Ispanaklı Börek

İnsan ne garip bir varlık…

Kalabalıklaştıkça yalnızlaşan, yalnızlaştıkça toplumdan uzaklaşan, uzaklaştıkça yalnızlaşan.

Niyetçi güvercinleri ya da tavşanları bilen ya da hatırlayanlarınız vardır. Geniş tahta bir tablanın üzerinde katlanmış niyet kağıtlarını çeken ve çekilen bu niyete yazılanları büyük bir merak ve inanç içinde can kulağıyla dinlenir, adeta okunan niyet ezberlenerek hafızaya kazınırdı.

Ben de birkaç kez niyetçi güvercinlerin çektiği kağıtçıkta geleceğimi aramıştım çocukluğumda. Niyetçinin az bir ücret karşılığı yaptığı bu iş hayranlık ve merak uyandırırdı içimde. Avurtları çökmüş, zayıf bedenli, uzunca sayılabilecek boylu ve çizgili kumaş ceketli… Hep böyle mi olurdu niyetçiler.

İnsanlar, gelecekte ne olacaklarını hep merak edip durdular ezelden beri. Bunu kah fallarda kah inançlarda kah da bilimde aradılar. Aslında aradıkları şey sonsuzluk özlemiydi, beklentilerinin dolu dolu karşılandığı bir sonsuzluk özlemi…

Bir cahilin, bir suçlunun, bir günahsızın ya da bir bilenin varmak istediği, ulaşmak istediği alandır orası.

Şehir sorunlarının üzerimize yığıldıkça yığıldığı bir dönemde, köprüleri yıkıp limanları yakıp bir bilinmeze doğru yelken açtığımızda niyetçi güvercinlerin bize ne gibi yaşam seçtiğini bilemiyorduk.

Zaman nasılda hızla akıp gidiyordu, kalabalıktan kaçıp içimizdeki huzura ermenin o gizemli büyüsüne kaptırmıştık kendimizi.

Bir zaman sonra fark ettik ki, niyet tablasının tam ortasında kendi niyetimizi yaşıyorduk. Çevremizde dürülü duran yaşamların, niyet kağıtlarındaki okunmak için bekleyen niyet kağıtlarından pek bir farkı. Aynı toplumun bireyleri, üç aşağı beş yukarı aynı kaderleri paylaşmaz mıydı?

Niyetinin okunmasını isteyen kişinin istemesiyle, bir güvercinin çekip çıkarması ve niyetçinin bunu okumasından, bireyler arası sosyal ilişkilere ne çabuk da gelmiştik.

Buraları küçük bir yer olsa da gözden kaçırdığımız, tanış çıkmadığımız, anılaşmadığımız zaman ve insanlara tanıklık ederiz, dürülü kağıtçıklarında.

Bir zamanlar dikkatimi çekmişti. Günün aynı saatinde, aynı yönden, aynı adımlarla çevreyi seyre çıkmış bir adam musallat oldu gözlerime. Kısa boylu, tıknaz, geniş kasketli, kasketinin sıkıştırmasıyla altından havaya kalkmış, yapağılaşmış ve dalgalı sayılabilecek gümüşi saçları, giydiği kravatsız takım elbiseyle tam bir zıtlık oluşturuyordu. Arkasından baktığımda izlediğim başka bir manzaraydı. Bedenine göre kısa sayılabilecek kısa kollarının, ceketinin arkasını havaya kaldıran tombikleşmiş kalçalarının hemen üzerinde birleştirmesinde zorlanıyormuş ifadesi vardı.

Zoraki birleştirdiği elleri, her adım atışında bacak kaslarının ritmiyle “canı çıkmış” gibi boşlukta sallanan parmak uçlarının salınımını izlemek bile adamı sevimli yapmıyordu. Birazdan cansızlaşmış bu ellerden biri, ceketinin kapaklı sağ cebine uzanacak, çıkardığı kehribar sarısı tesbihi, kuyruk takılmış gibi arkasına bağladığı ellerinden sarkacaktı.

Evrenin mekanik işleyişindeki rutin, kaosla düzene girer ve kendini devam ettirir, düşüncesi bu yaşlı adamdaki kaosun ve geleceğe dair özleminin ne olabileceğine dair düşüncelere götürmüştü beni.

Yaşı yetmişlere dayanmış gibi duran, omuzları çökmüş adamın arkadan oluşan kısa görüntüsü de, tıpkı kendisi gibi bir hayli zaman yorgunuydu…öyle anlıyordum.

Yine böyle bir geçiş yapacaktı evin bahçesinin duvarının tam beş metre uzağından. Onu uzaktan fark ettiğimde oyalanmak için elime küçük çapayı aldım, göz ucuyla adamın gelişini süzerken içimden saymaya başlardım. Üç iki bir sıfır…şimdi.

Başını bana doğru çevireceği zamanı sayıyordum içimden. Birkaç gün daha bu böyle devam etti. İlginç olansa, önümden geçip gittikten sonra arkasını bir kez dahi olsun, dönüp bir bana bakmamasıydı. Her bir evin önünden geçerken attığı tıpkısının aynısı adımlarda, niyet kağıtlarını mı okuyordu o evde yaşayan insanların yoksa başka düşüncelere mi dalıyordu ki. Gereksiz bir merak gereksiz sorularla doldurduğum zihnim benden ayrılıyordu. En çok da zihnimi içimdeki soru kalabalığına bağlayan

Neden böyle davranıyordu? Sorusu oluyordu…

Düşüncelerinden geçtiğine emin olduğum beni, değersizleştirmenin hemen arkasındaki önemsizleştirmenin içine atıyordu. Yoksa bu benim içimdeki bir yanılgı mıydı?

Bu yaşlı adamın bana hep bir şeyler söylemek arzusu içinde olduğunu sanmam.

Gerçekten yanılmış olabilir miydim? Yoksa beni niyetçiye mi benzetmişti adam? İçinde nelerin yazılı olduğunu bildiği şeylerin okunmasını ya da içinde büyüttüğü gizli özlemlerin sırdaşı mı yapmak istiyordu?

Buralara ilk yerleştiğimde yaptığım bir şey vardı. İkindiden hemen sonra akşamüzeri deniz kıyısındaki eski iskelenin, iri kayalarla oluşturulmuş doğuya bakan yamacında ıslak ama yosunlaşmamış bir kaya parçasına tüner, denizi seyrederdim.

O yaşlı adamı ilk defa orada görmüştüm. Başımı yukarıya doğru çevirince iskelenin giriş kısmında ayakta duruşunu görmüştüm. Denize yakın olmanın bedelini, karşılama zamanının geçtiğini anlatır gibiydi durduğu yerde hafif tombul bedeni. Arkasından batan güneşin yüzünü seçememe yol açması bile onu tanımama engel olamamıştı. Üzerine giydiği her zamanki ceketin etek uçlarını, gün boyu yorulmuş lodosun isteksizce havalandırması görüntüyü tamamlıyordu.

Eminim benim farkında bile değildi. Kayalıklara rastgele saçılmış gibi duran insan silüetleri güneşi sırtlamanın sonucunu yansıtıyordu. Bu manzaranın müdavimleri olması gereken her zamanki zaman ve yerlerinde, yerlerini almıştı. Adeta yaşama tutunmanın birinci gerekliliği gibi düşmanlarını gözleyen terra cotalara benziyorduk bu halimizle. Duygusuz ve anlamsız durağan bakışların sükunetine bırakmıştık kendimizi yine de.

İskelenin ucuna doğru denizin kayalarla birleştiği yerde yerel kadınların çocuklarıyla birlikte balık tutmanın sevinçlerini ifade eden bağrış çağrışları, bu genel uyumun olmazsa olmazı olan kaosu gibiydi.

Hepimiz tıpkı kilden askerler gibi hep ileriye bakıyorduk. Denizi olabildiğince düz yüzeyinden ufuk çizgisinde belirecek tehlikeyi sezmeye çalışır gibiydik. Meraklı ama hissiz bakışlarımızın, görüş alanımız bitiminden itibaren yeni yaşamların olduğunu, denizin nasıl yaşamlar barındırdığını görme isteğiyle yüklü olduğunu da biliyorduk.

Bilmediğimiz ise bu yaşamların bizim için olan uzak gizemiydi.

Denizin üzerinde küçük bir tekne ve teknede öylece hareketsiz oturuyormuş gibi görüntü veren ortası sivri, geniş yelpazeli Meksika şapkalı adamın görüntüsü, bu müthiş manzarayı tamamlıyordu. Bu şapkalı adamla birkaç kez yan yana görmüştüm yaşlı adamı. Şapkalı adamın koşar adım acele yürüyüşü yaşlı adamdan uzaklaşma isteğinden mi kaynaklanıyordu. Bir kez de yalnızken yakından görmüştüm . Güneş yanığı kaplamış yüzünde, avurtları çökmüş, gözlerinin pörtlekliği yeşil rengi ile ürkütücü duruyordu. Aralarında hiçbir ortak yan kuramamıştım…

Yine de kendimi, bana göre oldukça yukarıda duran tepedeki ceketli adamı bir an evvel tanıma isteğimden alamamıştım.

Acaba niyet kağıdında neler yazılıydı?

O akşam konuyu hanıma açtım. Ya bi adam var, tanıyorum da tanımıyor gibiyimde, hep aynı vakitte, hep aynı saatte, hep aynı tempoyla geçiş yapıyor. Sanki bana bir şeyle söyleyecekmiş gibi ama kendinde cesaret bulamıyor gibi gibi…

He…biliyom.

Nasıl yani.

Veli bey. O adam, Veli bey.

E…meraktan öldürme insanı. Kimdir neyin nesidir?

Semra’nın kocası?

Semra kim?

Dikiş nakış kursuna gelen Semra.

E…

Dikiş nakış kursu bizim resim kursunun yanında ya.

Evet.

Bir gün bu yanıma geldi. Sana söylememi istedi de unutmuşum. Bunun karısı çok güzel ıspanaklı börek yaparmış. Hatta getirdi kursta hep birlikte yedik…

Ya bırak ıspanaklı böreği. Neyi söylemeyi unuttun?

Veli bey seninle uzun süreden beri tanışmak istiyormuş?

Hı!...Tanışmak için bu kadar merasime ne gerek varmış. Geçerken “Selamün aleyküm” der tanışırız. Bunu bilmeyecek birine de benzemiyor hani.

Deli o deli.

Adam mı?..

Yok, senin için Ona öyle demişler. Ondan yanaşamamıştır sana.

Ha…rüzgarın nereden estiği de belli oldu. Lan şu bizim dalgacı tayfa yok mu adama iyi sardırmışlar demek ki…Vah! Garibim.

Ertesi günkü geçişinde adama az sırıtışım tanışma cesaretini vermiş olacak ki hemencecik yanaşıverdi duvarın dibine.

Selamün aleyküm. Kolay gelsin abi…

Hı!...ulan ne abisi, demedim tabi ki. Daha cevap bile veremeden. Adam geçmişimi bir çırpıda önüme serdi. Sonra biraz soluklandı. Çok önemli bir şeyi unutmuş gibi yüzüme baktı.

Biliyor musun abi?

Yok lan nereden bileceğim, demedim tabi.

Bizim hanım çok güzel ıspanaklı börek yapar.

Ha…anladım. Rüşvetin böyle geleceğini bilsem töbe yemezdim hamuru vıcıklaştıran ıspanaklı böreği. Direnmedim değil ama olmadı.

Ben az pazılı severim böreği.

Katar katar ondan da katar.

Az ısırgan olsa iyi olur.

Oooo… onsuz olur mu abim.

Gıvışgan otu.

He!…

Melatura.

He.

Yemlik, ebegümeci, kazayağı, gelincik otu…

He, he, he. Alayını katar.

Lan o bu mevsimde olmaz ya, diyemedim. Anlaşıldı biz bu ıspanaklı böreği adam akıllı yiyeceğiz. Abi sen nerelisin?

Malatyalı? Ama ana tarafından Adanalı…

Ha…Anladım abi, eli kaptırdık gayri sonumuz hayrola.

Buyur bi şey mi dedin Memedabi.

Kıbrıs gazisiymiş… İlk defa bir gaziyi gençlik yıllarımın başında tanımıştım. Yaşama yeni atılırken bir Ege şehrinin tek katlı derme çatma evlerden oluşan mahallenin kahvesinde bulmuştum kendimi.

Amele pazarı, at pazarı, bit pazarı…insan pazarı.

Yıllar öncesinden baba mesleği olan hamallıkla rızkımı aramaya girişmiştim. Yaşamın bir yerlerinden başlamak zorundaydım. Kalın bir urgan ya da iterek kullandığımız yük arabası. İşte tüm sermaye bu idi yaptığımız mesleğin. Hamallıkla başlayıp ameleliğe terfi ettiğim ilk gençlik yıllarımda hep çalışmak çıkmıştı hep niyet kağıtlarımızda.

Ekmeğimiz atlı, kendimiz yayan kaldık bu yolda hep…

Babamın ağır yükün altına girerken çıkardı “hıh!”lama sesi hala kulağımda yankılanır. Kahvenin en köhne yerinde sessizce çayımı yudumlarken kahvecinin “ dipçi geliyo beyler, çaylar fora” bağırışına anlam verememiştim. Hep birlikte bardaklar havaya kaldırılıp son yudumlar içilmişti.

Birazdan kahvenin iki kanatlı, yere yer dökülmüş mavi boyalı kapısı tiz bir gıcırtıyla açıldı. İçeriye zayıf orta boylu, örme yelekli bir adam girdi. Yüzünde sürekli garip bir gülümseme vardı.

Hayır, dedim bu niyetçi olamaz. Yanılmadığımı sağ eline bakınca anladım. Elinde parmakları arasına yarı açık sıkıştırdığı, usturanın parlaklığı korkuya kapılmama neden oldu.

Herkese gülümsüyor başını ani kısa hareketlerle selam veriyordu. Gözü bana takıldı daha doğrusu masanın üzerinde içmeyi yeni bitirdiğim çay bardağına…

Masama izin alma gereği bile duymadan oturdu, oturmasıyla birlikte usturayı masanın üzerine koydu. Eli dibinde çay kalmış bardağa uzandı ve tepesine dikti.

Korkudan donup kalmıştım, nefes almakta zorlanıyordum. Sonradan öğrendim ki Kore gazisiymiş. Mahallenin berberiymiş aynı zamanda. Savaştan kalma bir alışkanlıkla çay bardaklarının dibinde çay bırakılmasına tahammül edemezmiş.

Yoksa bu gazinin de böyle huyları mı var acaba demekten kendimi alamdım.

Ertesi akşam yaşlı adamın çalışma odasında buldum kendimi, bir de bilgisayar almış ama sıkıntılı. O dönemde daha yeni yaygınlaşıyordu ama bu adamın bu kadar erken ulaşmasına da hayranlık duygusu yaşadım bir an.

Memedabi sen anlarsından girdi. Oturduk başına sanki kırk yıllık bilgisayarcıyım ya. Lan hangi düğmeye basacaktık. Ona bas buna bas çalışmıyor meret. Lan ne yapsak, diye düşünüyorum.

Abi anladım bunun kartı yanmış. Hem de ana kartı. Adam gözlerime doğru eğildiğinde hayran hayran bakıyordu.

Eyvah eyvah!..

Demek bizim oranın analı kızlı köftesi gibi bunu da analı kızlı kartı var demek. Güldük ki ne güldük ama hemen arkasından aşağıya hanımına bağırdı.

Bak demedim mi memedabi bilgisayardan iyi anlar diye. Lan ne zaman gördün beni de böyle yargıya vardın, dedim içimden tabi ki.

Ama ertesi gün, kan ter içinde bir koltuğunda ekranı diğerinde kasasını gördüğümde. Memedabi nasılda bildin demesi omuzlarıma bir yük daha bindirmişti. Ekranı götürmeseydin bari bile diyememiştim…

Merdivenin son basamakları çıkmak üzere olan hanımın yakından gelen ‘he he’ deyişlerinden ziyade, dikkatimi çeken elinde kocaman bir tepsi, tepsinin ortasında öf!...dağ gibi yığılı (bildiniz söylemeye gerek yok ama işin gereği yazmak lazım) “meşhur ıspanaklı börek.”

Börek tabağının da etrafı başkaca, başta kan kırmızısı domates dilimleri olmak üzere nevaleler tarafından kuşatılmış ki ne kuşatma ama. Ispanaklı böreğin nefes alacağı yer kalmamış.

‘O ney lan’ pişmanlığı dökülüvermiş ağzımdan. Arkasından bizim hanımı görünce oh be dedim içimden, kurtar beni bakışlarımı fazlaca yönelttim, yöneltmez olaydım.

Bizim herif ıspanaklı böreği pek sever, az daha getirseydin ya, demesin mi…

Be adam ne zaman gidip geldin kaşla göz arasında. Sehpaya doğru inmeye çalışan tepsinin arkasında kucağındaki dosyaların arkasında, ekonomik lambanın pas pas parlatığı başının kel kısmını seçebiliyordum.

Aha, dedi klasörleri koyarken. Memedabi bunlar benim hayatım…

Ben sıradan bir niyet kağıdını beklerken üstelik.

Hayatının, hayatıma bu kadar etki edeceğini bilseydim hiç ıspanaklı börek yer miydim?

Eyvah eyvah!...

25 Temmuz 2023 12-13 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar