Dijital Panoptikon / Gözler Üzerimizde

Tarihin tozlu sayfalarına dönüp baktığımızda, Jeremy Bentham’ın 18. yüzyılda geliştirdiği "Panoptikon" tasarımı, yalnızca bir hapishane modeli değil, aynı zamanda modern gözetim toplumunun metaforik bir temsili olarak da karşımıza çıkar. Bu tasarımda, mahkumların bulunduğu dairesel yapı, merkezindeki bir gözetleme kulesiyle çevrilidir. Mahkumlar, her an bir gözetleyicinin onları izliyor olabileceğini bilmekte ama ne zaman izlendiğinden emin olamamaktadır. Bu belirsizlik, onları kendiliğinden disipline olmaya zorlar. Ancak, bugünün dijital dünyası, Bentham’ın hayalini bile kuramayacağı kadar güçlü ve görünmez bir Panoptikon’a ev sahipliği yapıyor: “Dijital Panoptikon”.
Artık sadece cezaevinde değil, oturma odamızda ve hatta cebimizde bile bu dijital gözetim dünyasının birer sakinleriyiz. Sosyal medya platformlarından akıllı telefon uygulamalarına, çerezlere ve izleme algoritmalarına kadar her şey, bizim için tasarlanmış birer hücre gibi. Ama asıl soru şu: Bu dijital Panoptikon’un içinde gerçekten kim mahkum, kim gözetleyici?
Dijital Panoptikon, gözetimin çok daha sofistike bir biçimini temsil eder. Gözetleyici kule artık görünmezdir; merkezi bir yapının olup olmadığından bile emin olamayız. Büyük teknoloji şirketleri, hükümetler ve algoritmalar, bir gözetleyici olmaktan öte, ortak bir ağın mühendisleridir. Gözetim artık tekil değil, kolektif bir inşadır.
Her internete giriş yaptığımızda, her "Kabul ediyorum" butonuna tıkladığımızda, farkında olmadan dijital Panoptikon’umuzdaki yerimizi alıyoruz. Bir fotoğraf paylaştığımızda, bir arama yaptığımızda ya da bir alışveriş sepetini doldurduğumuzda, kendi kendini besleyen bir gözetime gönüllü katkı sağlıyoruz. Bentham’ın Panoptikon’unda bile mahkumların gözetildiğinden şüphe etme anları vardı. Ancak dijital çağda mahkum olmak, aynı zamanda gözetimin keyfini çıkarmayı içeriyor. Akış bizim için kişiselleştiriliyor, ürünler ihtiyaçlarımızı "öngörüyor", yönlendirme algoritmaları arzularımızı bizden önce fark ediyor. Görünüşte özgürüz, ancak görünmeyen bir kuleye olan bağlılığımız her zamankinden daha güçlü.
Sadece gözetilen değil, aynı zamanda tapınan varlıklar haline geldik. "Data" (veri) bizim için yeni bir tanrıdır. Büyük veri (big data), tüm davranışlarımızı kataloglayan kutsal kitap gibi. Artık mahremiyet, kişisel bir alan değil, ihale edilen bir meta halini aldı. Facebook, Instagram ya da Google yalnızca dijital araçlar değildir; bireylerin zamanlarını, dikkatlerini ve kimliklerini sunmaya geldiği modern tapınaklardır. Dijital dünyadaki her hareketimizle, bu tapınaklara sadaka verir, onların daha da güçlenmesini sağlarız.
Bu dijital tapınakların en ayırt edici özelliği, sadece aktörlerin değil, izleyicilerin de oyuna dahil olmasıdır. Biri bizi izliyor. Ama o “biri”, belki bir arkadaş, belki bir marka, belki de bir kod parçacığı. Panoptikon bireysel bir hapishane olmadığı gibi, insan-insana gözetimle sınırlı bir alan olmaktan da çıkar. Artık algoritmalar ve yapay zekalar, davranışlarımızı analiz etmekle kalmaz, aynı zamanda yeni davranışlar yaratır.
Felsefi açıdan dijital Panoptikon’un en çarpıcı yönlerinden biri, gözetleyen ve gözetlenen arasındaki sınırların bulanıklaşmasıdır. Instagram’da bir hikaye paylaştığımızda, aynı anda hem mahkum hem de gardiyan konumundayız. Kendi kendimizi teşhir etmek, aynı zamanda başkalarını izleme hakkını da satın almak demektir. Sosyal medya, gözetimin tek yönlü bir sokak olmadığı, çok katmanlı bir izleme ağına dönüştüğü bir dünya sunar. Böylece, bireyin kendi hâkimiyeti altına aldığı illüzyon yaratarak bizi benzersiz bir "özgür köleliğe" sürükler.
Oysa Michel Foucault’nun vurguladığı gibi, modern iktidar, görünür ve bilinebilir olanı yöneterek işler. Ancak dijital Panoptikon’da görünülürlük arzusu nihai bir tuzaktır. Profilimiz ne kadar derinlikli ve detaylıysa, “benliği” ifade etme çabamız ne kadar yoğun olursa, algoritmalar için o kadar değerli hale geliriz. Gözetim artık bir zorunluluk değil, gönüllülükten beslenir.
Felsefe bize, eleştirinin de bir özgürleşme pratiği olduğunu söyler. Dijital Panoptikon’un içinde sıkışmış birey, farkındalığın gücünü aramalıdır. Öncelikli olarak, dijital dünyada “mahkum” değil, “önemli bir veri seti” olduğumuzu kabul etmeliyiz. Bizden alınan her veri, kapitalist gözetim ekonomisinin çarklarını döndürür. Bu farkındalıkla, sosyal medyada geçirdiğimiz zamanı, veri paylaşımı konusunda verdiğimiz kararları ve dijital alışkanlıklarımızı sorgulamaya başlayabiliriz. Ancak bu bireysel farkındalık yeterli değildir; çünkü bireyler, büyük veri sistemleri karşısında yalnızdır. Asıl kurtuluş, dijital Panoptikon’un toplumsal düzeyde yeniden yapılandırılmasıdır.
Modern dijital teknolojiler, toplumun kamu yararına hizmet edebilecek şekilde düzenlenmeli ve etik standartlarla çerçevelenmelidir. Algoritmalardan şeffaflık talep etmeli, verilerin sınırsız sömürüsüne karşı direnmeliyiz. Panoptikon'dan çıkış yolu, mahkûmun kendini gözetleyen olarak yeniden konumlandırmasından değil, sistemin dile getirilip tartışılmasından geçer. Sorarız: Bu yapı kimin hizmetinde, ve kimin faydasına işliyor?
Dijital Panoptikon, içinde yaşadığımız çağın hem bir aynası hem de bir hapishanesidir. Modern birey bu labirentte elindeki ışığı bulmak zorundadır. Ancak ışık, yalnızca kendimizi izleniyor hissiyatından kurtarmakla değil, aynı zamanda yeni bir dijital etiği inşa etmekle elde edilebilir. Ve belki de, Bentham’ın Panoptikon’u aslında bir uyarıydı: Her şeyin görüldüğü bir dünyada, insan olarak görünmezliğin değerini hatırlamak belki de en önemli özgürlüğümüzdür.