Başlangıç ve Son

“Her şeyin bir sonu vardır…”

Bunu söylerken o kadar sıradan, o kadar alelade kullanırız ki, bu söz gurubuna yüklenilmiş anlamı ya da söylemek istediği anlamın farkına bile varmayız. Öylesine konuşuruz, niteliği niceliksel hale getirmenin tipik durumu gibidir… Sonu, bir tükenme, bir tüketilmişlik gibi görürüz.

“Bir dünyanın sonu…”

Kitabı Mukaddes’de belirtilen alametlerle, izlerle bir çevrimin ahirini, geleceğini haber verir. Bu ne demektir…yani dünyevi varoluşun sonunu söylemektedir, bildirmektedir. Zaman ve mekanın bitişini, işleyişini sonlandırma demektir. Kıyamet demektir.

Bu sonlandırma can sıkıcı korku ve hezeyanlara mı yol açsın üzüntü mü versin bize? Ürettiğimiz kavram ve kıyaslarla bunu yani içinde bulunacağımız durumu istediğiniz kadar yoğunlaştırabilirsiniz. Hani dedik ya ilk başta, her şeyin bir sonu vardır. Öyleyse içinde yaşadığımız çevrimin de bir sonu olacağı “kesin”dir. Bu bilmek, geleceği görme bilgisi değildir…aslında sözünü edecek kadar önemli de değildir.

Taş, toprak, enerjinin “geriye dönüş”ü… hepsi bu değil mi? Zaten olacak olan olacaktır, bundan kaçınılmaz.

Öyleyse önemli olan nedir? Önemli olan her şeyin merkezine koyduğumuz kendimizin yani insanlığın sonlanması. Asıl önem taşıyan bu değil midir?

Yani Manvantara…

Yoksa şöyle mi düşünüyorsunuz? Yok kardeşim bunlar beni hiç ilgilendirmez, şu anda neysem, ne hissediyorsam, ne yaşıyorsam o, elimde ne varsa o. Gerisi tırı vırı.

“Doğa, en basit yollarla hareket eder.” Düşüncesine götürür sizi, bunu söylemişler zaten, hem de öyle güçlü anlamları, kavramlara yükleyip söylemişler ki, çık çıkabilirsen işin içinden. İki ucu boklu değnek misali…

Tabii insanın aklına şu soru gelmeden de edemiyor. Bir fısıltı, bir vesvese, bir düşünce sokuyor insanın aklına “anti-satanist.” düşünceler.

Bu kadar basitleştirmeyi harekete geçiren nedir?

O zaman, bu çok basit bir şey olmalı, bu aynı zamanda nesnelerin basit bir şey olmaları anlamına gelir…basit hareketleri, basit ilkeler doğurur. Başka türlüsü olur mu?

Bu düşünce zihinsel tembelliğin bile ötesinde sadece bir temenni gibi duruyor bizce…

Her şey bu kadar basit olsaydı, basit ve cahil zihinler bile bunu çok kolay anlayabilirdi. Öyle değil mi? Varlığın taşıdığı bütün anlam yükseklikleri, kendini oluşturan bütün ilkeleri atalım öyleyse.

Geriye ne kalır?

Boş, kof, çocukça, basit bir beden kalır elimizde. Bu size bir şey çağrıştırdı mı? Hani ilk başı… yani İblis’in itirazını ve iddiasını. Hadi bunu bilindik bir karakterle biraz öyküleştirelim, daha anlaşılır olması için.

“Ne yapıyorsun o tahta parçalarıyla?”

“Pinokyo.”

“Sana ve çevreye yalan söyleyecek Pinokyo’yu mu? Üstelik o yalanlarıyla ortalık karıştırıcı, kargaşa çıkaracak Pinokyo’yu. İstersen bir kez daha düşün, bu yapma eylemini. Neden durup dururken böyle bir işe kalkıştın ki anlamıyorum. Hatta belki de seninle aramız açılacak, aramıza kötülük girecek.”

Ne diyecek usta sizce? Bu bir öykü hatta bir masal, istediğiniz her şeyi katabilirsiniz içine.

Ama bayım, kattığınız her ne ise onu gerçek manada sadece siz anlayabilirsiniz. Far edelim ki insanların en zekisi Einstein, Tesla ya da bana göre en zeki insan Zerdüşt tamamlasın bu öykünün devamını.

Ne derler sizce?

….

Bence tamamlamışlar. Anlatmışlar kendi usullerince. Ama anlayan nerde…

Çevreme bakıyorum, bırakın basit bir masalı tamamlamayı, okuyacak durumda bile değillerdir.

Doğa basit ilkelerle hareket eder sözü ile Skolastiklerin “Varlıklar zorunlu olanın ötesinde çoğaltılmamalıdır.” sözü ile günümüzde Tanrı adına hareket ettiklerini söyleyen sömürgenlerin ve ürettikleri kendi adlarına hizmet ettirmek istedikleri, bir şey bildiklerini sanan, az bir iyilikleri karşılığında hizmet etmekte, ortadoksal aklı yani halkın aklını bulandırmakta adeta köpekleşen zır kara cahillerin buluştukları noktalardan birisidir burası.

Soru sormaktan korkar hale getirilmiş insanlar, anlasanıza amaç bu olmalı. Sizi hiç bilmediğiniz bir yeri bulmanızı isteseler ne yaparsınız? Elbette sorular sormaya başlarsınız. Ama sorduğunuz sorular amaca ve bilmeye uygun sorular olmalı yani görevin niteliğine uygun olmalı. Yoksa dolap beygiri gibi döner durursunuz, bir adım dahi ilerleme sağlayamazsınız.

Soru sormaktan korkmayın, tamamlamaktan korkmayın. Varlığınıza dair soru sormaktan korkmayın. Sormaktan dolayı Tanrı sizi cezalandırmaz. Aksine soru sormaz hale getirilişinize izin verdiğiniz için cezalandırılırsınız. Sorarak bulursunuz gideceğiniz yeri. Bunu soytarılara, ruhbanlara, şeyhlere, şıhlara, mürşitlere, göz bağcılara bırakmayın.

Kaybedenlerden olursunuz…

Daha önceki yazılarımızda söylemiştik “şeytan” kavramı tradisyonun yani “geleneğin” içinde sonradan sokuldu, diye. Cehaletin zaman içinde seyahatidir bu. Aslında bunu üretenler cahil değillerdir, ilkokul seviyesinde bilgisi dahi olmayan cahilleri gütme, sömürme yöntemlerinden biridir. Yani burada elbirliği ile şeytanı oluştururlar. Şeytanlaşmakta nasıl örtüşüyorlar. Ne güzel anlaşıyorlar birbirleriyle…

Oysa sadece “iyilik ve kötülük” vardı, o da insanın ürettiği…

“Her şeyin bir sonu vardır” burada bir kez daha hatırlatmak istedik.

Eğer yeniden bir ayağa kalkış, yeniden diriliş yani yeni bir Manvantara olmazsa işte o zaman, her şeyin gerçekten bir sonu olacak.

Tanrı, olmasını istediği şeyi yani varoluştan ne beklemiş ise gerçeklemediyse tüm bunlardan vazgeçebilir mi?

Diyorlar ki, Tanrı’nın varoluşa yaşatmak istediği ulaştırmak istediği tekamülle, altın çağ yaşandı, diyorlar. Bunun karşısında yani bu düşüncenin karşısında olan bilimi deccal olarak görüyorlar gerçekte.

Buna karşın bilim, hayır efendim insanlık için altın çağ olarak niteleyebileceğimiz bilimsel gelişme yani en yüksek düzeyde onarılabilme ve kullanılabilir olma durumu hatta dönüştürülebilen, enerjinin efendisi olma durumu ileride belki çok ileride ama mutlaka o çağ ile buluşulacak, diyorlar.

Hangisi doğrudur bilemem ama bildiğim bir şey var ise her şeyin bir sonu geldiğinde artık bu düşüncelerinde yeri olmayacaktır.

Her şeyin sonu olmadan bunu bir kez daha düşünün. Düşüncenizi sonlandırmayın, kendi öykünüzü yazın.

Hadi gelin temaya uygun bir öykümsü ile neşelendirelim yazımızı…Gelin gelin ! Bir varmış bir yokmuş. Ne kadar ilginç değil mi yani bir var olmak bir yok olmak. Neyse ne canım boş verin şimdi.

Tanrı Meşgul Olmalı

Sağdan sola bastırarak soldan sağa hafif kaldırarak hep aynı hareket. Dili bir karış sarkmış, kafasını hafif öne eğerek soluk almak için tüm vücudu sarsıla sarsıla yaptığı hep aynı hareket. Üç beş boy gidiş ve bir duruş, çevreyi kolaçan etmek için yuvalarında oynayan gözleriyle hep aynı hareket.

Ala kargadan bahsediyorum ya da saksağan zıp zıp zıplıyor iki ayağı birden, dans edercesine, ara sıra bir gaga atıyor toprağa ve humus artıklarına.

Gölgenin en alasını kendine ayırmış ve çul sermiş altına, yan gelmiş Osman. Osman ki Osman! Ha babam ha!… Bu canlı farklı hareket ediyor naturalizme inat edercesine.

Doğa; kendisini yok etme ihtimalini üretecek “güce” kendi döngüsüyle yol verir mi ki, kendi katilini üretir mi? Yani demem o ki insan kendi katilini üretip besler mi? Ki… gibi bir şey bu.

“evrensel kader”

Koyunun geviş getirmesine takılıyor gözleri, beni neden hiç umursamıyor habire soldan sağa oynayan ağzından başka bir şeyi önemsemiyor mu bu davar oğlu davar. Kıtmir sarkmış dilini az biraz toparlayınca gözünün alasıyla sahibine yan bakışındaki önemseme, az da olsa adam yerine koyuyor kendisini. Süleymancık kertenkelesi yem olmamamın aceleciliğiyle kolaçan etmek zorunda etrafı. Çevrede ne çok tehlike var bir bilseniz, kertenkele olmayı hiç istemezsiniz. Bir an, bir saflık, bir tereddüt kendisini bir başkası için yiyeceğe dönüştürür, bir yaşama son verilir. Yani ölüm gelir kendisini bulur… oysa milyonlarca yıl beklemişti bu ortamı yaşamak için bu kadar basit bu kadar sıradan mı gelecekti sonunu getiren ölüm.

“yaşam”

Neden önemsemiyordu bizi buraya atan. Bu kadar değersiz miydi tüm bunlar, onu yaratan için.

Yalap şalap! Tanrı ne verdiyse azığını açtığında, parlak yeşil sırtlı bok sineklerinin üşüşmesine birkaç el sallama tepkisinden sonra önemsemedi onları. Kemiğin iliğini içine hüpleterek çekti birkaç kez ve kemirerek hiçbir artığın, kırıntının kalmadığına emin olunca Kıtmir’in önüne fırlattı, attı.

“Al len! Sen de son sünnetini yap şunun.” Çevik tek bir hamleyle havada kaptı kemiği Kıtmir…

Hırlayarak yiyor sanıyordu oysa köpekçe dilinde sitem ediyor.

“ Kara kaşına kara gözüne mi hayranım sanki senin Ey hımbıl çoban! Ey Habil!... Bunun için bekliyoruz buraları, senin tüm bencilliğine tüm egolarına katlanıyorum işte, yoksa Tanrı’na yaranmak için hareket edip eğildiğinde o koca götünden tüm birikmişlerimin intikamı olacak koca bir ısırık almamak için kendimi zor tutuyorum bilesin.

“rızık”

“Tanrı, benim de Tanrım öyle değil mi ama seni özel kılan nedir anlamıyorum, ihtirasların mı, arzuların mı?”

Bir gözü de arkada var sanki, pıt pıt zıplayarak kırıntılara yanaşmaya çalışan ala kargaya savrulan değneğin havada oluşturduğu can alıcı garip vızıltıya canhıraş bir “gak” sesi eşlik etti, uçuşan birkaç telekle birlikte.

“ Vay ibne çoban! Ne ibnesi ağzımız da değişti şu insanoğluna uyduk uyalı… bildiğin “götlek” işte, az daha canımı alacaktı bir parça yere döktüğü kırıntı için.”

“gak…”

Ağırlık çöktükçe göz kapakları ağırlaştı, ağırlaştıkça bilinç bulandı. Rüyet zamanı… kutsal olanın müjdelenmesi anlarıymış. Aksakallı dede gelir mi ki acep, beni kutsayıp kollamak için?

Belki de ötelerden bir haber verir, kestirmeden ve çaktırmadan ulaşmış olurum kutsala kolayca, he mi?...

”kutsallık beklentisi”

Yeryüzünü var ettim ey insan, bu varoluş içinde birbirlerine nüfuz eden birbirlerine işleyen farklılıklar yarattım, duyusal olarak algıladığın “yedi de biridir” senin için. Deryanın içinde bir ot salınımı, bir toz zerresi kalkışı. Diğerleri atıl boş boş oturup durur sanırsın, öyle sanmalısın. Sadece safhalardan safhalara geçmiş olduğunu bil yeter. Bir tür tümleşik reenkarnasyondur bu.

“dwipa”

İşleyiş ya da tezahür senin işin değil…anlayamazsın bulaşırsan bulanıklaşırsın. Davarın insanı algıladığı gibi yaşarsın. Sen masal zannedersin oysaki gerçektir ama anlayamazsın…Kaf dağının zirvesindekini arzulamadaki beklentin fazla insansı, vazgeç bundan uğraşma. Yedi kutup var orada senin anlayamayacağın, zorlama…

“Meru”

Sen mutluluğu hayal et ve yaşa. Cami, şapel, katedral sen ilk kutsal örneklerle uğraş ötesine karışma. Yoksa mutsuzluk başlıklarını başına tasallut edip şerle uğraşma, uzak dur ki kıçın başın ağrımasın.

Canı çok yanmıştı karganın, bir değnek atımındaki hıza kurban gidecekti yaşamı.

“Gelin ey hayvan ahalisi, bu Çoban Habil’in hali hal değil, hazır uyumuşken, uyuşmuşken, kendinden geçmişken sıkalım şunun ümüğünü, gırtlağını.”

Süleymancık kertenkelesi tedirgindi, en kolay lokma kendisiydi çünkü.

“ Ya beni yerseniz nasıl güveneceğim size.”

"Güven..."

Koyun bildiğiniz koyun işte..ağzı iki yana yayıla yayıla geviş getirirken kendince söylendi.

“ Siz ne diyonuz Allasen. Böyle iyi, meraklanmayın yakında helak edilir bunlar…” Kıtmir ayakları üzerine kalktı vücudunu bir titretti ki tüm ağırlıklarından kurtulup savurdu dört bir yana insana olan esaretini.

“Bana uyar,” dedi. “Hatta ilk ısırığı ben atayım da biraz canım soğusun.”

Çoban rüyadaydı mutlu gülümsemesi meraklı bir korkuya dönüşmüştü. Yükseliyordu, evren gözlerinin önünde küçüldü. Artık dünyayı göremeyecek kadar küçülmüştü. Ve galakside büzüldü esri adı verilen bir boşluktaydı. Tanrı oradaydı…

“Hey Tanrım dedi ben geldim çoban Habil, baba mı iyi tanırsın ama Tanrı çok meşguldu, Habil’i fark etmedi bile. Anlaşılan insandan daha önemli işleri vardı.

“ Hani ben yaratılanın merkeziydim," Tanrı ona doğru baktı, düşündüğünü duymuştu.

“ Gören de bunu Dumuzi sanır. Seni o kadar farklı kıldım, akıl verdim, izan verdim, yurt verdim, zaman verdim, mekan verdim daha benden ne istiyorsun be geri zekalı yürü git işine, seninle mi uğraşacağım.”

Biri bağırıyordu…

“ Hey çoban! Hey çoban!” Gözünü açmak istemiyordu, kutsallık üzerine inmek üzereydi, bu fırsatı kaçıramazdı. Ama sese acı bir korna sesi de katıldı.

“ Hey çoban! Kabil’in çiftliğine buradan mı gidilir?” Yarı uykulu gözlerini açtı. Çevresindeki hayvanlar garip garip kendisine bakıyorlardı, kaçırdıkları fırsata hayıflanıyorlardı, kefeni yırtmıştı yine şu insanoğlu. Bu yırtışı sadece kendisi bilmiyordu.

Yoldaki adama cevap verdi.

“ He! dedi ….., ….. un bebesi çiftliğe oradan gidilir. Götlek herif, dedi beni tatlı uykumdan etti.”

Adem, yolun sonuna gittiğinin farkında değildi.


Bitti

08 Mayıs 2024 12-13 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (4)
  • 10 gün önce

    İnsanlığın neredeyse mezara gömüleceği günümüzde akil insanlara ihtiyacımız günden güne artıyor cehaletin kurbanı olan bir toplumla mücadele etmek hiç kolay değil ,geçmişini bilmeyen geleceğini şekillendiremez ,kulaktan dolma bilgiler yerine okuyarak araştırarak birey kendini eğitebilmeli ki düşünebilen ve sorgulayabilen toplum yaratılsın, ve fakat içinde bulunduğumuz manzaraya baktığımızda pek de ümitvar olamıyor insan, koyun sürüsünden beteriz kısacası ,elbette aramızda insan değerlerine saygı duyan çok kişi var belki de onlar yüzünden hala bir şeyler iyi olma çabasında. İlginç ve güzel bir yazıydı sayın Kına paylaşım için teşekkür ederim. Saygılar

  • 9 gün önce

    Deneme yazıtlarınızı ayrıca takip edeceğim, Bilgi ile yoğrulmuş bir döngüsü var,

    Selamlar