Şiirimizi Durduran Gen Ârûz
Bu çalışmada, yabancı olanların ayıklanarak dile uygun söz sanatlarının öne çıkarılması, başka kültürel yollarla diğer dillerden aktarılanlarınsa, dilin doğal yapısını bozarak, onu önce melezleştirdiği, sonra da bir başkalaşım geçirecek kadar özünden uzaklaştırdığı konusu işlenmektedir.
Dilin yalın biçimi melezleştirildiğinde, içine katılan yabancı öğelerle birlikte anadilin getirisi olan birçok anlatım zenginliğinden uzaklaştığı görülmektedir. Şiirde ahengi sağlamaya yönelik ölçü adına yabancı sözcüklerin dile eklenmesinin, dili olumsuz yönde etkilediği irdelenmektedir. Sonuçta dil üzerindeki bu tür katışık bir kıvama, 'gen aşılaması'ndan başka bir tanımlama yapılamayacağı sonucuna varılmaktadır.
Gen'in Tanımı
"'Arûz' ölçüsü, nazımda uzun veya kısa, kapalı ya da açık hecelerin belli bir düzene göre sıralanarak ahengin sağlandığı ölçüdür. 'Yön', 'yan', 'bölge', 'bulut', 'keçi yolu', 'deli', 'sarhoş deve', 'çadırın orta direği', 'karşılaştırılan', 'ölçü olan şey' gibi anlamları yanında, beytin ilk mısrasının sonlarına da 'ârûz' adı verilmiştir.
"Edebî kavram olarak, bu anlamlardan hangisine dayandığı tam olarak bilinmemektedir. Develerin yürüyüşünden, demircilerin sistematik çekiç vuruşundan veya çamaşırcı kadınların tokmak seslerinden çıktığı görüşleri vardır. Bir çadırı direğin ayakta tutması gibi, Divan Şiiri'ni ayakta tutan en büyük unsûrun ârûz olduğu düşünülür. Çünkü; beyt, 'ev' ve 'çadır' demektir. Çadırı ayakta tutan, ölçüdür. Bu bakımdan çadır direği, en uygun mânâdadır."
"Ârûzda Arap harflerinin; [yani hecelerin] harekeli (sesli) ve sâkin (sessiz) oluşu göz önüne alınmış, kısa ve uzun hece ayrımı yapılmıştır. Bu hecelerden cüzler, cüzlerden de vezinler ortaya çıkıştır. Cüzler, kısa ve uzun hecelerin belirli sayıda bir araya gelmesinden ortaya çıkar. Buna "tef'ile" de denir. Ârûz hecelerin sayısını değil, şeklini esas alır. Ârûzla yazılmış şiirlerde, her bir mısranın heceleri, diğer mısraların aynı hizadaki heceleriyle aynı açıklık(kısalık) ve kapalılık(uzunluk) noktasında birbirlerine denktir."
Gen Aktarımı
"Türkler'in çok eski çağdan beri güçlü bir halk şiiri geleneği vardı ve "hece ölçüsü"nü kullanıyorlardı. İslamiyet'i kabûl ettikten sonra, İran edebiyatının etkisiyle Türkler de Farsça şiirler yazmışlar ve Farsça'yı şiir dili olarak benimsemişlerdir. Böylece Türkler, ilk şiirlerinde 'İran ârûzu'nu kullanmaya başlamışlardır."
"Arûzu kullanmaya başlayan Türk şâirleri, büyük bir güçlükle karşılaşmıştı. Bu nedenle, âruzun Türk şiirine başarıyla uygulanması oldukça uzun bir süre sonunda gerçekleşebilmiştir. Çünkü Türkçe'nin yapısı, Arapça ve Farsça'ya benzemiyordu. Bunun nedeni Türkçe'nin kelime varlığında aruz veznine uygun hecelerin mevcut olmamasıdır. Türkçe'de uzun ünlü (â, î, û) bulunmaması, Türkçe sözcüklerdeki kimi ünlülerin uzatılması sonucunu doğuruyordu. Bununla birlikte Türkler, ilk zamanlarda hece ölçüsüne en yakın olan kalıpları seçerek işe başlamışlardır."
Türk edebiyatının Anadolu sahasındaki ilk ürünlerinde oldukça sık görülen aruz hataları, zamanla Arapça ve Farsçadan Türkçe'ye giren (yabancı kökenli) kelimelerin de katkısıyla giderek azalmış ve aruz vezniyle son derece âhenkli şiirler yazılmaya başlanmıştır." "Diğer yandan Türkçe, aldığı bu yabancı kelime ve kavramları Türkçeleştirdiği zaman güçlü bir dil olmuştur. Aruzla birlikte, halk arasında yaşamaya devam eden milli şiir ölçümüz hece, bu yoksullaşmayı bir ölçüde durdurmuş ve Türkçe kendi geleneği içinde varlığını sürdürmüştür."
Genetik Sorunlar
"Rahat kullanılabilmesi için bol miktarda uzun heceye ihtiyacı olan bu ölçü, aslında Türkçe'nin kelime yapısına uygun değildir. Bu yüzden Aruzu ilk defa kullanan Karahanlılar, Türkçe'nin kelimelerini bozarak kısa heceleri uzun okuma yoluna gitmişlerdir. Zamanla bu da yeterli olmamış; şairler, Arapça ve Farsça kelimeleri sık sık kullanmaya başlamışlardır. Bu durum, Türk dilinin kelime hazinesinin giderek yabancı kelimelerle dolmasına yol açmış, böylece şairlerin güzel kullanışlarından mahrum kalan Türkçe, anlam ve kavram bakımından yoksullaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır."
"Aruz ölçüsünde esas olan, dizelerde alt alta gelen hecelerin, uzunluk-kısalık yani ses değeri bakımından denk olmasıdır. Türkçenin dil yapısı, aruzun bu özelliğine uymaz. Çünkü Türkçe'de uzun sesli harf yoktur, ancak bunları içeren sözcükler vardır. Dolayısıyla Türk şiirinde aruza ilişkin bu denklik, her sözcükte sağlanamayabilir. Bu bağlamda, ses denkliğini sağlamak ve heceleri ölçüye uydurmak için bazı heceler değişikliğe uğratılır. Bu değişikliğe 'aruz kusurları' denir." Bu kusurları gidermek için Zihaf (kısma), Med (kabartma), Vasl (ulama, ulaştırma, liyezon), Kasr (kısaltma, inceltme), Sekt-i melih (Güzel kesme) yöntemleri uygulanır. "Aruz vezninde tef'ileler heceleri bölebilir. Takti yapılırken sözcükler başından, ortasından veya sonundan bölünebilir."
Genetik Korunma
Diller açısından bakıldığında; Arapça, Farsça ve bunların yapısal açıdan bir türevi olan (ancak pasif kullanımda kalan Türkçe sözcükler ve eylemsiler barındıran) Osmanlıca içinde, bu dillerin yapısına uygun olarak (Divan edebiyatında) kullanılan, sonradan onlara göre yabancı bir dil olan Türkçe'ye de uyarlanmaya çalışılan bir vezindir.
Bir dilin ana yapısını oluşturan sözcük biçimlerine dayalı bir vezin, o dilin içinde kullanılmakla sınırlandırılmalıdır. Çünkü farklı dillerde, hecelerdeki seslerin kısa ve uzun olmasına (ünlü veya ünsüzle bitişine göre açık/kapalı hecelere) dayalı sözcükler olabilir; aynı nesne, birisinde açık, diğerinde ise kapalı bir hece ile anlatılır, açık sözcük dağarcığının sayıları da farklı olabilir. Eğer bir dilde kapalı sözcükler yoğunsa, diğer dilde aynı konuda başka bir şiir yazmak için açık/kapalı sözcük ortalaması ile anlatılabilir bir tema için kapalı sözcükler aranmak zorunda kalınacaktır.
Çoğu kere, sözcükler uymadığında devreye alınan bir yöntem olarak; özel ayraçlar kullanılır, sözcükler bazen hecelerinden, bazen de kapalı hecelerin sonundaki harfi ayırarak bölünür ve yine aynı vezin kalıbına uydurma kurtarışı uygulanır.
Gen Bankası
Türkçe'ye uygun olduğu belirtilen hece ölçüsünün, aslında yine nefesi eşitleyici, dizelerin uzunluğunu denetleyici bir getirisi vardır ve oldukça değerli halk şiirleri de üretilmiştir. Aslında vezin, bir şiirde diğer ahenk kıstaslarının bulunması durumunda, zorunlu olmayan, yani ikincil bir ölçüt olarak değerlendirilirse; terk edilmesi gereken yabancı ârûz yerine, yerli hece ölçüsünün konulması bile gerekmezdi. Bu durumu kurtaracak olan kıstas şiirimizin son zamanlarında çözüm olarak kendiliğinden gelişmiş olan (herhangi bir ölçüye gerek duymayan) 'serbest' vezindir. Çünkü ses benzerliğini öne çıkaran uyaklar, dizelerdeki kısa/uzun hece gereği veya hece sayısı eşitliğine gerek bırakmamaktadır.
Kafiyeler genellikle dize sonlarında aranır, ancak beyin algısı, bir dize içindeki benzer sesleri, dize bitinceye kadar bellekte tutabilir. Ses benzerliğinin dize içinde herhangi bir yerde yakalanması durumunda, komşu dizelerde de aynı sesle çağrışımını kolaylıkla yapar. Armoni ve uyaklama, 'yarım kafiye' noktasında ortak sesi verirler. Ancak bir şiirdeki ses benzerlikleri; dizelerde tek veya çoklu, arada veya sonda olmasından bağımsız olarak aynı ahengi yine de üretebilirler. Bu nedenle bir şiirdeki ahenk, eşit veya benzer seslerin, birer nota olarak kabul edildiği bir söz müziğinden veya ezgilerinden kuruludur. Bu durumda ses, diğer ahenk kıstaslarının önüne geçer, dize uzunluğunu kurala bağlayan ölçü gereğini ortadan kaldırabilir.
Şiirde ahengi sağlayan öğeler [(söyleyiş tarzı, armoni (dize içinde tek ses benzerliği), ölçü ve uyaklama (dize sonlarında çoklu ses benzerliği)] önemli kıstaslar olarak tanımlansa da; diğer türler içindeki hece ölçüsü şiirin özgürlüğünü kısıtlayan bir yasak olarak görüldüğünden, yeni şiirlerde hece ve aruz reddedilmiştir. Yeni şiirler, genel olarak halk şiiri veya divan şiiri nazım biçimleri ve türlerinin tümünü kullanan ancak, sadece bunların hece ölçüsüne uymayan geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Böylece her ne kadar zaman zaman yabancı kültürün nâzım biçimleri denense de veya hece türü ile denemeler yapılsa da, genel olarak serbest şiirin sağladığı özgür çerçevenin ürünleri görülür.
(IV) . Diğer taraftan, umumiyetle kulağa hoş gelmeyen (sakil, yani kaba) ve akıcı olmayan Türkçe'nin bu eksikliğini gidermek için Arapça'nın ve Farsça'nın söylenmesi kolay, işitilmesi hoş kelimelerinin alınarak hem anlam hem de akıcılık bakımından mükemmel bir şekilde kaynaştırılmasını tavsiye ediyor. Sanıyorum ki ı?li'nin bu kanaati, divan şiirinin XVI. yüzyılın başına kadarki durumunu gösterdiği gibi, Türkçe'nin Arapça, Farsça kelime ve kavramları hangi maksatla aldığını da açıklıyor. Nitekim ı?li, çok saygı duyduğu Kınaltzâde Ali Çelebi'nin Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerinin herkes tarafından beğenildiğini söyledikten sonra, edasında Arapça sözlerin galip olduğunu, bu sebepten dolayı "şuhâ? olmadığını ilâve eder. Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu, "DİVAN ŞİİRİ")
Efendim, seçki kuruluna çok teşekkürler, yazıya dikkat çektiği için.. Nicelerine, selamla.
Şu altta ki açıklamalar bile denemeyi ne kadar ciddi olarak yazdığınızın ve bilgi birikiminin doğru aktarımı olarak okurlar tarafından tespit edilmiş ve görülmüştür kanısındayım. Almak isteyene bu açıklamalarda bile bir dolu bilgi var. Tekrar teşekkürler Orhan bey...👍
Sayın Zeytinci,
Çok teşekkürler efendim, geldiniz ve vurguladınız.
Açıklamalı yorum; kaynağını belirttiğim bir edebi makaleden alınmıştı.
Aslında her birimizin merak ettiği, kaynağını bilemeden geleneksel olarak uyguladığı (uygulamanın, sorgulamadan daha kolay olduğu) hâlleri bir sonucuydu bu dil harmanı.
Daha zengin bir dil mi aranıyordu edebiyat için, yoksa her nereye ayak basarsanız basınız, orada egemenlik mi; kendi kültürünüzün izlerini unutturmak pahasına mı ayrıca?
Görüldüğü üzere, kavim savaşlarının üstünlük ilişkilerinin bir sonucu olarak gelişen farklı dil katışıklığı, önceliğin, kimliğin ne olacağı sorunlarına çekiyor düşünen kalemleri gayri ihtiyari.
Umarım, daha derin düşünebilme ve yolu berrak görebilme yetkinliğine erişiriz.
Çok teşekkürler, selamla.
Bir edebiyat külliyatı olarak, bu birikimin gözardı edilmesi gerekmez, bir tarih olarak okutulur, yapılan çalışmaların da sadece ruh güzelliği açısından değil, dil ve edebiyat arasındaki ilişkilerin bilim dalı olarak incelenmesine de fırsat verecektir.
Bu arılaştırmaların, önceki kültür birikimlerinden kopma istemi olarak değerlendirilmesi de doğru sayılmaz. Çünkü halk dili için olması gerekenin, yalın ve anlaşılır çıktılar olacağını bile bile, karma dil ve sanat için çabalamak anlamsız kalacaktır.
Varılmak istenen hedef doğru olduğuna göre, arılaştırma için gerekenin, eskilerle uğraşmak olmadığı görülecek; dilin kendi içindeki duruluğa giden ve sanat için kalıcı bir çözümü sağlayıcı doğal tekniklere yönelmek yeterli olacaktır. Bu nedenle kaynağın, Asya ve Afrika olması önemli değildir.
Hangi kavim olursa olsun, bir dilin ilkel olduğuna ilişkin bir değerlendirme de söz konusu olmadığına göre; çağdaş olmanın bir Avrupa diline yakınsamak olmadığını da söylemek; bu konularda duygusal, tinsel eğilimlere göre değil, filoloji ve epistomoloji ışığında; linguistik yaklaşımlara yol açmak zorunda olduğumuzu da açıklamış olacaktır.