Eğitim Şart


Nerede o eski; müzik, dil, din, fen ve beden eğitimi veren, Allah'a yaklaştıran dayaklar?

"Ne diyor ya hu bu adam?" Dediğinizi, hatta "Olur mu arkadaş böyle şey, dayağın da müziği, dil bilgisi, feni mi olurmuş allasen?" Dediğinizi duymadım zannetmeyin...

Olur efendim bal gibi olur...

Yeter ki sakin olalım. Öyle gerilip, kızmaya, galeyana gelmeyelim hiç! Tek tek, tane tane anlatacağım size söz. Yeter ki sakin olalım!

Bizim çocukluğumuz zamanında anne-baba dayağının cezalandırma ve ders verme amacı kadar; bir fonksiyonelliği, bir ahengi, bir ritmi vardı...

Nasıl mı yani mi?

Buyurun beyim şöyle alalım sizi ve anlatım...

Şimdi efendim, öncelikle aklımızda bir çocuk canlandıralım lütfen. Sizi bilmem ama bence, çocuğun kendisi; afacan mı afacan, velet mi velet, keratanın teki zıpır bir çocuk olsunmuş. Ve kendisi evin içinde top oynasınmış ve top vazoya çarpsın, vazo da düşüp şannngırrr diye kırılsınmış. Bu da yetmezmiş gibi tuzla buz olsunmuş vazo. Ki vazo da dede yadigarı, maneviyatı paha biçilmez olsunmuş... Bak sen şu işeymiş... Eyvah ki ne eyvah, vah ki ne vahmış...

E tabi şannngırrr sesini duyan annemiz ne yapar bu durumda? Bir eliyle yakalar çocuğu kolundan, diğer elinde terlik... Ve ardından başlar derse anne ve terlik oda orkestrası... (Anne; bir yandan orkestraya şeflik yaparken, bir yandan da hem vurmalı çalgı çalıyor, hem assolistlik, hem de öğretmenlik yapıyordur.)

Önce, içten ve içli içli sesle, camları kıracak kadar güçlü bir tonda, solo bir girizgah yapar anne ve:

"Seni kör olmayasıca seni! Seni boyu possu devrilmeyesice seniiii! Diye inletir ortalığı...

Ve ardından başlar orkestra:

Ben (şak)

Sa (şakk)

Na (şak)

Kaç (şakkk)

Ke (şak)

Re (şakkk)

De (şak)

Me (şak)

Dim (şak)

Mi (şak)

Hıı (şakkkkk)

E (şak)

Vin (şakk)

İ (şak)

Çin (şak)

De (şak)

Top (şakk)

Oy (şak)

Nan (şak)

Maz (şakkkk)

Di (şak)

Ye (şakkkkkk)

Nedense böyle bir durum söz konusuydu eksiden; anneler, çocuklarını bir yandan döverken, bir yandan da söylenir, söylenirken de söylediklerini hecelere ayırırlardı. Ve her bir heceye bir şaplak denkleştirirlerdi... Çocuğun vücudunda da nereye denk gelirse artık...

Bazı anneler hayattan veya kocasından hıncını çıkartırcasına kontrolünü kaybedip vurdukça vururlardı çocuklarına... Sanki ceza vermek değil de daha çok deşarj olmak için vurur gibiydiler ve bunu meşrulaştırmak amacıyla işlenen suçu olduğundan daha vahim göstermek için uzun uzun cümleler türetirlerdi.

Anne bir yandan döver, bir yandan yukarıda heceleyerek yazdıklarımı söyler. Ama kesmez, hızını alamayıp devam eder: "Bir da ha ya pa cak mı sın? Ha! Ya pa cak mı sın, bir da ha? Yap bak ne ler o lu yor o za man? Ne ler o lu yor o za man bir da ha yap bak sen! Gö rür sün sen! Ke mik le ri ni kır maz mı yım ben se nin? Bak da gör sen o za man!" Diye... Sanki, eşek sudan hiç gelmeyecekmiş gibi döver yani çocuğunu. Annenin, dayak fasılını uzattıkça uzatacağını tahmin ettiği için, yolda dilediği kadar inatçılık yapabilir eşek...

Düşünün artık bunca kelimedeki her hece bir şak'lık nota... Metronom koysan; kafayı yer, yaylar neyin dağılır. Ben hece hece yazarken yoruldum valla...

Ne kadar dayak yediğini anlamak için direk şaplak saymak olmaz, çıkamazsın içinden cunky... Bu yüzden de; annenin söylediği cümlelerdeki heceleri hesapla kaç tane şaplak yediğin çıksın ortaya...

Gülmeyin efendim öyle... Dayak kadar ciddi bir konudan bahsediyoruz burada...

Yetenek, tecrübe, koordinasyon harikası bir eylemdir bu. Annelere has bir durumdur, babalar beceremez böyle şeyleri.

Çünkü, annenin onca hece için vurduğu terlik darbesine karşılık, babadan gelen tek bir fiske ya da sille kafidir...

Neyse esas dayak ve ders ilişkisine devam edelim biz.

Şuna emin olabilirsiniz ki efendim: Çocuk, terliği bir taraflarına yedikçe, kesinlikle ritm duygusu gelişmektedir. Sonra tempo tutmayı, hece ile şaplak arasında istisnasız bir ahenk olduğunu, zamanlamayı ve en önemlisi daha okula başlamadan kelimeleri hecelere ayırmayı öğrenmiştir artık.

Bununla bitti mi ders faslı? Hayırrrrr!

Şimdi efendim, annenin bir eli çocuğu kolundan tutuyor, diğer elinde terlik var ya hani ve anne; "Yer misin, yemez misin?" Diye "ha babam, de babam" vuruyor ya hece hece... Pekiii ne yapıyor, terliği; kıçına, sırtına, beline yiyen çocuk? Her seferinde kıvrak bir hareketle kendini ileri atıyor, zıplıyor, hopluyor, kıvırıyor, kıvranıyor, kaçmaya, kurtulmaya çalışıyor falan. Ne oluyor böylece? Gördüğünüz üzere, akşama kadar evde hımbıl hımbıl oturan, oturmadığı zamanlarsa evin talan eden çocuk, kültür fizik hareketleri yapmış oluyor efendim.... Yani beden eğitimi dersi almış oluyor pek şiirin afacanımız. Sağlıklı yaşam konusu bir yana, çocuk; bedeninin direnç ve hamle kapasitesini daha iyi tanıyor böylece... Hatta zamanla dayağa duyarsız, kösele gibi derisi de olabiliyor bazı kerataların... Yaaa gördünüz mü, ne kadar muhteşem bir faydası var dayağın...

Diğer taraftan, çocuk; her hamlede daha da hızlı ve ağzından çıkan feryat ile daha uyum içinde spor yapmaya başlıyor. Nasıl ki, askerler; marşlara uyumlu spor yaparsa bu da onun gibi bir durum yani. Bakın gördünüz mü? Annemiz bir yandan da çocuğu askeri eğitime hazırlık kampına sokmuş oldu. Böylece, daha askere gitmeden, manevra kabiliyeti gelişmeye başladı çocuğun. Anne daha ne yapsın, değil mi ama efendim?

Dayağın bir güzel yanı da: "Ahh!, Offf!" Gibi musikişinas seslerle birlikte ahenk içinde sarf edilen "Vurma anne, söz bir daha yapmayacağım." Gibi cümleleri farklı tonlarda bağırıp çağırdıkça ve daha çok da ağladıkça çocuk, ne oluyorrr? Çocuğun, ses telleri açılıyor, gelişiyor efendim. Ne kadar çok bağırırsa o kadar çok açılıyor ses telleri...

Bunun ilk meyvesini ergenlik döneminde sıkça yaşanan kronik ergen borazan ses hastalığına yakalanmamasıyla yiyor haylazımız. Diğer avantaj ise; (bu kısmı not edin bence, çok mühim çünkü) çocuğun, ileride şarkıcı ya da türkücü olma ihtimali artıyor efendim. Hatta iddia ediyorum; şu annesinden kaçmak için atlatıp zıplama hareketleri sayesinde, sahne performansı da çok iyi olacaktır veletimizin.

Defalarca: ""Ahh! Vurma anne, söz bir daha yapmayacağım!", "Off! Ne olur vurma anne! Ihh! Yalvarırım vurma! Offf!" "Yemin ederim bir Ahh daha yapmayacağım offf." Diye diye bağırıp çağıran çocuk, bir yandan da içinden dua eder: "Allah'ım ne olur çabukcak kırılsın şu kahrolasıca terlik!" Diye... Bak bak bak! Görüyor musunuz efendim, dayağın azizliğini? Çocuk nasıl da hem bağırıyor, hem de aynı anda içinden dua ederek Allah'a yakarıyor? Buradan şunu anlıyoruz; dayağın zeka açması bir yana, dayak çocuğa; konuşurken aynı anda dua etme melekesi kazandıran bir öğretim aracıdır... Hatta benim uydurduğum bir teoriye göre; Kur'an kurslarındaki falaka düzeneğinin tek amacı budur efendim. Boşa dememişler: "Dayak cennetten çıkmadır!" Diye...

Yine, dayak yenildikçe feryat figan verilen sözler, edilen yeminler; ileride tutulmak üzere verilecek sözün tutulması için bir ilk adım niteliği taşıyor efendim. Böylece çocuğun ahlâk bilinci geliştirilmekte, sözünün eri olmaya teşvik edilmektedir. Ne güzel değil mi efendim? Kim istemez böyle evladı?

Sonra efendim, anne çocuğun koluna NASA'nın Ay Üssü Alfa'ya yolladığı mekik gibi kenetlendiği için annesinden kurtulamayan çocuk her darbede annesinin etrafında dönüp durmaktadır. Anne vurur, çocuk; hoplayıp, zıplayıp döner. Anne vurur, çocuk döner... Anne vurur, ço... Neyse...

Dışarıdan gören Afrika yerlisi ya da Kızılderili bir savaşçının yaptığı savaş dansı zanneder bu hareketleri. Ama olay başkadır.

Bu dönme olayı, Dünya'nın Güneş'in etrafında dönmesinin temsilidir aslında. Evet! Evet! Budur olay...

Burada çocuk Dünya, anne Güneş, terlik de Dünya'nın peşinde dolanıp duran, ayrıca kimi zaman Dünya'da Med-Cezire neden olan Ay oluyor efendim.

Not: Annenin sol eli mekiğin tutma aparatı, kolu ise kütle çekim kuvvetini temsil etmekteyken, terliği tutan sağ eli ve kolu mekanik bir kaldıraç görevi görmekte, kol kalkıp indikçe terlik görevini ifa etmekte ve bir yandan da Med-Cezir etkisi sağlamakta, bu etkiyle de bedende farklı ebatlarda çıkıntı ve girintiler oluşabilmektedir. Notun notu: Anne solak ise yukarıdaki açıklamaları bir zahmet siz değiştiriverin efendim...

Böylece ne olmuş oluyormuş efendim? Şu olmuş oluyormuş; dayağı yiyen çocuk, okulda anlatılacak Dünya'nın Güneş etrafında dönüşüyle ilgili temel bilgiyi veya kaldıraçlarla ilgili konuları ya da Med-Cezir gibi konuları uygulamalı olarak evde almış oluyor. Öğretmen derste anlatır anlatmaz, dayak yemeyen arkadaşları öğretmene boş boş bakıp "Ne diyor ya hu bu öğretmen?" Derken, bizim dayak yiyen çocuğun gözünde dayak yerkenki dansı canlanacak ve ev ile okulda öğrendikleri pekişecek... Değil mi yani? Cevap veriyorum: Evet!

Bunlar olurken anne bir taraftan da subliminal mesaj vermektedir aslında. Şöyle ki; sevilmeyen derslerde teneffüs zili bir türlü çalmak bilmezken, sevilen dersler nasıl çabuk geçiyorsa, anne için zaman çabuk geçmekte, çocuk için ömürden ömür gitmektedir. Böylece anne; "Derslerini seversen bak nasıl da çabuk geçiyor zaman." Diye, zamanın göreceli bir kavram olduğuyla ilgili alttan alttan mesaj vermektedir.

Bakın! Gördünüz mü? Dayak nelere kadirmiş değil mi?

Şayet, çocukluğunuzda annenizden böyle dayak yediğiniz için kendisine küstüyseniz yazık olmuş bunca zaman. Yazık şu geçen zamana yazık...

...

Maalesef benim ebeveynlerim ufak tefek fiskeler dışında böyle bir eğitime tabi tutmadılar bizi hiç. Bu yüzden de liseden sonrası yok efendim bendenizde... Yoksa kesin bilim adamı falan olurdum ben. Kesin...

Genel olarak biz, annemden azar-azar, azar yerdik. O esnada da annemize şebeklik yaptığımız için daha azar fasılı bitmeden gülmeye başlardı:)

Bizim evin salonundan balkona, balkondan da mutfağa geçiş vardır efendim. Birgün kardeşim ile salonda oturuyoruz. Annem elimde tepsiyle geldi. Tepside pirinç var. Salona girdi ve tepsiyi masaya bırakıp, çıktı odadan. Kardeşim de aynı anda fırladı ve tepsiyi alıp, balkondan geçerek mutfağa bıraktı. Sonra aynı hızla hemen salondaki yerine oturdu. Annem geldi baktı tepsi yok, şaşırdı, odaya göz gezdirdi, sonra mutfağa gidip tepsiyle geldi. Ama nedense tepsiyi masaya bırakıp yine çıktı. Kardeşim yine aynı şeyi yaptı. Annem yine geldi baktı tepsi yok. "Allah Allahhh!" Dedi mutfağa gitti, tepsiyi aldı salonda masaya koydu ve çok ilginçtir yine odadan çıktı. Kardeşim yine tabi... Neyse bu olay bir iki defa daha tekrar etti. Ama annem her seferinde masanın başında dikiliyor, daha da şaşkın ve tereddüt ederek donup kalıyor, etrafa bakıyordu. Biz de hiç bir şeyin farkında değilmiş gibi başka şeylerle ilgileniyor izlenimi verdik hep. En sonuncusunda annem dedi ki bize: "Ben buraya tepsi koymadım mı?" Biz de "Yooo!" Dedik. Ama daha başka kelime diyemeden, dayanamayıp güldük. İşte o andan itibaren annemin elinde terlik, kardeşim önde, annem arkada tur attılar evde. Gözünüzde daha iyi canlansın diye şöyle örnek vereyim: Annem, fizik olarak rahmetli Adile Naşit'e çok benzerdi. Şimdi Adile Naşit'i koşarken düşününüz efendim. Annem: "Delirdim zannettim eşek!" Diye diye bir kaç tur daha attılar evde ama hepimiz gülme krizine girmişiz. Annem, baktı Levent'i yakalayamayacak pes etti tabi. Oturduk, salonda dakikalarca gülmeye devam ettik. Annem de bir yandan söyleniyor bir yandan ince ince gülüyordu. Hep böyleydi benim yufka yürekli annem...

Babam mı? O, bir Beşiktaşlı olduğundan sanırım, her şeye karşıydı... Neye, nasıl fırça atacağını bildiğimiz için onu kızdıracak hareketlere karşı temkinli olurduk. Çocuklar bu konuda evrim geçirmeye çok musaitlerdir efendim. Bilmiyorsanız artık öğrendiniz.

Gerçi babam, bir keresinde kasaba çarşısının ortasında eğilip, kafa attıydı bana da beynim, kafatasımın içinde bir kaç tur dolaşıp yerini zor bulmuştu... Resmen zelzele olmuştu kafamın içinde... Ki uzun bir süre devam etmişti artçı sarsıntılar göğüs kafesimden içre... Demek ki; evrimimi tamamlayamadığım zamanlardan birisiymiş o zamanlar...

Öyle anneler gibi hecelere ayırarak değil.

Kısacık tek bir cümle ve cevap hakkı tanımadan tek vuruş.

"Ne işin var senin oolumm o kamyonette?"

KÜTTT!!!

Ve sonra bir o duvarına, bir diğer duvarına çarptı beynim, kafatasımın... Aslında çok da sert vurmadı muhtemelen. Ama benim kafa şimdiki gibi kocaman değildi tabi o zamanlar...

Darbeyi yiyince şöyyylee bir geriye hamle yaptı önce kafam, sonra peşinden de gövdem... Düşecek gibi oldumduydu da babam elleriyle kavrayıp, caraskal misali çektiği için son anda, düşmedimdi.

Hani vardır ya: Michael Jackson, böyle dizlerini bükmeden öne doğru eğilir yavaş yavaş ve düşmeden geri doğrulurdu. İşte bende de bunun tersi olduydu da geriye doğru dimdik yığılacaktım az kalsın... Ama baba yüreği işte. Tuttu da kurtardı evladını.

Böylece ne olmuştu efendim? Böylece, kafatası ve beyin ile ilgili anatomik bilgilerle, yer çekimi kanunu ve sismoloji hakkında ön hazırlık eğitimi almış oldum babamdan. Sağ olsun... Müteşekkirim kendisine...

Ama işte ancak orta öğrenim seviyesinde vermiş oldu dersini. Annem de biraz üzerimde çalışsaymış demek ki kesin doktor falan olurdum ben. Kesin...

Haklıydı babam aslında ama çarşıda, arkadaşlar arasında olmamalıydı kesinlikle.

Mevzu şu efendim: 1980'li yıllar... Kaç yaşımdaydım hatırlamıyorum. Yedi ile on arasıdır sanırım. Bazı abiler sokakta oynayan biz çocuklara: "Hadi çocuklar, sizi kamyonetle gezdirelim!" Dediler. Biz saftirikler de atladık kasaya. Belki bunun karşılığında para, çikolata veya gofret gibi bir ödül de vardı ama hatırlamıyorum. Arkadaşlarımın büyük bir hevesle kamyonete koştuğunu hatırlıyorum. Benimkisi sürü psikolojisi ile yapılan bir davranıştı sadece... Korkuyordum aslında...

Sonra abiler, verdiler elimize bir siyasi partinin bayrağını (parti adını hatırlamıyorum hatta onun siyasi bir parti bayrağı olduğunu da bilmiyordum. Çok sonradan öğrendimdi. Ama sağcı bir parti diye kalmış aklımda. Belki de solcu olan babamın en çok kızdığı nokta burasıydı.

"Şöyle bağırın, böyle bağırın, şunu deyin, bunu deyin, bayrakları da yüksekten ve hızlıca sallayın." Gibisinden bir şeyler tembihlediler. Biz de söz dinledik tabi... Bilmediğimiz, anlamadığımız laflarla slogan attık canhıraş bir şekilde... Ne kadar süreyle, nerelerde dolaştı kamyonet bilmiyorum. Çünkü, kamyonetin kasasından dışarıyı, daha doğrusu yolu ve dışarıdaki insanları göremiyordum bile. Yüksek binaların belki birinci veya ikinci katlarından yukarısını ve gök yüzünü görüyordum sadece. Bir de yanından geçtiğimiz ağaçların yüksek kısımlarını... O kadar küçüğüm yani. Ama bizden bir kaç yaş büyük çocuklar da vardı. Onlar dışarıdan görünüyordur muhtemelen. Yoksa dışardan bakınca kimse bizleri göremeyeceği için, sadece ses olarak gezmiş olurduk aracın kasasında..

Neyse... Çarşıdan geçerken babam görmüş beni TÖBDER lokali balkonundan. Nasıl ve ne ara indi, ne ara yakaladı beni bilmiyorum. Sağ olsun abi olacak o abi olamayasıcalar bizi çarşının ortasında indirmişti. Muhtemelen o anda gördü beni... Bir kaç dakika içinde oldu hepsi. Gerçi bu acı tecrübe ile siyasetin ne kadar tukaka bir şey olduğunu öğrendim o yaşta. Daha ne olsun?

Bedava gurup terapisi bulmuş, arınmak isteyen alkolik gibi anlattıkça anlatmışım...

Demek ki babam, bir de bir kaç tokat atsaymış, annem de bir kaç kere çalışsaymış üstümde, kum torbası misali, psikolog falan olurdum ben. Kesin...

Bilmeyenler için yazayım: Sokakta rezil olmanın verdiği travma bir şey değil. Dert etmeyin. Geçmiyor ama beraber yaşamayı öğreniyor insan.

...

Tabi bu anlatılanlar izahı olmayanın kara mizahı...

Şaka bir yana eğitim gerçekten de evde başlamalı... Tabi dayakla değil. Ama evde eğitim şart...

"Ne olacak bu gençlerin hali?" Diyen bizler, gençlerin bu hallerinin müsebbibiyiz aslında...

Gerçi bir çeşit kısır döngüdür bu...

Eminim ki; bizim yukarıda, şimdiki gençler için sorduğumuz endişe dolu soruyu, bizim gençliğimizin büyükleri de bizler için soruyordu. Onlar için de, onlardan öncekiler... Ve bizden sonrakiler de kendi dönemlerindeki gençler için soracak bu soruyu muhtemelen...

Şu bir gerçek ki; bugünümüzü şekillendiren; geçmiş ve şimdiki (kendi yaşadığımız olaylar, başkalarının yaşadıklarından, etkileşim ve birilerinin yazdığı tarih) anların toplamıdır. Tıpkı bizden öncekilerin bilinçli veya bilinçsizce bizi şekillendirdiği, bizlerin de bizden sonrakileri bilerek veya bilmeyerek şekillendireceğimiz gibi.... Buyrun bir kısır döngü daha...

Lakin, bugünün bizleri gibi olmayacak yarın bizim yerimize geçecek olanlar ve bugün bir çoğumuzun üç maymunu oynadığı gibi yapmayacak şimdinin gençleri, yarının anne babaları...

İnanıyorum ben onlara...

Gerçekten de i na nı yo rum...

İçlerinde; pusuya yatmış, kıvılcım bekleyen, coşkun bir özgüven var onların.. Şahsen ben bunu görüyor ve hissediyorum.

Ben inanıyorum ki; hepsi pırlanta gibi ışıl ışıllar ve kuşlar kadar özgür olacaklar zamanla..

Yeter ki, çağa ve zamanın ruhuna ayak uydururken; gözleri açık olsun. Yeter ki, her söyleneni sorgusuz sualsiz kabul etmek yerine, kafa yorup araştırsınlar. Yeter ki paraya tamah etmesinler. Yeter ki güce biat etmesinler.

Taraf olmak ya da bertaraf olmak arasındaki o ince bıçak sırtı çizgi onlarda tereddüt yaratmayacak ve bertaraf olmayı göze alacaklar... Biliyor ve inanıyorum...

Yeter ki; akılları da, fikirleri de, vicdanları ve cüzdanları da hür olsun...

Bu da biz büyüklerin evde vereceği "insan olmak ve toplum değerleri ile maneviyat" hakkında bilinçli eğitimle mümkün... Tabi bunu yaparken; illa ki bizim dediğimiz kesin doğru yaklaşımıyla empoze ederek değil, karşılıklı fikir alış verişi ile yapılmalıdır diye düşünüyorum...

...

Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.

Herkese sağlık ve huzur diliyorum...

Esen kalın efendim.

...

(Not: Tabi ki her anne - baba böyle elinin ayarı kaçan, çocuklarını acımasızca döven bireyler değildir. Ama vardır böyle anne-babalar çevremizde... Ne olursa olsun hepsinin terliksiz ellerinden öpüyorum efendim. Gidenlere rahmet diliyorum.)


16 Ağustos 2021 17-18 dakika 16 denemesi var.
Beğenenler (7)
Yorumlar (6)
  • 2 yıl önce

    Şifa gibi geldi;)

    Kaleminize sağlık efendim.

  • 2 yıl önce

    Çocukluğumuza dönüp şamar mı yesek ki :)

  • 2 yıl önce

    Eğitim bu işte, dayakla da oluyor, dayaksızda... Anne terliği ki bizim çocukluğumuzda pek bir revaçtaydı... Şimdilerde nasıldır bilemiyorum. Eski terlikler ağırdı, şimdikiler daha hafif, daha kalitesiz gibi sanki... Şimdiki çocukları bilgisayar ve cep telefonları uyuşturmuş, esir almış durumda adeta, bu yüzden dışarıda da evde de oyunda kalmadı oynayan çocukta, aslında bir bakıma acınacak haldeler şimdiki Z kuşağının çocukları... Dayaksız eğitim her zaman makbuldür, benim gözümde, vazgeçmeli ebeveynler bunlardan. Sevgi ve birazcık ilgilenmek yavrularla her şeyi kolayca çözecektir... Uzun olmuş yazı, güzelde, o zaman bize de kutlamak düşer...