Din Sermaye Devlet İlişkisi
"Gökyüzünden söz etmeleri ,yeryüzünü sömürmek içindir "Maximilien Robespierre
İnsanoğlunun, beraber yaşayamamasından dolayı daha doğrusu,özel mülkiyetin gelişmesi ve sınıfsal çelişkilerin kendisini geliştirmesiyle insanlar, dinleri icat etmiştir.Hobbes,Lock, Roousso kitaplarında hep bir sözleşmeden bahsederler ve bu toplumsal sözleşmenin sonucunda devletlerin oluştuğunu söylerler ama aslında devletler bir ara mekanizmadır ve sözleşmenin asıl amacı ;din-devlet-sermaye üçlüsünü pekiştirmektir.
Din,devlet,sermaye, insanların icat ettiği ve birbirlerine güç verdiği,bazen birbirleriyle çelişki (kriz) yaşadığı köklü sözleşmelerdir. Peki bu nasıl olmaktadır ?Mesela ;Sümerliler' e bakalım. Sümer tapınakları ve Eddubalar, rahip kralların düşünce okullarıdır. Bu zihniyet inşacıları, dönemin toplum mühendisleri, (şaman, rahip, şeyh diye devam eden) Tanrı-kul buluşları ile rızaya bağlı köleler yaratmışlardır.Rahipler:yerel örgütlenmeler ile tüm topluma nüfuz etmişlerdir. Devletin prototipi 'aile' rahibin de yerel örgütlülüğüdür. İktidarın kendini sürdürebilmesi için her bireyin içine -ruhuna- tohumlarını ekip yeşertmesi gerekir.Yani rahipler,din -devlet ilişkisiyle sınıfsal toplumu güçlendirme ve onu ilerletmekte başarılıydılar. Bu sınıflaşma, o kadar ilerledi ki;köleler, aristokratların, rahiplerin ve devlet isimlerinin evinde onlara hizmet ediyordu.
Rahiplerin ,din -siyaset çerçevesinde böyle bir pozisyonu ve misyonu vardı. Peki din - devlet parelel güçlenmesi tarihte sadece Mezopotamya’da mı vardı? Hayır! Roma İmparatorluguna bakalım: Roma pagan dönemde putperestlikten, Hristiyanlık döneminde de Kilise'den yararlanarak yönetim ve devlet sistemini sağlamlaştırma yoluna gitmiştir. Ancak son dönemlerde Kilise'nin devlet katında etkinliği iyice artmış hatta Kilise devletleşme yoluna girmiştir.Nasıl rahipler Sümerlilerde devlet adına hareket ediyorsa ,Kilise de bu yolda devam etmiştir.
Ayrıca, günümüz Avrupası din ekseni altında Şovenizm yapmayı artırdı . Samuel Phillips Huntington "Medeniyetler Çatışması" adlı tezinde Batı' nın geri kalan kısmına, bu din farklılığının ve farklı medeniyetlerin oluşunun bir sorun teşkil edeceğini iddia etmiştir.Çünkü, O da bir Batılı ve bu eksende yaklaşması normal'di.Bu şekilde, Batı' nın sosyo- ekonomik hegemonyasını yüceltecekti.
Batı bakış açısına sahip başka bir yaklaşım daha söz konusu:1990’da “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlıklı makalesinde “medeniyetler çatışması”ndan söz eden Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis, “Müslüman Toplumlar”ın modernizme ve laikliğe kapalı ve hazırlıksız olmalarından söz ederek, “Batının gücü” karşısında ve “Allah’ın yolunda” şiddeti kaçınılmaz gören “azınlık zihniyeti” üzerinde duruyor; “Müslüman dünyası”nda Batılı “değer” olarak “yalnızca diktatörlüklerin tutunabildiği”ni ileri sürerek İslam’ın ve Arapların “zamana karşı sabitlenmişlik”leri iddiasında bulunuyordu. Lewis, Ortadoğu ve Asya’da Batı emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı gelişen tepkileri bu çerçevede değerlendirmeye çalışıyor, “Doğu’nun Batı’yı taklit etmekteki başarısızlığı” ve “haseti”nin, “Batı düşmanlığını körüklediğini” ileri sürüyordu. O, modern ve ‘laik’ gelişme ve “değerler”i, “bizim ve sadece bizim” diyerek “Batı”ya mal ediyor, “İslam fanatizmi”nin bu değerlere karşı “kin ve nefretle savaştığı”nı ileri sürüyor; “Ortadoğu ve İslam tarihi araştırmacısı” etiketiyle ve Batı hayranı sosyologların “büyük tarihçi” övgülerine mahzar olarak dini inanç farklılıklarını “uygarlık ve kültür farkı”na genişletiyor, İslam’ı Batı ve modernizm düşmanı “karanlık çağ ideolojisi” olarak gösteriyordu.Böylece , bu bölgeyi kriminalize ederek ,Batı' nın Emperyalizmini meşrulaştırılıyordu.
Amerikan ve Batılı emperyalist yönetimlerin dine ve dinin politik amaçlı kullanımına verdikleri ağırlık ve gösterdikleri aşırı ilgi ile “İslami terörizm tehdidi”ne yaptıkları vurgu bağımlı-geri ülkelerde misyoner faaliyetlerinin hızlanmasına, dine yöneliş eğiliminin güçlenmesine, farklı dini inançlara sahip kitleler arasındaki ilişkilerin sabote edilmesine yol açmakla kalmadı; ‘barış’, demokrasi ve uygarlık düşmanı faaliyetlerle işgal ve yayılma politikalarının sözde gerici bir dini anlayışa karşı ve sözde daha uygar ve ilerlemeye açık bir dini anlayışa güç vermek adına uygulaması olanaklarını da genişletti.Bu genişleme , ABD ve Batı oluşan kaosla birlikte, o bölgede silah ticaretinden büyük kazanç sağlama,petrol ,su ve diğer kaynaklardan, daha fazla yararlanma ( sömürme) politik hegemonyasını sağlamlaştırma, İdeolojik ve kültürel varlığını dayatma gibi kazanımlar elde etmek istemiştir.
Din'i, Kapitalizm ile ilişkilendiren Max Weber ,Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında gôrüşünü şöyle ifade etmektedir:
Protestan ahlakında bir kişinin doğduğunda cennete ya da cehenneme gideceği yani seçilmiş olup olmadığı bellidir ve bu mezhepten kişiler eğer seçilmişlerse bir işaretle Tanrı'nın bu durumu onlara göstereceğine inanırlar.(ör:yetenek, ünlü olmak vs) Max Weber' e göre, eğer bu kişiler ne ünlü ne de özel bir yeteneğe sahip değillerse başka bir işaret olan zenginliğe yönelirler ve bu amaç uğruna sürekli çalışırlar ve bu devinim kapitalizmi doğurur.Jere Cohen’e göre, Weber’in Protestan ahlâkının tarihî etkisi hususundaki değerlendirmesi muhtemelen abartılmaktadır, çünkü rasyonel kapitalizminbaşlangıçta ve esas olarak Protestanlığın etkisi altında geliştiği doğru değildir. Çünkü Weber, Rasyonel kapitalizmin Reformasyon öncesi İtalya’sındaki gelişme derecesinin farkında değildi. Hâlbuki eldeki veriler göstermektedir ki, rasyonel kapitalizm, Protestanlığın değil, Katolikliğin egemen olduğuReformasyon öncesi İtalya’sında doğmuştur. Bu dönemde her ne kadar küçük kasabalar ve kırsal kesim geride kaldıysa da, birkaç anahtar ticaret merkezi imalat, ticaret, madencilik ve faizle ödünç vermeye dayalı başarılı bir kapitalist iktisadî düzen geliştirmişlerdir.
Avrupa ,kendisini " laik göstererek" küresel ekonomi ve sosyo- politik açısından ,piyasada güven artırma ve demokratik konumunu sürdürme ve güçlendirme açısından bu stratejiyi sürdürmeye devam etmektedir.Aslında Avrupa, laik değildir.Bunu bir kaç ülkenin durumu ile örneklendirelim.
Laik sözcüğünün yolculuğu Yunanca'da halka ait, ruhban olmayan anlamına gelen laikos'a kadar gidiyor.. Günümüzde Avrupa ülkelerinde kilise vergisi alınmaktadır. Bu ülkerin bazılarında gönüllü bazılarında ise zorunludur.Ama farketmez, sonuçta Laikliğe aykırıdır. Fark etmez diyorum. Çünkü vergilemenin mali amacı, devletin gelir elde etme amacıdır. .Kilisenin var oluş pozisyonu dünyevi değildir.Ayrıca inanç vergisi miktarı ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir.
1953 Anayasasına göre Dani-marka’nın milli kilisesi, Lutherci Evanjelik Kilisesidir. Bu kilise resmi olarak Danimarka halkının %90’ını temsil temektedir. Anayasaya göre, kilise dev-leti destekler ve kilisenin statüsü kanunla belirlenmiştir. Resmi olarak Kral,Luther kilisesinin yöneticisi durumundadır ve kralın adına hükümetçe gö-revlendirilen bir bakan kilise işlerini yürütür. Papazlar memur statüsünde olup devletten maaş alırlar .
Yunanistan’da dini düşüncelerin rekabeti ve serbest bir şekilde yayıl-ması söz konusu değildir; kendi inancını yaymak cezalandırılmaktadır. Çün-kü Ortodoks olmayan düşüncelerin yayılması ülkenin Ortodoks geleneği için son derece tehlikeli görülmektedir.
İrlanda’da Katoliklik tamamen farklı bir kurumsal statüden yararlanmaktadır. Anayasa, sadece Tanrı ve teslis inancına baş-vurmamakta, aynı zamanda Katolik etki altına da girmektedir. Anayasa’da “tabii hukukun” Katolik kavramlarının temelleri üzerine oturan aile, eğiti-min anne/baba tarafından kontrolü ve özel mülkiyet, özel bir koruma altın-dadır. Devlet tarafından kamu hizmetlerinin geniş bir kısmında yetkili kılı-nan Katolik kilisesi bunlardan büyük bir kısmını yerine getirmektedir.
İngiltere parlamentosunda anglikan kilisesinin temsilcisi bulunuyor. kral/kraliçe aynı zamanda kilisenin başındaki isim olarak öne çıkıyor.Birçok piskopos doğal yoldan lordlar kamarası üyesidir. Parlamento dua edilerek açılır ve dini yetkililerin atanması başbakanlık onayı da dolaylı yoldan bağlıdır.
Mezopotamya,Roma İmparatorluğu ve Avrupa'ya değindik, biraz da İslam-sermaye-devlet ilişkisini elealalım.Muhammed’in İslam’ı tebliğ etmeye başladığı VII. yüzyılda Hicaz bölgesinde de kölelik vardı. Öyle iş olsun diye değil, iktisadi yapının dayanaklarından biri olduğu için. Köle emeği kabile düzeninin taşıyıcı parçalarından biriydi. Haliyle yeni din, köleliği kaldırmayı aklından bile geçirmedi.
Sonra yeni din kabilelerin birleşmesine vesile oldu, devlet ortaya çıktı. Devletler ise yeni dini bir fetih ideolojisine -cihat- dönüştürdü. Savaş köleliğin “meşru” kaynağı haline geldi ve kölecilik ilerledi. Savaş sonunda esir edilen erkek ve kadınlar ganimetti, kölelere ve cariyelere dönüştürüldüler. Nedir asrın özelliği? Kölecilikten, kabile toplumundan feodalizme geçiş. Kurallar, ölçekler değişmektedir. Köleciliğe sınır getirilmiştir, kadınlar alınıp satılan bir mal olmaktan cariyeliğe, çok eşliliğe evirilmişlerdir. Kabile devlete dönüşmeye başlamıştır. Yani ekonomi ve siyasi koşullar,bu süreci zorlamıştır .Bu, dinlerin temel isteği değildi, kendisini revize etmek zorunda kalmıştır.Daha sonra,Emeviler dine yaslanarak bir Arap devleti kurdular.Abbasi'ler de dine dayanarak devlet oldular, önlerine çıkan bütün toprakları yağmaladılar ve servetlerini çoğalttılar.
Araplar yeni dinin yardımıyla bir devlete dönüşüp başka halkları işgale girişince, önde gelenleri köle zengini olmuştu. Bir şehir fethedildiğinde ele geçen bütün erkekler, kadınlar ve çocuklar esir alınır, ganimet aralarında İslam hukukuna göre taksim edilir, efendiler paylarına düşenlerin boyunlarına ip geçirerek sürüyerek götürürlerdi. Aralarında köle sürüsü binlerle ifade edilenler ,kendisine has feodalizm -sermaye zenginleşmesi oluşturmuştur.
İslam coğrafyası olarak adlandırabileceğimiz (Kuzey Afrika’nın batı ucundaki Moritanya’dan Güneydoğu Asya’daki Endonezya’ya uzanan) geniş bölge, asıl olarak 18. yüzyıldan itibaren kapitalizmin hâkimiyetine girmeye başlamış ve ancak 1950’li yıllardan sonra gerçek anlamda kapitalist sanayi filizlenmiştir. İslam coğrafyasında modern anlamda burjuva sınıfların oluşması ve toplumun kapitalistleşmesi de bu bağlamda geç bir dönemde gerçekleşmiştir. Fakat kapitalistleşme sürecinin görece gecikmişliği, burjuvazinin İslam dinini kendi çıkarları temelinde revize etmesini ve kullanmasını engellememiştir.
Kapitalizm her şey ile işbirliği yapmaya hazırdır. Bunların başında "din" gelmektedir. Onun varlığını en büyük tehdit olarak gördüğü gibi kendi varlığının da teminatı görmektedir. Her şey “pazar” olmanın nesnesi olmasına bağlıdır. Din kapitalizm için en önemli sermaye alanlarından biri haline gelmiştir. Bunun da adını akademik çevrelerce kullanılan anlamıyla “sosyal sermaye”dir.
Türkiye örneğini sunalım:28 Şubat sonrası dindarların elit kısmı Kapitalist söylemlerde daha fazla bulunmuş tavır ve duruştan yoksun, dini temellendirmeden kaçınan Değerler Eğitimi adıyla kapitalizme ve egemenlere uyumun daha sağlıklı sağlanacağı bir dili geliştirerek,bir avuç dindar kesim; Batı ve diğer sosyo-ekonomi unsurlar tarafından desteklenerek zenginleşmişlerdir.
Başka bir örnek:merkezde-kamusal alanda kendisine yer bulamayan muhafazakar-dindar kitlelerin 1950’lere kadar taşra dışında hemen hiçbir alanda yaşam şansı bulunmamaktaydı. Demokrat Parti çıkışıyla birlikte bu kesimlerin sistem içerisinde pay alma sürecine dahil edildiği ve yavaş yavaş kendi kimliğiyle kapitalist restorasyona katılmaya başladığı görüldü. Köy-kasaba ve küçük şehirlerin bir tür getto kimliğine indirgenmiş olan İslamın, merkeze yeniden taşınması ise, aradaki boşluk yıllarının yarattığı içeriksizleşme ve devletten uzak olmanın verdiği özgüven eksikliği ile gerçekleşmiştir.
1980’lerde Turgut Özal’ın tekelci sermayeye karşı Anadolu sermayesini öne çıkararak denge kurmaya dönük politikası, bu muhafazakar sermayenin iktidar erkine de ortak olmaya yönelmesini getirdi. Özellikle TOBB içerisinde güçlenen bu kesim 80’li yıllar boyunca kurduğu uluslararası bağlantılar yoluyla tekellerin yolundan yürüyerek tekelleri kırmaya dönük bir seyir izledi. Aynı dönem boyunca gerek hükümet kredileri ve teşvikleriyle gerekse hayali ihracat ve kaçakçılık yöntemleriyle palazlanan yeni bir burjuva sınıfı daha türedi. Köşe dönücü, işbitirici ve kozmopolit vasıflarıyla bu yeni “lümpen burjuva” tipi içerisinde muhafazakar unsurlara rastlamak da mümkündü.Daha çok örnek verilebilir..
Öncelikle Batı' da ve sonra diğer bölgelerde Burjuvazi, işçilerle sınıf kavgasına girdiğinde, dinin kurumsal güçlenmesine karşı tutumunu değiştirdi ve dinin ve idealist felsefenin kitleler üzerindeki etkisini sınıf egemenliği ve sömürü sistemi yararına kullanmaya yöneldi. Yönetimi altındaki “topluluğun” itaatini sağlamak için baskının yanı sıra, tüm toplumun ve haklarının savunucusu olma iddiasıyla bir “kader ortaklığı” fikri etrafında birleşmeyi dayatıyordu. Geliştirmek istediği sisteminin serpilip yayılması, tüm tutucu kurum ve anlayışların aşılmasını gerektirmesine karşın, otoritesini topluma kabullendirmesi için kaderci, “kutsi” anlayışlarla uzlaşmaya ihtiyaç duyuyordu. Burjuvazi de, bir “bilinç biçimi” olarak din de, “toplumun karşılıklı güveni ve dayanışması”nı istiyordu.
Bu açıdan Gramsci' nin " rızanın üretilmesi" kavramına kısaca değinmek gerekiyor.Gramsci’ye göre, modern toplumlarda iktidarın doğası hegemonik olup, hegemonya, iktisadi ve siyasi olduğu kadar ahlaki (kültürel) bir görünüm de arz etmektedir. Yani mücadele sadece üretim araçlarının mülkiyeti üzerinde değil aynı zamanda bilinç, zihniyet, değerler ve normlar üzerinde de cereyan ettiği savunulmaktadır.
Bu bağlamda hegemonya, bağımlı bilinç biçimlerinin şiddet ya da zora başvurmadan inşa edildiği süreç yani rızanın örgütlenmesi olarak tanımlanabilir. Nitekim kapitalist iktidar biçiminin toplumun geneli üzerinde baskı olarak gerçekleşdiği düşünüldüğünde, egemenler toplumu kontrol altında tutmak için iktidar araçları ile hegemonyasını, toplumsal alan üzerinde gerçekleştirmektedir. Bunun için iktidar tüm olanakları ile toplumu biçimlendirmeye ve denetlemeye ve de toplumun iktidarı içselleştirmesine odaklanmaktadır. Egemenler bu süreçte hegemonyasını ideolojik aygıtları kullanarak toplumda yaygınlaştırmaktadır.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci evresine geçiş, “siyasal demokrasi”den siyasal gericiliğe geçiş de demekti. Tekelci burjuvazi, feodal gericiliğin tüm ilkel ve Ortaçağcı güçlerini yedeğe alarak işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı mevzilerini güçlendirmeye yöneldi.
Din-devlet -sermaye ilişkisi küreselleşme ile birlikte boyut ve biçim değiştirdi. Yeryüzü piyasaya açılmış, her kişi ve her şey artık piyasaya sunulmuştur:Tek ve mutlak olandan düşünce üreten kutsal kitapların katı kuralları değil, kuralsızlığı geçerlidir artık. Nasıl yani ,din güç mü kaybediyor?
Hayır !Sadece alan değişikliği yapmak zorunda kaldı. Katı bir "territorial yapıdan" (sınırları belirlenmiş topraksal bir alandan) esnek ve tüm dünyaya hitap eden bir alana yönelmişir.Çok uluslu şirketler gibi.Comte'a göre toplumsal değişme teolojik,metafizik ve pozitif olmak üzere üç aşamadan meydana gelir.
Comte'a göre pozitif evrede,bütün toplumlar zorunlu olarak pozitif devreye ulaşırlar. Bu evrede gerçekler sadece gözlem ve deneylerle araştırıldığı için pozitif bilim ve endüstri belirgindir. Gezegenimizde ,yaşam henüz bu aşamada değil. Çünkü din- devlet-sermaye üçlüsüyle pozitivist bakış açısına karşı olağanca savaş devam ediyor. Özetle;bu ayette şu yazıyor ,aslında kuran ,incil,şunu demek istiyor tartışma alanından çok meselenin ekonomi-politik,canlılık, evrimsel,aile,doğa ekseninde analiz edilerek, kökeni bu bağlamda değerlendirilmelidir.