Bir Şair / Şeceresi Yanardağlar

adem akıncıoğlu’nu (Adının ve soyadının büsbütün küçük harflerle yazılmasını kendi istediğinden, böyle yazıyorum.) Türk(çe) Şiir Oligarşisi tanımaz. Nasıl tanısın, adem, Şiir Oligarşisi’nin etkinlik alanlarına girmek: yayımladığı dergilerde/ seçkilerde/ kitaplarda görünmek gibisinden bir girişimde bulunmaz ki! Adımı duyurayım, beni de tanısınlar, kendime bu çevreden ahbaplıklar edineyim de yerim olsun, diye bir tasa taşımaz. Yalnız egemen edebiyatçıların değil, onu ve şiirini hiç teklifsiz benimseyebilecek toplumsalcı-demokrat kesimlerin yayın organlarına da yollamaz şiirlerini. Bir iki yollamışsa bile, arkasını getirmemiş, yolladıklarının yayımlanıp yayımlanmadığını da merak etmemiştir, etmez. (Paradoksmuş gibi görünse de, söylemeden geçmemeliyim: adem'in tanınmamış olması; kendisinin değil, bizzat Oligarşi'nin kusurudur. Kendisininse olsa olsa onurudur.)

Bile-isteye seçmiştir yalnızlığını. Alınyazısını bilinçle ve kendi yazmıştır, bir bakıma. Yırtmışlardan ve yırtıklardan geçilmeyen şiir arenâsında, münzevî kalmayı kader bellemiştir âdetâ. Ben onu bu yanıyla, görünmekten/ tanınmaktan ısrarla kaçınan, çekinik (kaçıngan) durmayı bir tür iş edinmiş bu yönüyle, Sezai Karakoç’a benzetirim. Karakoç da öyledir. Türk(iye) Şiiri’nin doruklarında seyrüsefer eden bir şair olmakla birlikte, bütün medyatik olanakları elinin tersiyle kenara itmiş, görkemli yalnızlığının, şiirsel uçurumlarının yamaçlarında, dervişâne şiirinin çilesini/ kahrını, hiç yakınmasız bir sevdayla çekmiştir, çekmektedir.


adem’in şiirlerine birkaç internet sitesi dışında, hemen hiçbir yerde rastlayamazsınız. (Bir dönem Çıkın, daha sonra Şiirli Çıkın adıyla yayımlanmış bir dergi hâriç). Kitaplaşmayı ise, benim gibi, mahşere bırakmışlardandır (x), dersem, sanırım bir doğruyu dile getirmiş olurum.

Bu yazıyla, onun, Arkaoda adlı sitedeki şiirleri üstünde durmayı deneyeceğim. Adı geçen sitede, rahatlıkla bir kitaplık (34 adet) şiiri var. Elbette, adem’in şiirsel birikiminin buradakinden çok çok yüksek olduğunun yakından tanığıyım. Ne ki, bir yerlerden başlamak gerekti, ben de öyle yaptım.


adem’in şiirinin en belirgin karakterlerinden biri, coşumculuğudur. Ümitvar bir coşumculuk değil ama: Beşeriyetin içine yuvarlatıldığı dipsiz kötülüklerin peçesini yırtan, o kötülükleri mahzun bir kırılganlıkla teşhire yeltenen aynı zamanda. Ardı ardına gelişen ve insanın bilişsel/ duyuşsal/ devinişsel/ duygusal çeperlerini paramparça eden, verili gerçekliğin koordinatlarını hınçla yıkıp atan, okuyanın imgeleminde boyutları kolay beri saptanamayan, derin kırılmalar yaratan bir coşumculuktur bu. İnsanı sürükler de sürükler. Nuh Tûfanı’na tutulmuş gibi olursunuz. Bu tûfandan selâmete çıkıp çıkamayacağınızı, şiiri okuma sürecinde katiyen kestiremezsiniz. Kestirmeye kalktığınız anda, yanıldığınızı da anlarsınız. Zîrâ: bütün iyi şiirlerde görüldüğü üzere, şiirin işâret ettiği kavşaklar, konaklamak istediği duraklar, çoğu kez belli belirsizdir. Belli olsa bile, sizi oraya erdirecek olan itki, bizâtihi şiirin kendisi değil, sizin belki şiirden edindiğiniz, ama onun üstüne eklediğiniz algılama/ kavrama/ yorumlama yetilerinizdir. Diyeceğim: Bu coşumculuk, şiire yönelen özneyi epey ciddiye alan, öznenin estetik ideasını yeterince önemseyen, şiirsever özneden oylumlu katkılar bekleyen bir coşumculuktur. Değilse, “câri şairler”de sıklıkla rastladığımız bir mızmızcılığa, içi boşaltılmış bir şekvâcılığa dönüşmesi işten bile olmazdı.

“bize süt kokusunun yazdığı konçerto kalır yalnızca ahırlardan”

("eylül çiçeği" şiirinden)


dizesindeki, nesnel gerçekliğin öznel katmandaki kaynaşmasını ve git git yoğunlaşmasını duyumsatabilecek yetkinlikte bir estetize edilmişlik, öyle her benim diyenin üstesinden gelebileceği bir atmosfer midir? Hiç sanmıyorum. Baudelaire’den, Rimbaud’dan, Octavio Paz’dan, Neruda’dan, Ritsos’tan, Voznesenski’den, Mahmud Derviş’ten; Halk ve Tasavvuf Şiiri geleneğinden, bizim 1940 kuşağı toplumcu gerçekçiliğinden, bütün bir İkinci Yeni serüveninden, 12 Eylül Toplukırımı sonrası yaşanan, bir yanıyla içe kapanık şiirden beslenmeyen birine, bu dizenin taşıyabileceği ne olabilir?

“dizelere yaslanan suçumu üstüme alıyorum

çocukken şiir okumuştum bu esriklik ondandır

biraz s biriktirdim bahçede otlarla konuştuğum zamanlardan

biraz da i var homeros’u okumaya başladığım gecelerden üstüme kalan)

nasıl giyiniyorsan öyle soyunmuş bir s ve atışan âşıklar gibi doğaçlama bir i”)

("eylül çiçeği" şiirinden)


Düz bir şiir okuru, yukarıda alıntıladığım beş dizeyi, şöyle bir okuyup geçecektir belki; bu beş dize, o kişide en ufak bir çağrışıma yol açmayacaktır. Olsun; adem, şiir yazarken, herkeslerce anlaşılmaktan/ alkışlanmaktan yana değildir zâten. Kültür ve duyarlık antenlerini çağının kaskatı gerçekliğine açmayanlarla bir ilişiği yoktur onun. Doğrudan her önüne gelenle kucaklaşmak istemez. Donanımlıyla donanımsız arasında ayrım gözetmeyen bir haktanımazlıktan ezelden uzaktır. Böyle olduğu için değil midir, kendilerini “güncel”in tutsaklığında hababam paslandıranların yalınkat dünyalarından apayrı bir dünya kurgulaması kişiliğine?

“siyah açan çiçeklerle akrabalığımız karagünlerden gelir

ince bir yağmur başlar eylül çiçeği kendisini köklerine saklar gök sırrolur)

tenimizde”


("eylül çiçeği" şiirinden)

demesine, hiç gerek kalır mıydı aksi durumda?

“doğduğu gün ölenler için” adlı şiiri, şöyle bağımsız bir dizeyle açılır:

“çok değil yok kadar azdır onlar aranızda”


adem’in şiirinin başka bir karakteristiği, toplumsalcılığıdır. Ben, toplumsalcı kavramıyla toplumcu-gerçekçi kavramı arasında (hiç değilse, benim yüklediğim anlam bakımından) bir fark gözetiyorum. Bu iki kavramın birbiriyle tamı tamına örtüştüğü kanısında değilim. Toplumsalcı şairler/ yazarlar, bana kalırsa, toplumcu-gerçekçi şair ve yazarlardan daha ileri bir menzildedirler. Eylemcilikleri bakımından değilse bile, sanatsal yaratıcılık açısından böyleler en azından. Daha rafine, daha ölçülüp- biçilmiş, estetik katsayısı daha yüksek bir şiirin/ yazının sürdürücüleri bunlar. Savımı açıklığa kavuşturmak, temellendirmek için bir örnek vereyim isterseniz. Bence, Enver gökçe, toplumcu-gerçekçi bir şairdir; nice baskılarla, üzgülerle çarpışa çarpışa yaşamanın getirdiği bir kısıtlanmışlıkla yazmıştır yazdıklarını. Küçümsemek için değil, nesnel bir olguyu belirlemek için söylüyorum: Enver Gökçe ve çağdaşı birçok şair, bu kısıtlar ortamında yazmak zorunda kaldıklarından, şiirin estetik boyutları üstünde yeterince dur(a)mamışlar; çoğun, sözcüsü olduğuna inandıkları toplumsal katmanlara mesaj iletmekle sınırlamışlardır ürünlerini. Toplumsal/ doğasal gerçekliği, kendi özgün merceğinde yeniden üreterek, estetik bir imgeler sistematiğine dönüştürme pratiğinde, şiirin öngördüğü başarı çizgisini tutturamamışlardır. Bu durum, onları zorunlu olarak “güdümlü” bir doğrultuya; haksızlık etmek sayılmazsa, bir yüzeyselliğin yörüngesine itelemiştir. Beraberinde, şiiri şiir kılan öğeler genellikle ötelenmiş yâhut ihmâl edilmiştir. Hatır-gönül dinlemeden söylemeliyim ki: 1940 toplumcu- gerçekçilerinin çoğu, böylesi bir zaafla malûldür. Şiirimizin 1960-1970’ler evresindeki, 1980’ler ve sonrasındaki toplumcu-gerçekçi damarlarına baktığımızdaysa, daha farklı çizgiler, bileşimler görebiliyoruz. (Bu aşamada, andığım dönem şairlerinin önemli bir kesiminin, toplumcu-gerçekçi kuşaktan belirgin biçimde ayrıştığını, toplumsalcı katına yükseldiğini düşünüyorum.) Bu dönemlerin, bilhassa 1980’ler sonrasının şairlerinde, şiirin işçiliğinin daha bir önem kazandığını, imge yapılarının daha bir çok-anlamlı niteliklere büründüğünü, çağlarının sarsıntısını, alt-üst oluş süreçlerini, şiirlerine daha bir ustalıkla yedirebildiklerini gözlemliyoruz. Şiirin, artık, işlevini öncelikle şiir olmakla yerine getirebileceği, “şair devrimciliği”nin gerçek anlamda şiirsel yaratıcılıktaki deneyim zenginlikleriyle mümkün olabileceği, iyiden iyiye anlaşılabilmiştir. 1970’lerden Metin Altıok’u, 1980’lerden de Akif Kurtuluş’u bunlara örnek gösterebilirim. Bunlar, anlatageldiğim, şiirsel’e ağırlık veren ama toplumsal’ı da boşlamayan tutumlarıyla, sanırım, toplumcu-gerçekçilerin “bağlanımcı” şiirlerinin çerçevesini çatlatarak, o şiirin ötelerine taşmışlar ve böylece “bağımsız/ özgürlükçü şiir”i kurmuşlardır. Dolayısıyla, yaklaşım ve yöntem konusundaki bu keskin farklılıklarından ötürü, toplumcu-gerçekçilerle olan ayrımlarını vurgulamak için, bunları “toplumsalcı şairler” olarak adlandırıyorum. İşte, adem akıncıoğlu’nu da, şiirine bütünsellikle baktığımda saptadıklarımdan dolayı, bu toplumsalcı şairler geleneğine eklemlemekte bir sakınca görmüyorum.

“ipi kopmuş bir uçurtmayı dalgalandırırlar kırlangıçların ömürleri arasında

son gündür doğdukları gün aşktır her vuslatta yitirdikleri”

("doğdukları gün ölenler için" şiirinden)


dizelerini okuduğumda da, bu yargımın son derece isâbetli olduğunu anlıyorum.

adem’in şiiri, ilk bakışta, kuram’la bağlantısızmış gibi görünür. Ne ki, şiirinin ustalığı da buradadır işte. Bangır bangır bağıran, üstünü başını yırtarcasına haykıran “sulusepken şairler”den onu kalın duvarlarla ayıran bir haslettir bu. Çünkü, şiir mîrasının tüm evrensel ve ulusal renklerini özümsemiş, söz konusu mîrasın retoriğini, poetika’yı toplumsal bir potada eritmesini bilmiştir. Bireysel olan’la toplumsal olan’ın bu denli büyüleyici bir biçemle (üslupla) bağdaştırılması, herkese vergi değildir. Ayrılık acısıyla yanıp tutuşur, gene de sızlanmaz. Tutar, bu sapına kadar “insânî acı”yı yerli yerine oturtur; bu acıyı kökünden son yaprağına dek “yaşamsal” kılar. Şu dizelerde olduğu gibi:


“senden sonra anladım

kendimden sonraya geldiğimi

her kapı kendini vaat eder

önündeki kapalı kapıya”

("urağan" şiirinden)


sonra şu dizeye bakmaz mısınız bir yol:

“bir vesileydin ayrılığa ben sende aşka aldandım aslında”

("urağan" şiirinden)


Kendisi, her ne kadar, seküler ve/ veyâ dinsel odaklı bütün inanç bağlamlarından bağımsız olduğunu söylese de, adem'in şiirinde boyluboyunca yatan bir mistisizm tabakası var. Ben onun mistisizmini, tastamam dinsel içerikli bir mistiklikten ayrı değerlendiriyorum kuşkusuz. Toplumsal’la sarmalanmış, giderek kişinin ruhsal karmaşasını çepeçevre kuşatan; din araştırmacılarının, psikoloji ve felsefe disiplinlerinin çözümleyemediği oranda üstüne düştüğü gizli/ gizemli sorunsalları eşeleyen, bir yanıyla da dünyevîlik barındıran, sorgulayıcı bir mistiklikten söz ediyorum. Sorularına yanıtlar ararken, bulamayınca hırçınlaşan ve kendini yitiren değil; tersine, yepyeni dalıp-çıkmalarla başka başka merakların konusu olmaya aday bir iç-düşünme (tefekkür) silsilesi hâlindeki mistiklikten. Onun, güzel sesli hâfızların mevlit okumalarından etkilenerek, nice metafizik hazlara gömüldüğünü bilen biriyim. Bülbül Hoca nâmıyla tanınan, merhum İsmail Doruk’un, Yunus Emre'nin "Bülbül" adlı şiirinden bestelenen aynı adlı kasîdesini, birlikte kimbilir kaç yüz kez dinlemişizdir.

“kuş olmaya uçardı bir çocuk

kirpiklerine kadar esmer bakışlarıyla”

("ölüm merhaba" şiirinden)


Gene aynı şiirden şu dizeleri almazsam, meramımı yetesiye anlatmış olamayacağım, demek istediğim bulanık kalacak:

“unutursa hayat unutur zerre ışığını

dostlar kül aşklar ateş ölüm merhaba”


Demiştim, adem mistik bir şairdir. Öyle olmasaydı, ölüm gibi, adı bile telâffuz edilir edilmez, değme babayiğidin içini titreten, dilini damağını kurutan bir “mutlak gerçeklik”e böylesine hasbi bir selâmı sereserpelikle sarkıtamazdı.

adem’in şiirinde dil alabildiğine akışkandır. Yer yer aşkın’dır. (Aşkın sözcüğünü, felsefedeki transcendent sözcüğüyle karşılıyorum.) Bu yüzden, kendini bir çırpıda ele vermez; okurundan özel bir çaba ve hassâsiyet bekler. Gelgelelim, biçimsel şaklabanlıklara, teknik hokkabazlıklara asla gönül indirmez. İletmek istediğini, içeriğine uygun bir biçim içinde, kimileyin usuldan bir sesle, kimileyin şahlanarak iletir ve (size çelişki gibi gelecek ama) her iki durumda da, daha önce işâret ettiğim üzere, coşumcudur. Tertemiz, dupduru bir dili vardır. Sık dokulu şiirlerinde de böyledir, her nedense bâzı bâzı yazdığı gevşek dokulu şiirlerinde de. Sözcükleri, bu eskidir, bu yenidir diye bölümlemez. Kuşkusuz, kullanımdan tümden kalkmış ölü sözcüklere bel bağlamaz hiçbir vakit; fakat, hâlâ çağrışım zenginlikleriyle dolup taşan, târihsel kültürümüzün kokusunu taşıyan, bizi "geçmişimiz"le ülfetli kılan sözcüklere de sırtını dönmez, dirsek çevirmez. Onları şiirinin kılcallarına öyle bir ilmekler ki, deyiş yerindeyse, insanı hüzünlendirmekten perperişan eden bir manzara çıkar ortaya. Dil meselesi, onun için, sözcüklerle sınırlı bir mesele olmadığından; Dil’i deyimleriyle, atasözleriyle, vecizeleriyle, bütün bir şifâhi ve yazılı birikimiyle, kültürel-târihsel derinliğiyle, kuşatıcı bir yaklaşımla kavramak ister.


adem, kupkuru bir şiirist, bir “salt şiir”ci değildir. Şiiri yalnızca şiirden devşirmek gibi beyhûde ve safderun uğraşılara yüz vermez. Bununla yetinmeyerek, şiirini besleyecek, köklendirecek, gürleştirecek tüm bilimsel, felsefî, sanatsal, siyâsal vd. toplumsal-kültürel oluşum ve alaşımlara sonuna kadar açık olup, bu kanallardan yürümenin erdemini keşfetmiş bir şairdir. Sözgelimi: Müzik görgüsü ve bilgisi, kadim müziklerden modern müziklere değin hemen her türden müziğin inceliklerini kapsayacak genişliktedir. Şiirinde ara ara senfonik, ara ara ağıtsal havaların, kimi durumlarda ise ikisinin birden egemen olmasında, sentezleyici müzik kültürünün payını fazlasıyla hesaba katmak gerekir. adem’in fotoğraf sanatına ve sinema filmlerine tutkusunu da yabana atmamalı. Şiirindeki görsellik başarısı, bu sanat disiplinlerine derinlerden duyduğu muhabbetin yansımalarıdır, yadsınamaz.

adem, hiç abartı sayılmasın, “Kara Şair”dir; “Kara Şiir”cidir yâni. Burada, Kara Şair ve Kara Şiir kavramlarının, Türk Şiir Oligarşisi’nin yasalarıyla uyum içinde çalışan; edilgin (pasifist), Sistem’den yana saf tutan, makro ve mikro iktidar tarzlarının hiç biriyle çelişmeyen; çelişmek de ne, tamamen o odaklarla sarmaşdolaş yaşayan; yoz, saf şiirci, yararcı(pragmatik), konformist ve hiyerarşik yapılanmaların içinden konuşan; kısacası: “Beyaz Şair”lerin “Beyaz Şiir”ci tavırlarına bir karşı-duruş anlamında değerlendirilmesini öneriyorum. Kendi başına bir ekol oluşturmuş, başlıbaşına bir kuşağın, bir akımın temsilciliğine soyunmuşluk anlamında değil! Hoş, adem akıncıoğlu gibi rindâne yaşayan, kendi şiirsel kozasını örmekten, dünya gailelerine paça kaptırmayı aklının ucundan geçirmeyen birinin, böylesi materyalist iddialarda bulunmasını bir lâhza olsun tasarlamak bile, adem’in önce şiirine, sonra kişiliğine onarılması zor bir haksızlık olur kanımca.


adem’in, ikimizin de öncelikle insan olarak çok sevdiğimiz şair Alâaddin Soykan’a adadığı, “büyük önerme” şiirinin hele hele bitiş bölümünü anmadan olmaz. Şiirin tamamını aktarmaktan yana gönlüm. Gelin görün ki, tanıtım yazılarında böylesi tutumlar, yazının tadını-tuzunu kaçırabilir; okuyanda, tanıtımcı yazarın işin kolayına kaçtığı izlenimi uyandırabilir. İyisi mi, azla yetinmeyi de bilelim o vakit:

“anakaraların en büyüğü

ey derviş!

kalpsizlik kafilelerini görülen lüzum üzerine

nârın öfkesine bırakmanın

şifahi üryanlığın ucuna varmanın

yoluna çıktık

hadi”


adem, öfkesini şiirinin burçlarına dikebilirdi isteseydi. Dikmemiş. Orasından-burasından parlatmış ve fırlatmış önümüze: Biz körler kâfilesi görelim diye, biz sağırlar kâfilesi duyalım diye. Bu kadarı yetmiş ona. Hiçbir şeyin fazlasında gözü olmadı ki. Şiirin bile.

Hey gidi şeceresi yanardağlar olan şair!


(x): Yazının bir durağında, adem için "Kitaplaşmayı ise, benim gibi, mahşere bırakmışlardandır " demiştim. Bu cümlenin, benimle ilgili bölümü, 2014'te bir kitabımın yayımlanmasıyla geçersizleşmiştir.

(*): Süveyda, Ağustos 2007, Sayı 1

13 Aralık 2020 14-15 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (4)
  • 3 yıl önce

    Türk şiir oligarşisi ; Ne çok şey var konuşulacak. Selam olsun “adem “ yüreklere. Kaleminize ,yüreğinize sağlık ...

  • 3 yıl önce

    Şiirle böylesine özdeşleştiğinden ismini seslenmek yerine içimden Şiir Şair demek geçen, çokça saygı uyandıran edebi kişiliği, eserlerini şiirsel ve dostane diliyle pek güzel anlatan övgüye değer yazınıza tebriklerimle.