Difenbahya'nın Gözleri


Beni mavi nisan sabahlarına getiren gözlerinde gül üstü çiylenişler tütüyor. Mavi bir damla kaçırmış kirpiklerinden su perisi, göğsümün çırılçıplak koylarına sığınıyor. Taşıyor, bel altı kalıyor çıplaklık, suda gizlenen gülüşlerinden eteği kabaran sevişlere çıkıyor güneşlenmeleri. Akdeniz turkuazları karışıyor buğusuna, lavanta kesecikleri dağılıyor, gövdesiz tomurcuklar yeşilleniyor elasında. Ceviz yaprağı kokan sine uçları halkalanıyor menevişlerinde. Duvaklı pınarlar akıyor gözlerini üzerime kısınca; uçuyor bir kızın sinesine konuyor, ahududu akan ağzından kelebekler… Öpmek inci taneciği yıkanan bebeklerinden, kuş sütü çığlıklarından içerken seher, düşle gerçek arasında saçaklanan koynun kurum sağanağından…

Süzülürken zamanın dargın silüetinden, ensesine basarsınız küfürlerin! “Ah nerelerdeydin neredeydin diye haykırırken içinizdeki deli!’’ Saçlarında gecenin pişmanlığı, kırlarına vurursunuz kaybettiğiniz gençliğin. Kıskançlığınız tutuverir sebepli sebepsiz . “Sevmek bu ya canınız istedikçe, direndikçe ruhunuza ten; fıskıllanıp güllerini saçar, döker terini yandığınız yerlerinizden, gözeneklerinizden fışkırırsınız. Hanımeli sarar, hayalde gölgeye düşse bile; ah bir defacık sarmak için sevdiğini ;sadece sarmak ,bir defacık öpmek; gizlerinde derinleşmek akarken gözlerinizden yumduğunuz sonsuzluğun derinliği usul usul… Sevilmek bu ya!’’ Sırf bir parça sevmek ve sevilmek için bakışlarının değdiğince alazların soluğunda! “Deli kaçık sualler tırmıklanır beyninizde, baktıkça gözlerine susuzluğunuzda serap görür; uzanıp tam dokunacağınız esnada yokluğuna çarpar dinmek nedir bilmeyen bir titreşimin bedeninizden, ruhunuzdan intikam alan açlığına tutulursunuz hunharca! Yüzünüzde yıkanır kızıl nehirler, sarhoş kuşlar vurur sığlarınıza sessiz sedasız! Ölürsünüz, şoklanırsınız kırağı düşmüş tomurcuklara. Goncaları solar diyarlarınızın, budaklarınızı vurur boran. Sonra bir el gelir sevdanın hayal eli; dokunur, açılır kanlı sağanaklar çekilir bucaklarınızdan acılar. Yeşil naz nilüferler kaldırır eteklerini akıntısında saydam göze suyu, masmavi polenler sancır, mavi kirpikler titrer filizlenir keseciğinde. Uçlarında yeşil topak rüyaların dokunuşları, içinde elasına karışmış bir acelecilik, pür telaş efendim; öylesi bir sevişmenin kaçamak meyvesinin o alengerli bakışlarına kapılır, öylesi dirilirsiniz ki bu defa hepten kaybettiğinizi, öldüğünüzde anlarsınız! Gece, ışık hüzmelerinden süzer dönmeyen gidişlerini göğsünüze. Bir parça şuh ya; o da şaşırır, şaşırır filizlenmeye durur güneşin uçları yanarken koynunuzda. Kızarır, içlenir, olgunlaşır irislerinde içselliği ah çekişlerinizin!.. Nisanı mayısın kapısında çığırtır yalvartır. Kollarında arkaya düşünce boynu denizin; ay ışığında yakamozu besteleyen sapından güllerin, çoraklaşmış diyarlarınıza düşer teni, ışık ışık delinen delgeçlerinden çağlayanlarca buhranlarınıza dökülür. Bağırtır geceyi, kanatır gün dönümlerinizi, bir parça sevilmenin sarhoşluğunu tadamamanın kıskançlığıyla yaşarken, hissederken, her zerresinde ruhunuzun sevmeyi, uzanıp dokunamamanın acısıyla kaskatı kesilirsiniz. Ta ki gözlerinde bir daha kaybedinceye değin!

Ah o anın yüreğime ram olup damlayan sersemliğiyle, dayanamaz bir daha arkaya atar başınızı. Ham sesler çıkarırken, gülüşlerinde hapşıran ladin kozalaklarına sığınırsınız. Tan likörü sarhoşluğuyla çırılçıplak, ayak ayak üstünde gündoğumu resitallerine yakalanırsınız beyazlanmaya yattığınız dallarda. Ay yüzünüzde yıkanırken, siz yıldızları toplarsınız heybenize. Toplanır kaçarken bileklerinizde ıslak yosunlar, sevdanın kız koynuna kayıp düşersiniz. “En başa alır bırakır sizi gökkuşağı anaçlığıyla. Boynunuzda gökkuşağının kordonu siz en çok maviyle beslerken sevgiliyi, yosunlarınızdan emer bir parça sürrealist ya, hayta ya… Aşılar gökkuşağını yapraklarınızda titrerken soluğu!’’ Ah alıp öpmeye kıyamadığınız ince beyaz, tadında bakışları delirten kız koynuna…

Sev sevebildiğin kadar o saatten sonra ihtiyar kucağına yatırdığı açlığından Bahya’yı! Tadında ortanca mavisine keserken kuzey, bırakın bağırabildiği kadar bağırsın artık sizindir Ortahisar, Zağnos. Defalarca yolundan döndüğünüz, ah başına çaput bağlayamadığınız şehir… Boşalır aortlarınızdan, Arnavut kaldırımlı o daracık sokaklar; kim bilir kaç kez iki uç yörüngesinde aynı sokaklarda, ayrı düşmenin burukluğuyla sevdanın! Kaç kez Ortahisar’dan salındı Zağnos’a; eziği boynunuzda kan getirirken gönlünüze çöken mavi kanatları. Ve ağzı açık bir kuş gibi çırpınırken beden, kim bilir kaç kez haykırdı sevdiğini! “Bak ben deliyim, sevdalı…Ona bu kadar yakın olduğunu bilmeden. Belki de kulaklarındaki çınlama o günlerden kalmaydı. Cahildi, toydu, gençlik felsefesinin ilminde hecelerken duyamadı belki de acısı gonklarca vurulmuştu ruhunun titreşimlerine Berzahtan… Duyamayışı bunca zaman sonra ondandı. Kaybedilen ve dünyayı durduracak kadar büyük bir aşkla çağlıyorken beden, değer bilmeyenleri kıskanmanın aptallığıyla dalıp gidersiniz bir günlük ömrünüz kalsa bile, denizler çalkalanan köpüğü tadınızda gözlerinde. O, aşkın tarihçesiydi tüm lugatlarda ezberletilen. O, aşkın ölümsüz çeşmesi, abı hayat suyuydu. Ah Difenbahya’nın gözleri, gözleri Bahya’nın beni bilmediğim diyarlara bırakan, kumsallarda beyazı akmış zambaklara yalvartan, eskimiş palmiye yapraklarına eşkin çektiren, ayaklarımın altını parçalayan çakıl taşlarının yoldaşlığıyla yollara düşüren… Bitmeyen bir senfoniyi ta Rodop’a kadar çığırtan; yağmur hep geceyle içli dışlı, gün ışığa hasret, küflenmiş saçlarında mayıs çiçeklerini çığırtan. Yoksa irislerindeki ısıyı saklanıp arkasına, işmara kısılışların ışığı emen yağmur muydu? Ondan mı göbeğimde ağlayan bu çocuk bu kadar güzeldi? Ve gökkuşağını bakışlarıyla dölleyen, saçlarında gecenin mayıs tomurcuklarını açtıran?.. Çim kokan tepelerden aşağı salınan gecenin yeşil damlacıklı kokusunu körfezin göğüs arasına gizleyen?.. İçlendikçe iyot kokusunda sersemleyen, kuzeyin körpe kızı, dalgaların arasında ondan mı denize yavruluyor, baharlara saçılıyordu?..

Ah Bahya’nın derya deniz, güvertesini deli gönlün yıkıp geçen gözleri! Beni sersemlemiş bir masal adasının tam ortasında olgunlaşmaya yatıran gözleri… Meçhule giden kayıkçının sarhoş naralarında bebek sesiyle sakinleştiren gözleri... Ham gözlerinde bebeklerin rüyalara salan; beni alev alev yakan kızıl guruplarda sırtüstü yangınlara bırakan gözleri! Ateş döken kalbimin tavında ruhumu eritip çılgınca içime bağırtan gözleri…Ve içimdeki o deli kızın fistanına gölgelenip maviyi tütsüleyen gözleri... Ah gövel ördeklere, parmak uçlarından yeşil nefesli çaylar akıtan! Suyunda papatyaların bakirelik arayan şaşkınlığı dillerine vuran gözleri… Boynunda sarkan yaşını ömrüme katan gözleri… Kaz ayağı kırışıklarında, ince göğüslü kızları yavruların ağzına sağdıran gözleri… Lohusa ırmaklarıyla ruhumun geçişlerini ruhuyla mayalayan gözleri… Ah henüz güçlü budaklarında filizlendiğim vadilerimde gelincikler açtıran gözleri!.. Gizlerimde lekesi canlanan sevişmeleri kanatlandıran, koynundan koynuma salıveren gözleri… Olgunlaştırdıkça sessizliğimde dinlenen gözelerimde durulan gözleri… Ebabillere kirpiklerimden su taşıyan gözleri, beni yarım kalmış şiirlerde tek ayak bırakan gözleri… Ah Difenbahya’nın gözleri, beni diplerine çekip gökyüzüne fışkırtan; içtikçe kaynağından aşkın sırtında deniz kabuklarından bir bahçeye usulca bırakan gözleri! Deniz kabuklarının kulağını hasretin hiç dinmeyen; kavuştuğunda bile hep doyumsuz bir açlıkla seven, şiirlerle doldurtan gözleri… Mercan adalarının salgılarında dişisini unutan, balık saksafoncunun caz resitalinde göğsüme serpilen benleriyle, yüreğimi mühürleyen gözleri… Ah Bahya’nın beni bitmez konçertoların, o en tiz sesinde ayırt ettiren gün ışığına uluorta sobelettiren gözleri! Aklımı, şuurumu, varlığıyla dolduran; dünyanın bütün güzelliklerini bana bakışlarından bir demetle sunan, o iri iri mayıs dolusu gibi yüreğimi vuran gözleri… Ah beni güzden kalma kırağılarda yapayalnız bırakan gözleri! Bana aşkı sevdayı anlatan, yalnızlığımı aşkıyla ağartan gözleri…

Belki de bir üveylikte bulmuştu beni sevilmişliğin nice sevilmemişliğinde. Hangisi daha ağırdı, sevilip terkedilmek mi; yoksa hiç sevilmemiş hissetmek mi? Seviliyorsa niçin terkediliyordu ki insan? Ah insan beyninin saniyelerde tükettiği, sahip olduğu nidalar duellosu? Düşünce olmasa ya, madem sevda deli işi, terkedilmeden delirse ya insan; o acıyla can çekişmese ya! Ah Bahya sevmenin kutsiyetiyle nur saçan nice toprakları şefkatiyle sulayan, nice gönüllerden geçip giden sonsuz rahmet! Ve aşkla ebedi yolda çağlayan Kevser; yağ bana, karanlığıma yalnızlığıma yağ! Gözlerinde sonsuz sevdana filizleneyim!...


''Delikliçınar Dergisi sayı 62''

21 Ocak 2021 8-9 dakika 7 denemesi var.
Beğenenler (10)
Yorumlar (6)
  • 3 yıl önce

    Güzel yazıyorsunuz Filiz hanım Kutlarım

  • 3 yıl önce

    Soluğu müthişti, hiç bitmesin istiyor bazen insan. Yürek dolusu kutluyorum değerli şairem. Dostça, saygıyla...

  • 3 yıl önce

    Ah bu sevda bir çiçekten nerelere nerelere almış başını da gitmiş bu sevda. Hasret hep olmalı belki aşkın içinde, özlem olmalı belki ama yine de güzel sevmek hem de dolu dolu hem de umarsızca, hem de sevdiğini yüreğinin orta yerine koyarak, eriyip gitmek gözlerinde kendi gözlerinin yok olmasını bile hesaplayarak... Kutlarım içtenlikle Filiz Hanım çok güzel bir yazıydı...