Kör Son Karar
Köprünün demirine dokunduğum an, içimden bir şey geri çekildi. Sanki yıllardır sakladığım bütün suçlar, bütün ertelediğim yüzleşmeler bir anda parmak uçlarıma sinmişti. Demir, bir mezar taşı kadar soğuktu; ben ise kendi gölgeme bile yabancıydım.
İnsan bazen darağacına kendi ayaklarıyla gitmez; sessizce, adım adım oraya sürüklenir.
Ben de öyleydim.
Köprünün ortasına geldiğimde, rüzgâr kulaklarıma keskin bir yargıç sesi gibi çarptı.
“Hazırsın,” dedi.
Hazır mıydım?
Belki de en büyük yalan buydu.
Gecenin karanlığı suya düşmüş bir mühür gibi ağırdı. Boğaz’ın sessizliği, içimdeki mahkemenin gürültüsünü bastırmaya yetmiyordu.
Vicdanım kürsüdeydi.
Korkularım tanık sandalyesinde.
Geçmişim ayakta ifade veriyordu.
Ben ise sadece baş sanıktım.
Bir fısıltı geldi geriden.
Eski, kırık bir sandalye sesi kadar tanıdık:
“Beni unuttuğunu sanmıştın.”
Çocukluğumdu o.
Avuçlarımı kesen bir bıçak gibi belirdi.
Yıllar önce toprağa gömdüğüm, bir daha açmaya cesaret edemediğim sandığın içinden çıkıp karşıma dikildi.
“İlk kimi bıraktın?” diye sordu.
“Beni,” dedi kendi adına cevap vererek.
Yutkundum.
Haklıydı.
Her adımda başka bir eşya karşıladı beni:
Çatlak bir defter, yarım kalmış bir cümle gibi konuştu:
“Yazmayı bıraktığın gün, kendini anlatma hakkını da bıraktın.”
Annemin eski tespihi avuçlarımda belirdi.
Her tanesi bir günah gibi ağırdı.
“Bir kere kırıldın, bir daha kimseye güvenmedin,” dedi.
Tespihten çok, söz ağırdı.
Sonra bir gölge yanaştı yanıma.
Ne insan ne hayvan; kendi benliğimin karanlığa bulanmış hâli.
Elinde bir düğüm tutuyordu.
“Bu,” dedi, “kendi yalanlarına attığın düğüm.”
Nefesim kesildi.
Sırat bir yol değil, bir yüzleşmeydi.
Kendinle, hatıralarınla, en çok da sakladığın karanlıkla yüzleşmekti.
Birden şehrin bütün uğultusu sustu.
Ayaklarımın altındaki köprü büyüdü, uzadı, karardı.
Ben küçüldüm.
Gölge önüme geçti.
“Mahkeme başlasın.”
Gözlerimi kapadım.
Kalbimde yıllardır üzeri örtülen bütün suçlar tek tek sıralandı:
Söylenmeyen sözler.
Zamanında tutulmayan eller.
Koşmayan adımlar.
Yarım bırakılmış umutlar.
Çocukluğumun hiç duyulmayan çığlıkları.
Her biri bir karar kadar netti.
Gölge son hükmü okumadan önce bana baktı:
“Kendi kendine kurduğun bu darağacından kurtulman için tek şart var…”
“Affetmek mi?” diye sorarken bile sesim çatladı.
Soruyu sorduğum anda cevabı bildiğimi fark ettim.
“Hayır,” dedi gölge.
“Affetmeyi değil; kabullenmeyi öğreneceksin.”
Titredim.
Çünkü affetmek bazen bir kaçıştı,
ama kabullenmek…
kabullenmek tam bir cezaydı.
Gölge ipi uzattı.
“Son sözün?”
Boğazım düğümlendi.
Rüzgâr durdu.
Köprü iki dünya arasına sıkışmış bir mahkeme salonuna döndü.
Başımı kaldırdım, hiçbir yere sığmayan karanlığa doğru tek bir cümle bıraktım:
“Ben artık kaçmıyorum.”
Ve o an, darağacı yıkıldı.
Çünkü insan ancak kaçmayı bıraktığında kendi hükmünü değiştirebilir.
Gece çöktü, su karardı, şehir sustu.
Ama içimde ilk kez bir şey doğruldu.
Belki de darağacından değil, kendimden iniyordum.
Turgay Kurtuluş


