombinasyonunun bir kere daha çözüldüğünde, ortaya yeni bir stratejinin konulamaması gibi. Diğer taraftan da bilinir ki; zaten yabancı sözcükler içeren şiirlerle ancak bu kurallar işletilebilmiştir genelde.

Şiirleri yazarken, yabancı sözcük içerenlerin aruzla kolayca yazılabildiğini görüyorduk, bizlerse elimizdeki Türkçe sözcüklerle aynısını denemeye çalışıyor ve ahenkli bir dize üretmeye çabalıyorduk yıllardır. Oysa sonuçta görüyorduk ki; sözcükleri bulmamıza karşın, birdenbire anlamından ödün vermeye başlıyorduk hiç istemeden, yapsak bile çaktırmadan anlama ilişkin yorum alamıyorduk, ama iyi bir söz cambazı, puzzle uzmanı gibi görülmeye kadar varan bir bakış altında kalmayı göze alarak; hiçbir toplum sorununu kendi dilinden aktaramadan harcanan cambazlık mesaisi boyunca. Önceki yazılarda da böylesi serzenişlerimiz olmuştu aslında, sonraları her kalem gibi bir kere değinip bırakmışlığımızla kalmıştı bu konu. Ancak bugün bile ayrımsanamamış sanat külliyâtının bulunması, dilimize uygun olmadığının açıkça belirtilememiş olması ve şiirimizi akıl tutulmasına uğratan bu tür katışıklığa izin verilmesi; anonim bilgilerden derlenenlerle birlikte bir sonuca bağlanmasını, üstelik bir tavır alınmasını gerektiriyordu buna karşı.

'Şiirimizi Durduran Gen: Ârûz' başlıklı makalem; kendimizin de çelişkilere düşürüldüğü karışık kuralların, şiirimizi etkilediğine bir tepki olarak çıkmıştı; ancak kamuoyunun genel eğiliminini de gördüğümde, bu konunun doğru bir mantıkla yine ele alınmasının yararına inanmıştım. Güncel bilgilerle başladığım yazıyı, berrak kararlara varmayı amaçlayan bir sonla bitirmiştim. Dilimizi melezleştirmeye çalışan bir 'gen' etkisinin olduğunu da belirterek; arı dil için çalışanların dikkatini çekmeye çabalamıştım. Çözüm arayanlara da yazının sonunda sunulan 'gen bankası', bir 'antikor' olarak hemen arz edilmeli aslında. Bu konuyu, kendi çevrimlerinizde paylaşabilirseniz, şiirimize ket vuran böylesi bir virüsün daha geniş bir zeminde tartışılmasını sağlayabilirdik.

'Şiirimizi Durduran Gen: Ârûz' başlıklı makalemde, şiirde ahengi sağlamaya yönelik ölçü adına yabancı sözcüklerin dile eklenmesine odaklanmıştım. Yani sadece bir kuralın işletilmesi için, hiç kullanmayacağımız kadar sayıda sözcük barındıran komşu dilin dağarcığının ithâlinin olumsuzluğundan söz etmiştim.

Örneğin, karşılığı olduğu hâlde, sırf aruza uydurma amaçlı olarak bir başka sözcüğün kullanılması ve Türkçe'sinin de bu nedenle köreltilmesi gibi. Gerçekten de halk dilinde hiç kullanılmayan sözcüğün şiir dili için alınması ve orada kalması; dilin kendi dağarcığının gelişmesiyle ilişkilendirilemezdi. Divan şiiri ile sınırlı kalan bir sanatın, ilerleyememesinin gerekçelerini, halka inememek olduğuna da bağlamak esasen mümkündü.

Diğer hâller için karşılık aramak; toplumun hiç karşılaşmadığı durumlar için yanlış olurdu gerçekten; yenilikler için eski dili kullanmak, eski gelenek ve davranışlara benzeştirmek, sözcük öbekleriyle yeniliği tanımlama veya adlandırmaya çalışma güçlüğünü ortaya sererdi; üstelik bu yolda, oldukça gülünç durumlara da düşülebilirdi; 'insan otlağı' anlamına çekilen restaurant gibi.

Eğer Batı, ?râhip' karşılığı olarak ?imam' sözcüğünü ithâl ederse; dînen farklı bir anlamı olduğu içindir. Teknoloji için de aynı şekilde; daha önce kendi toplumunuz eğer faks makinesini icâd etmemişse; onu dilimizde karşılamanın kaygısına düşüp, ?belgegeçer' gibi olayın ayrıntılarını içeren bileşik sözcüklerle kotarmaya çalıştığımız gibi. Aslında karşılık bile, çoğu kere bir sözlükçük gerektirir, açıklama ister bu yeni terimi anlamak için. O nedenle, her şeyi Türkçe ifade etmek güçlüğünü, aynen kopyalamakla almakla yenmek mümkün oluyor.

Muhtemelen Kürtçe de, Mezopotamya'nın karma yapısından etkilenen geniş dağarcıklı bir yapıya sahiptir. Ancak kökeni Orta Asya'ya dayanan bir toplumda, dilin daha yetkin olacağını, kabile dilinden ötelerde değerlendirileceğini düşünmeliyiz. Tam tersine istilâ topraklarının dillerine öykünmenin, savaşlar sonrasındaki kalıcı özütün, dilin merkezinde yer almasını sağlamak yoluyla önlenmesi; yani fâtihin dilinin daha baskın olması ve dil stratejisinin, şiir sanatını olumlu yönde etkilemesi gerekirdi.

'Türkçenin dil yapısı, aruzun bu özelliğine uymaz. Çünkü Türkçe'de uzun sesli harf yoktur.' Türkçe'nin kelime varlığında aruz veznine uygun hecelerin mevcut olmaması (Türkçe'de uzun ünlü (â, î, û) bulunmaması); bu aruzlu şiirlerin yazılmasını sağlamak için 'Türkçe sözcüklerdeki kimi ünlülerin uzatılması sonucunu doğuruyordu.'. Yani, sadece sözcük ithâli bile bunun için yeterli değildi; aruzun kendi dağarcığının kullandığı sözcüklere ek olarak, aruzun yanında ayrıca yeni harfler, yeni dil kuralları da gerekiyordu. Oysa Batı, sözcük alınıma izin vermiş olmasına karşın, kendi dil kurallarından da vazgeçmiş miydi?

Gerçekten de uzunca konuşulması gereken bir konu üzerindeyiz aslında; çünkü iki sözcükle anlatılamazdı ki bunca katışıklı bir sorun.. Hâlen aruz tutkunları olduğundandır; iki taraflı bir konum oluşuyor ve cepheleşmeye varıyor sanat dünyası. Oysa sanat, bilimsel tabana da dayanacak denli objektiflik taşır; toplumun ortak kararının kişisel beğenilerle sınırlı kalmasına izin vermez. Esasen şiir için uzun mesai harcamış olanlardanız hepimiz; yazılanın ve okunanın anlaşılırlığına, bulmaca gibi yazılan onca şiirin amacının tartışıldığına tanık olduk. Bunlara anlam vermekte zorlandık elbette, dilimizle gönlümüzden geçtiği gibi yazarken, çocuk saflığındaki şiirlerimizin, Farsça yazılabileceğini düşünebilir miydik yoksa?

Sosyal bir deney odası kurgulayalım: Soy (ırkçılık değil) ayrımını, dil açısından bir kerte olarak görmezsek; mensup olunan topluma yakınsamanın veya yahut onun dışından olup da aşağılamanın duygusal bağlarından kendimizi kopararak, bilimsel bir çözüm arama yoluna da gidebilirdik. Dili, bir toplumu bir arada tutacak öncelikli kimliklerinden olmadığını düşünmekle başlamalıyız bu varsayıma. Çünkü kimlik; hangi dili konuşmaktan öte, ne kadar geniş veya dağarcıklı konuşabildiğinin kertesine, ?üstün' bir (fâtih) kimliğine dönüşmüş olacaktır. Bu durumda soyun geldiği yerin ve karışmaya başladığı diğer toplumların kimliğinin önemi kalmayacak, ortak kimlikle (Mezopotamya'da görüldüğü üzere) karışık olarak yaşamaya devam edecekleri görülecektir. Eğer dinî kimlikleri de geri plana atılabilirse; o zaman sadece çekik gözleri veya ten renkleri, diğer tarafı korkutur duruma getirecek; onların kültürel bir ?düşman' olması için bunlar yeterli olacaktır. Oysa Avrupa toplumlarında, diğer kimliklerin benzeştiği durumda bile, dilleri konusunda her birinin tutkun birer militan olmalarını açıklamak oldukça güçtür. Gerçekten de dil noktasında, toplumların ayırt edilebilmesini sağlayan biricik kimlik olarak diğer kimlik öğelerinden çok farklı bir berraklık vardır.

Aruz katışıklığına karşı gönül savaşınızın ve iç çekişinizin güçlü sesini duymak için sabırsızlanıyorum gerçekten.. Çağlardır birikimlerin aktarıldığı bir dilin, kendi kurallarını hiçe saymak veya ikincilliğe düşürmek, zaten doğru bir mantığı içermiyordu. Görülen odur ki; hem tanımlar, hem de görüşlerin doğrultusu, böylesi bir aşılama kuralın tutmadığını kanıtlamaktadır. Ancak bu konudaki duraksamayı tetikleyenin, imparatorluğun karma dili ve geçiş edebiyatı olduğunu bildiğimizden; saflaşmanın uzun zaman alacağının bilincindeydik. Arı dilin kullanıldığı vatanda yapılan sanatın da, yarısı anlaşılmaz bir dağarcıkla ve onun kısmî geçerli kurallarıyla değil; yalın bir dille kendi sorunlarımızı çözecek derinlikte olmasını dilerdik hepimiz.

Umarım, paylaşımınızla birlikte genişçe irdelenen bir yapıya kavuşturabiliriz dilimizle yapılması gereken sanatın araçlarını

03 Ocak 2014 7-8 dakika 64 denemesi var.
Beğenenler (3)

Henüz beğenen olmamış...

Yorumlar (15)
  • 11 yıl önce

    (II)

    Ancak diğer yandan, yapı olarak yabancı dil etkisinin varlığını da kabul etmek zorundayız. Hiç kimse, bir dil yerine üç dilin birden işlediği bir edebiyattan söz edemezdi. Üç dilin anca yettiği bir edebiyat, üç kültürden ziyâde, bu üç dilin sözcük yapıları gereği, kendine özgü kuralları ile yazılabilen karma bir dilbilim veya fonetik çerçevesini gerektirirdi.

    Belirtilen çağlardaki devletler harmanı, kültürleri ortaklaşa kullanmayı sağlasaydı ve sonuçta her üç dilin katkılarını da alarak ilerleseydi; Türkçe'nin baskın olması gerektiğini göz ardı etsek bile, bu karma yapının sonuçlarından biri olarak; asla imparatorluğu yıkılmayan ve birbirini anlayan bir halklar ile sanat icra eden takımını görmemiz beklenirdi.

    Oysa hiç de beklendiği gibi olmadı; Persler, bizden daha baskın çıktı ve devlet merkezi batıya çekildikçe öne çıktılar, şu sıralarda en milliyetçi akım oradadır. Öte yanda Arap Yarımadası'ndan uzaklaşıldıkça, Arap kültürü baskınlığını korudu ve Türk etkisi duyulmadı bile. Şu ortak kültürün edebiyat izlerinden, Perslerde ve Araplarda ne kaldı? Dilin ortaklığı bozulduğunda, hangilerinde Türkçe dil kuralları hâkim oldu?
    ...

  • 11 yıl önce

    (III)

    Daha da ilerisi nedir bu yandaşlığımızın? Orta Asya kültürümüz, ne denli bugüne yansımış, diğer kültürlerin baskısı altında kalmış mıdır? Diğer kültürlerin öğelerinden kaçını bugün benimsemekteyiz? Hangileri bize uygun geliyor, hangileri tuhaf? Ümmet olarak baksak bile, mezhep olarak çoktan ayrılmışlığın izlerini görebiliyoruz açıkça; zaman içinde gelenekler de buna göre şekillenmiş bile. Aslında işin özeti; kendimiz olarak kalmanın tarafgirliği değil midir; kendi kavim kimliğimizi yitirirsek, hangi kavmin asimilasyonuna hazır olacağız?

    Yani arı»z konusundaki sözler ve şu paragrafa dek belirttiğimiz görüşler; üçlü ve güçlü bir edebiyat birikimine karşı değil, sadece kendini koruyamayan ve kendi kültürünü yansıtmaktan uzaklaşan bir â??dil politikası'nı irdelemekte ve çözüm aramaktadır. Dahası kendi kültürünü, yabancı dillerin yapısıyla sunmaya çalışan yaklaşımı da...

    Katkılarınız için çok teşekkürler..

  • 11 yıl önce

    Kısacası sözün özü şu; Eski Türk edebiyatını yadsımak yerine,onu kabullenip günümüz edebiyatında var olaması kaçınılmaz olan Öz Türkçe ve öz Türkçe edebiyatını şekillendirerek dünya arenasına taşıma gayesi olmalı bizlerin...Evet, edebiyatı kendine dert edinmişlerin gayesi günümüz ile geçmiş arasına köprü kurmaktır. Aruz'u severim ama hiç denemedim...Denemem de Arapça ve Farsça kökenli mükkemel kelimeler girmiş bünyemize onları da yok sayamam. Sayanlara saygı duyarım.

    Güzel bir çalışma olmuş sizi tebrik ederim...Ortak yapılan katkılar adına iyi bir konu ve paylaşımdı benim için

    Selamlarımla

  • 11 yıl önce

    (I)

    Divan / arı»z; dilimize yabancı kalan ve içinde uzun sesler barındıran sözcüklerle yazılabilen bir vezin kuralı olup, dilimizin güzelliğini göstermeye ilişkin değildir. Ancak öte yandan bu kurala uyan şiirlerde, genellikle karma dil kullanıldığından; şairlerin Türkçe değil, Osmanlıca olarak bu edebiyatı uyguladığı söylenebilir; sergiledikleri ürünlerin sayısı da kısıtlı olup, ahenk barındıran klasik yapıtlardır, yok sayılamazlar.

    Bir dilin başka bir dile dönüşmesiyle sonuçlanan bir (İran Edebiyatı) geçiş sürecinde; Türkçe'ye değil, Osmanlıca'ya sinmiş olan bir kuraldan söz edebilirdik aslında. Bu dilin karma ses yapısı öne çıkarılarak, halkın kullanmadığı sözcüklerle dile getirilebilecek duygu ve düşüncelerin ne kadar sınırlı kalacağını takdir edersiniz.

    Bugün 'arı»z'u kullanan şairlerin bulunduğu açıktır; ancak kullandıkları dile bakarsanız, bazen 'Eski Türkçe' denilen Osmanlıca yapılarla icra edildiği anlaşılacaktır.

    .../...

  • 11 yıl önce

    (II)

    Türk şiiri'nin, Türkçe ile yazılması gerektiğinden ve şiir dilinin de halk diline yakın olması zorunluluğundan daha güçlü bir ilke, bir sanat dalı için asla bulunamazdı. Kendi dilinde daha kolay ifade edilen duygu ve düşünceleri, başka dillerin kurallarına göre uyarlamaya çalışmak ve yeni arayışları da buna bağlamak; Türk Şiiri ile ilgili olmasa gerektir.

    "Bağımsızlığımızın timsâli İstiklâl marşımızın ölçüsü, aruz veznidir." Marşımız, Osmanlıca ile Türkçe arasında kalan ve bir geçiş döneminin epik şiiridir. Onu sadece karma dilinden dolayı reddetmek mümkün değildir; o, ülkenin kuruluşunda klasik bir yapıt durumuna yükselmiş olup, yazıldığı dilde okunması ve ne demek istediği de gençlere çevrilerek açıklanması gereken bir ortak mirastır. Yani, yeri özeldir; ama bunun bir devamı yoktur, bir kere daha asla yazılmayacaktır. Bir kalıptır, belki de bir zaman portresidir; yahut dilden dile çevrilmesi gerekmeyen bir görsel, bir 'Rembrandt'tır.

    Katkılarınız için çok tşk.