On Kasım / Bir Fikrin Ölümsüzlüğü
O gün, takvimlerin 10 Kasım 1938’i gösterdiği o puslu sonbahar sabahında, zamanın damarlarından kan çekilmiş gibi, dünya bir anlığına nefessiz kaldı. İstanbul’un üzerine çöken yoğun, nemli sis, Dolmabahçe Sarayı’nın mermer cephelerini ve zarif sütunlarını adeta bir yas perdesiyle örtmüş, Boğaz'ın kenarında öylesine derin bir sessizliğe gömülmüştü ki, sanki doğa bile acıyı paylaşıyor, Boğaz’ın dalgaları, her zamanki neşeli ritmini kaybetmiş, ağır ve hüzünlü bir tınıyla kıyıya çarpıyordu. Marmara'nın serin suları ağır ağır akıyor, bu akış, yalnızca bir akıntı değil, bir ulusun kalbinden süzülen kolektif gözyaşlarını taşıyan kudretli, kederli bir nehir hâline geliyordu. Rüzgâr, sarayın yüksek kuleleri ve cumbaları arasında ıslık çalar gibi matem tutuyor, Anadolu’nun en ücra köşelerindeki dağlar ve ovalar bile, bu büyük kaybın karşısında sessizce hüzünlerini saklıyordu. Tarih, o an durmuştu; gök kubbe bile, ulusun bu kutsal yasına şahitlik etmek için sanki daha alçalmıştı. Bayrak, milli ruhun en yüce sembolü, kendi gölgesine eğilmiş, milletin kalbiyle birlikte titreyerek yarıya inmiş bir hâlde dalgalanıyordu; o bayrağın üzerindeki hilal ve yıldız, o sabah, bir önderin değil, bir devrimin, bir bağımsızlık felsefesinin yitirilişini simgeliyordu. O gün Türk milleti, yalnızca bir önderini değil, kendi benliğini, kendi bilincini, varoluşunun anlamını toprağa vermenin tarifsiz acısını yaşadı; bu acı, sıradan bir ölümün değil, bir çağın kapısını aralamış olan büyük vizyonerin kayboluşunun acısıydı. Atatürk, bir bedenden, bir komutandan çok daha fazlasıydı; o, bir çağın vicdanı, bir ulusun kolektif ruhunun somutlaşmış, ete kemiğe bürünmüş haliydi. Sarayın etrafında biriken, kilometrelerce uzayan kalabalıkların derin ve boğucu sessizliği, ölümün o soğuk nefesi karşısında bile, minnettarlığın ve bir ulusun babasına duyduğu ebedî, sarsılmaz vefanın yankısıydı. Millet, başını kaldırıp Dolmabahçe’nin o meşhur pencerelerine baktığında, orada yatanın yalnız bir insan olmadığını, kendi varoluşunun bağımsızlık ve haysiyetle dolu anlamını temsil ettiğini derinden hissediyordu.
Atatürk, Türk milletine yalnızca coğrafi ve politik bağımsızlığı sağlamakla kalmamış, asıl olarak insan olmanın onurunu, özgürlüğün kutsal değerini, akıl ve vicdanın rehberliğini öğretmişti. O, milletine zincirleri kırmayı, kendi yeteneklerine ve gücüne inanmayı aşılamıştı. “Türk milleti çalışkandır, zekidir,” derken, bu sözler bir övgüden ziyade, her bireyin kendi potansiyelini en üst düzeyde kullanması, tembelliğe ve teslimiyete düşmemesi gerekliliğini içeren, geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk mirası bırakmıştı. Her bir yurttaşın, sadece kendi hayatını değil, topluma hizmet etme bilincini de taşıması gerekiyordu. Bu yüzden o gün, omuzlardan süzülen yaşlar bir zayıflık değil, ulusal bir hatırlayış, yüce bir minnetin ve bilincin yeniden uyanışıydı. Milyonların döktüğü her damla gözyaşı, bu topraklarda filizlenen yeni bilinçlerin, uyanan bir milletin, ulus bilincinin sarsılmaz temellerinin taze bir kanıtıydı. Artık Atatürk, fani bir bedenden sıyrılmış, ebedi bir fikir, yakıcı bir bilinç ve asla sönmeyecek bir ışık hâline gelmişti. Her bir “Ne Mutlu Türk’üm diyene” haykırışı, bu bilincin yeniden doğuşunun, ulusal kimliğin taşa kazınmasının ve ulusal birliğin güvencesinin yankısıydı. Bir millet, en derin karanlıkla sınandığında, içindeki ışığı tanır ve Atatürk, o aydınlanma meşalesini öyle bir güçle yakmıştı ki, onun alevi nesiller boyu yol göstermeye devam edecekti.
O, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” derken yalnızca akademik bilgiye değil, evrensel akla ve rasyonel düşünceye dayalı bir yaşam biçimine işaret etmişti. Bu sözüyle, bir milletin kaderine dokunmuş, cehaletin kalın ve paslı zincirlerini kırmış ve insanları duygusal bağnazlıktan uzaklaştırıp akla, mantığa ve bilime yönlendirmişti. Anadolu’nun en ücra köşesindeki her köy okulunda, her kara tahta başında, o kutsal söz yankılanıyor; öğretmenler, öğrenciler, her bir birey onun aydınlık felsefesinin bir parçası hâline geliyordu. Atatürk, cephede silahla, masada diplomasiyle olduğu kadar, kalemle ve fikirle savaşan büyük bir komutandı. Silahları bilgi, cahilliğe karşı en güçlü orduları ise hür zihinler ve vicdanlar hâline getiren bir üstün stratejistti. O’nun gözünde bilim, yalnızca öğrenilen soyut bilgi değil, milletin damarlarında dolaşan bir ışık, karanlıktan çıkışın, umudun ve kararlı direncin sembolüydü. Her öğretmen, her öğrenci, o ışığın bir parçası olmuş, aydınlık bir gelecek için kişisel ve toplumsal sorumluluk üstlenmişti. Bu aydınlanma ateşi asla sönmedi; çünkü Atatürk, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmeyi en büyük ideali olarak belirlemişti ve bu ışık, nesiller boyu aynı kararlılıkla yanmaya, fikir ve vicdan özgürlüğünü sonsuza dek savunmaya devam ediyordu.
Atatürk’ün felsefesinde, düşünmek, özgürlüğün ta kendisiydi. O, çağdaşlaşmayı, Batı’nın değerlerini kör bir taklitte değil, Türk milletinin kendi öz benliğinde ve sahip olduğu kültürel gücün potansiyelinde aramış, her zaman ulusunun öz gücüne tam olarak güvenmişti. “Ben, hiçbir ulusu taklit etmiyorum; çünkü Türk milletinin öz gücüne inanıyorum,” derken, yalnızca kendi vizyonunu değil, bir ulusun bağımsızlık ruhunu ve muazzam yaratıcılık potansiyelini tanımlıyordu. Bu inanç, Doğu’nun mistik kapalılığından Batı’nın rasyonel bilimselliğine uzanan bir köprü, bir medeniyet senteziydi. O, çağdaşlığın anlamını yeniden yazmış, insanlara yalnızca bilgi değil, sürekli sorgulamayı, eleştirmeyi ve üretmeyi öğretmişti. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Bu söz, kuru bir anayasa maddesi değil, bir milletin kendi kaderini kendi eline alma iradesinin ve siyasal özgürlüğün en yüce simgesiydi. Atatürk, fani kralların tahtlarını değil, halkın zihinlerindeki kölelik algısını ve biat kültürünü yıktı; halkı, kendi varlığını fark eden bilinçli bir özne hâline dönüştürdü. O’nun liderliği, yukarıdan gelen bir buyruğa değil, halkın tabanından yükselen bir ulusal bilince dayanıyordu. Cumhuriyet, yalnız bir yönetim biçimi değil, bireyin kendi iradesini eline alması, özgürlüğü koruması ve yurttaşlık sorumluluğunu kazanmasıydı. Her vatandaş artık bir ülkenin onurlu taşıyıcısıydı; her sandıkta kullanılan oy, bir kurşun kadar güçlü bir irade beyanıydı. O’nun en büyük devrimi, insanın kendi değerini, kendi haysiyetini fark etmesiydi. Halk artık “kul” değil, “sorumlu vatandaş” olmuştu; bu dönüşüm yalnızca politik bir adım değil, derinlikli bir ahlâkî ve insani devrimdi.
Atatürk, savaşın, yokluğun ve yıkımın acılarını bizzat yaşamış, bu yüzden barışı, bir teslimiyet değil, onur ve stratejik bir başarı olarak inşa etmişti. “Yurtta sulh, cihanda sulh,” derken yalnızca bir siyasi politika beyan etmiyor, evrensel bir cesaret, bilgelik ve insanlık dersi veriyordu. O biliyordu ki, savaş alanlarında süngüyle kazanılan özgürlük, ancak küresel barışın ve karşılıklı saygının tesis edilmesiyle kalıcı olabilirdi. Her diplomatik adım, her uluslararası barış çağrısı, onun bu hümanist ve barışçıl mirasından doğuyordu. İnsan sevgisi ile vatan sevgisi bir bütün olan Atatürk, adaleti, doğruluğu ve hakkaniyeti, devlet yönetiminin ve toplumsal yaşamın her anında ön planda tutmuştu. “İnsanları mutlu et ki devlet yaşayabilsin,” diyerek, halkın refahını ve mutluluğunu, devletin varlığıyla ve bekasıyla eşitlemişti; özgürlük, bağımsızlık ve adalet, onun gözünde yalnızca kağıt üzerindeki bir hak değil, uygulanması gereken temel bir yaşam biçimiydi. “Beni görmek demek, fikirlerimi görmek demektir.” Atatürk, kendi ölümsüzlüğünü bir bedende aramaktan vazgeçmiş, onu ebedi fikirlerde, bilimde ve ulusal bilinçte tanımlamıştı. Onu anlamak, yalnızca geçmişe saygı göstermek değil, aydınlık ve güçlü bir geleceğe sahip çıkmak demekti. Her öğretmen, her bilim insanı, her sanatçı onun ilerici ve devrimci gözlerinden bakar dünyaya; onun düşünceleri, bir ulusu zamana karşı diri tutan, fikir ve ilerleme zinciridir. O zincir, her kuşakta yeniden parıldar; çünkü Atatürk, aydınlık, eleştirel ve özgür insanlar yetiştirdi. Onu görmek isteyen, yalnız gözlerini değil, yüreğini, aklını ve vicdanını açmalıdır.
“Bütün ümidim gençliktedir.” Atatürk, gençliğe yalnız bir servet ya da makam miras bırakmamış, en büyük eseri olan Cumhuriyet’i koruma görevini ve sorumluluğunu bırakmıştı. Gençlik, onun gözünde sadece bir yaş dönemi değil, bir bilincin, yenilikçiliğin, cesaretin, umudun ve geleceğe dönüklüğün adıydı. “Türk genci, devrimlerin ve Cumhuriyet’in yılmaz bekçisidir,” derken, kuru bir emaneti değil, kutsal bir yemini miras bıraktı. Bugün Türkiye’nin gençleri, onun düşlediği aydınlık yarının taşlarını döşüyor; bilimle, sanatla, fikirle ve alın teriyle. Her laboratuvar, her atölye, her yazılan şiir, onun ilham veren ruhunun yeniden doğuşunu simgeliyor. Ancak bugün, bu topraklarda hüzün, sessiz ve ağır bir gölge gibi dolaşıyor; ekonomik sıkıntılar, toplumsal kutuplaşmalar ve adaletsizlikler, milletin ruhuna ağır bir sis gibi çökmüş durumda. Yine de o aydınlanma ışığı sönmedi; çünkü bir ulusun kalbine ekilmiş, bilime ve akla dayalı fikirler kolay kolay ölmez. Atatürk bugün yaşasaydı, milletine bir ayna tutar gibi seslenirdi: “Ey Türk milleti, kendini sorgulamaktan asla korkma. Eksiklerini gör, hatalarını kabullen, ama asla ve asla umudunu kaybetme.” O, bir önder olarak insanın, kendi gerçeğiyle yüzleşmesini ve sürekli gelişmesini öğretmişti. Bizden boş hamaset değil, içtenlik, dürüstlük, alkış değil, sürekli emek beklerdi. Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyet’in en büyük düşmanı cehalet değil, toplumsal kayıtsızlıktır. Bugün hâlâ bir öğrenci gecenin geç saatinde kitap başında çabalıyorsa, bir öğretmen en zor koşullarda bile umutla tahtaya yazı yazıyorsa, bir işçi alnının terini helal kazanç sayıyorsa, o yüce ruh ve onun aşıladığı dirayet hâlâ yaşamaktadır. Atatürk’ün mirası yalnız taş binalarda ya da resmî söylemlerde değil, halkın vicdanında ve aklında yaşar.
Bugün biz, onun Nutuk’un sonundaki o tarihi hitabesiyle bize bıraktığı mektubun muhatabıyız; o satırlarda yalnızca sözler değil, bir milletin kaderine yön veren kırmızı çizgiler ve çağrılar saklıdır. Her cümlenin yükü, bir eylem sorumluluğunun ağırlığını taşır: “Cumhuriyet’i biz kurduk, onu yaşatacak sizlersiniz.” Bu sözler artık bir hitap değil, bir zaman ve mekân ötesi hayatî bir uyarıdır; çünkü bir ulusun geleceği, geçmişine ve atalarına gösterdiği sadakatle, verdiği mücadeleyle ve sahip çıktığı değerlerle ölçülür. Eğer hâlâ Atatürk’ün adını saygıyla anıyor, onun hatırasına çiçek koyuyor, anma törenlerinde sessizce duruyorsak, yalnızca bir sembolü değil, bir eylem kılavuzunu, bir yaşam felsefesini hatırlıyor olmalıyız. Onun yolundan gitmek, bir heykel önünde durup hayranlıkla bakmakla sınırlı değildir; onun gibi düşünebilmek, sorgulayabilmek, adaleti ve özgürlüğü hayatın her alanında tavizsizce savunabilmekle mümkündür. Cumhuriyet, yalnızca anmalarda değil, her alın terinde, her dürüst sözde, her adil kararda yaşar ve yaşatılır; bu bilinç, bizden sonraki kuşaklara da aktarılması gereken kutsal ve zorlu bir emanettir. Bu millet, yalnızca sembolik anılarla değil, gerçek mücadele, ahlaki sorumluluk ve bilimsel ilerleme ile ayakta kalır; çünkü Atatürk’ün bize bıraktığı en büyük armağan, özgür ve eleştirel düşüncenin tohumudur. Bugün hâlâ tartışabiliyorsak, eleştirebiliyorsak, hayal kurabiliyorsak, bu eser onun eseridir; fikir özgürlüğü onun gözünde bir hak değil, bir görev ve yaşam biçimidir. Fikri hür olmayan bir milletin ruhu zincirlenir; bizim görevimiz ise o zincirleri bir daha asla takmamaktır, onları kırarak özgürlüğü daima canlı tutmaktır.
Atatürk’ün mektubuna bugün biz, bilinçli bir yanıt verebiliriz: “Sen rahat uyu Atam, biz hâlâ buradayız. Emanetin, fikirlerin ve devrimlerin elimizde, ideallerin kalbimizde. Bu ülke, senin bilim ve akla dayalı, bağımsızlık ve onurla inşa ettiğin ilkelerin ışığında yeniden yükselecek.” Bu yanıt yalnızca duygusal sözlerden ibaret değildir; her bir kelime, sarsılmaz bir kararlılığı, geleceğe dair somut bir umudu, bir neslin tarihine olan ağır sorumluluğunu ifade eder. Biz hâlâ onun çocuklarıyız; özgürlüğü namus, bağımsızlığı varlık sayan o büyük neslin torunlarıyız. Bu milletin damarlarında hâlâ aynı kudretli söz dolaşmaktadır: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” Her damla alın teri, her yeni fikir, her ileriye dönük hayal, o mirasın canlı, yaşayan bir tezahürüdür. O, yalnızca bir önder değil, bir ulusal bilinç, bir zihin ve ruh hâlidir; onun mirasına sahip çıkmak, tarih boyunca uğradığı tüm tehditler karşısında yılmadan, eğilmeden ayakta kalmak demektir. Bizim o 10 Kasım sabahındaki sessizliğimiz, yalnızca yas değil, sönmeyen bir direnişin ve bilinçli bir sadakatin ifadesidir. Bu bilinç, sadece geçmişin bir hatırası değil, aynı zamanda geleceğin rehberidir. Atatürk, bize yalnızca bir devlet değil, bir ilerleme ve aydınlanma yaşam biçimi bırakmıştır; bir toplumun kendi değerlerini fark edebilmesi, kendi iradesini kullanabilmesi, hak ve özgürlüklerini savunabilmesi için gerekli olan ruhsal, zihinsel ve ahlaki altyapıyı miras bırakmıştır. Bu bilinç, eğitimde, bilimde, sanatta, siyasette ve günlük yaşamın her alanında filizlenmeli, büyümeli ve kuşaktan kuşağa bir meşale gibi aktarılmalıdır. Nihayetinde, bu milletin damarlarında hâlâ o büyük söz yankılanmaktadır: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” Bu söz, yalnızca bir kimlik bildirgesi değil, bir ruhun, bir bilincin, bir ulusun varoluş manifestosudur. Her 10 Kasım sabahı, saat dokuzu beş geçe durduğumuzda, milyonlarca yürek aynı anda bir yeniden doğuşa şahit olur; çünkü Atatürk bir bedenden çok, bir bilinçtir, bir milletin sonsuz hafızası, onuru ve atan kalbidir.


