Şair'ül İslam Yunus Kokan Sözleri

1) Nefsim ki emmare, başkasına ders vermek ne haddime, tüm sözlerim nefsime.

2) Bismillah bir intisab, bir istinad, bir nokta-i istimdaddır ki Kadir-i Mutlak Hâlık’ı, âciz-i mutlak mahluka yardımcı eyler.

3) İstikamete giden yol, istişareden geçer.

4) İmanın şah damarı tevhiddir, şirk o şah damarı keserek imanı katletmektir.

5) Tevhid imanın, tefekkür ibadetin zirvesidir.

6) Kendini kusursuz görmen, helak olman için yeter; eder Firavun, Nemrud, Karun’dan da beter.

7) Namaz bireyin, zekât toplumun direğidir.

8) Ehl-i tefekkür ile ehl-i gafletin misali şark ile garbın misali gibidir.

9) Ruhun gıdası Kur’an, kalbin teneffüsü namazdır.

10) Şeref ve izzet parayla kazanılmaz; şeref ve izzetle para kazanılır.

11) Çok uzaklardan görünen kumlar ve çakıl taşları değil, sarsılmaz dağlardır.

12) Bilgi ve sevgi ilgi denen şefkatli validenin iki masum ve muhterem evladıdır.

13) İman marifeti, marifet tevazuyu, tevazu muhabbeti, muhabbet şeref ve izzeti cezb ve celbeder.

14) Dil hem zehirdir hem panzehir.

15) Ülfet ve marifetin merkezinde ene vardır. Cehalet ve ilim onda gizlidir.

16) Namaz, her bir âzanı veren Ehad-i Samed’e her bir âzan ile teşekkür etmektir.

17) Bedenin ameli olduğu gibi, kalbinde amelleri vardır. O amellerin en faziletlisi ilahi aşktır.

18) Malumat marifete inkılap etmediği sürece cehalettir.

19) Duygular kalpten, kalp ise ruhtan ders alır.

20) İnsan olmadan Müslüman olunmaz!

21) Bize taştan duvardan cami yaptıracak adamlar değil, gönül yapacak adamlar gerektir.

22) Tevazuda zirve ol; amma benlikte bir zerre bile olma!

23) Candan geçmeyen Cânan’ı bilemez.

24) Duyguların evveli dinlemek, direği okumak ve zirvesi ise şâirliktir.

25) Kader yazılan senaryoyu ve rolü oynamak değil, oynayacağın senaryoyu ve rolü bilmektir.

26) Başkalarının kusuruyla meşgul olmayı terk eden, kendi kusuruyla meşgul olur ve nihayetinde Hakk’a vâsıl olur.

27) Arı gibi çalışanın bal gibi eseri olur.

28) Marifetin nispetinde dua eder ve marifetin nispetinde muamele görürsün.

29) Basar ziya ile, basiret nûr ile görür.

30) Tebessüm sadakadır, kahkaha illettir.

31) Aşk ile akan gözyaşları nârı nura inkılab ettiren alamet-i rahmettir.

32) Geçmişi değiştiremezsin; ancak nefes alıyorsan bil ki kendini affettirmek için geç kalmış değilsin.

33) Gül kokmak için, bülbül olmak gerek.

34) Ameldeki nifak eğer tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, zamanla itikada sirayet eder.

35) Bir insanı tanımak koca bir âlemi tanımak kadar müşkildir. Zira her insan başlı başına bir âlemdir.

36) İnsan marifeti nispetinde dua eder ve marifeti nispetinde ister.

37) Musibetlerin yağmur gibi yağdırılması meyyit letaifin ihyası içindir.

38) Bir senelik rızkını bir oturuşta yemediğin gibi, bir senelik ibadeti de şimdiden düşünüp dert etme!

39) Üflemekle sönenler kibrit misillü ışık verenlerdir.

40) Zafer sarhoşluğu içinde olanlar yenilgiye namzettirler.

41) İnsanın yarın için gayeler edinmek yerine yaptıklarıyla yetinmesi hele bir de övünmesi ne kötü!

42) Nefsine avans verirsen sonunda iflas edersin.

43) Dünya aldatıcı bir tüccardır.

44) Mevt bir davettir, bir beraattir. Âşığın Maşuk’a visalidir.

45) Kalp çobandır, nefs-i emmare kurt. Kurt sürüye saldırmak için çobanın bir anlık gafletini bekler.

46) Hadisleri ve bilhassa sahih olanlarını inkâr edenler dalaletin ve helakin eşiğindedirler.

47) Peygambersiz ve sünnetsiz bir Kur’an Müslümanlığı olmaz ve olamaz!

48) İlmi okuyanlarda, hikmeti susanlarda arayınız.

49) Ömür dakikaları sayılı olan insanın, günün üçte birini uykuya ayırmasına şaşarım.

50) Kaliteye değil, reklama talib olunan dünyada kaliteli adam bulmak bir hayli zorlaştı.

51) İnsan hata yapmayan değil, hatasını görebilen ve af dileyebilendir.

52) Hayal edecek değil, hayal edilecek adamlar gerek memlekete.

53) Ey nefsim! Sen namazı ayakta tut ki, namaz da dinini ayakta tutsun.

54) Şiir şâirsiz, resim ressamsız, sanat sanatkârsız olmadığı gibi; elbette mükemmel bir ilim ve hikmetle donatılmış insan ve kâinat da sahipsiz olmaz ve olamaz!

55) Ve öyle bir hayat yaşa ki sen dünyadan ayrıldığına değil, dünya senden ayrıldığına ağlasın!

56) Ey insan! İyi ölç, iyi tart, hesabını iyi yap. Yevm-i mahşerde evdeki hesabı pazara uymayıp da şaşkın şaşkın bakan adam gibi olma!

57) Sürekli dalaleti telkin eden şeytan ile sürekli marifeti ve hidayeti telkin ederek mücadele edilir.

58) İmanın merkezi kalp olduğu gibi küfrün merkezi de kalptir. Binaenaleyh inkâr eden akıl değil, kalptir. Bu da cüz-i iradeyi şerde istimal etmektendir.

59) Her işiyle, her fiiliyle mükemmel olan Zât-ı Kadir-i Zülcelal elbette mükemmel bir muhabbete layıktır ki bu nihayetsiz muhabbete aşk denilir.

60) Şirkin itikadi olanı var, ameli olanı var, kavli ve fikri olanı var. Hakiki Muvahhid Müslüman itikadi, ameli, kavli ve fikri her türlü şirkten uzak durandır.

61) Merkezinde Kur’an ve sünnet olmayan hiçbir mezhep, hiçbir meslek ve hiçbir meşrep dalaletten kendini muhafaza edemez.

62) Baki olanın kendisine, fani olanın eserine bağlanınız!

63) Dünyada uykusu büyük olanın mizanda hasenatı küçük olur.

64) Günün sekiz saatini yatakta, kalanını ayakta uyuyarak geçirenler bizi nasıl anlasın?

65) İman vicdanda olanı dil ile ikrar etmektir. Küfür vicdanda olanı dil ile yalanlayıp gerçekleri örtmek, görmezden gelmektir.

66) Eserden müessir gibi olmasını beklemek ve hatasız, kusursuz, noksansız insan aramak en büyük kusur ve en büyük noksanlıktır.

67) Kabirleri ve türbeleri ziyaret ediniz! Fakat kabirlerden ve türbelerden meded beklemeyiniz! Meded yalnızca Allah’tan dilenir ve yalnız O’ndan gelir.

68) İsm-i Nûr’a layıkıyla mazhar olanın fiilleri mükemmel bir sûrette ve süratte cereyan eder.

69) Zamana mahkum olanlar, Allah’a hakiki abd olarak Biiznillah zamana hâkim kılınanları anlayamaz!

70) Kur’an’dan daha doğru bir söz, Resûlullah (s.a.v)’den daha güzel bir örnek yoktur.

71) Sünnetten daha sağlam bir mezhep, vicdandan daha büyük bir müctehid yoktur.

72) Toprak altına giren her çeşit tohumu dirilten nihayetsiz bir hikmet ve kudretin insan tohumunu diriltmemesi ve (hâşâ) diriltememesi düşünülemez!

73) İhtiyaç duyanlar ağız ve dil ile tekellüm ederler. İhtiyaç duyulanlar ise ağız-ı eser ve lisan-ı ilim ile tekellüm ederler.

74) Evet, izzet ve şerefin tamamı Allah’a aittir. O Zât-ı Azîz-i Muizz dilediğine izzet ve şeref verir de o kimsenin ismini hem dünyada hem de ahirette yüceltir.

75) Evliyâullahın sözleri hep birbirine benzediği gibi, tüm Adüvvüllahın dahi sözleri birbirine benzer.

76) Allah dostlarının meclisi gül bahçesine benzer. Allah düşmanlarının meclisi bataklıktan ibarettir.

77) Her kim Allah dostlarına muhabbet ediyorsa bilsin ki muhabbeti Allah’adır. Kim de Evliyâullaha adavet ediyorsa bilsin ki düşmanlığı Allah’adır.

78) Yeis ataletin, atalet cehaletin, cehalet sefahetin, sefahat dalaletin, dalalet nârın davetçisidir.

79) Güzelliğin enva’ı vardır: İmanın güzelliği, ilmin güzelliği, amelin güzelliği, ahlâkın güzelliği, ihlasın güzelliği… Hâ bir de sûretin güzelliği.

80) Ehl-i marifetin hikmetini bilmediğiniz efâli hakkında yorum yapmayınız. Zira onların esbab-ı efâlini çoğu zaman kendilerine sormadan bilemez ve su-i zan edersiniz.

81) Gıybet helal olmadığı gibi, insanların yüzüne karşı eziyet verecek bir şekilde tekellüm de helal değildir bilesin. Terk etmezsen bu işi bedelini ukbada ödersin.

82) Ey nefsim! Oldu zannediyorsan kendini tam, bil ki delildir olduğuna ham.

83) Ey nefsim! Önce yan, sonra yak.

84) Basiret basardan ileriyi görmeli.

85) Marifet hikmet-i hilkattir, tefekkür mukteza-i fıtrattır.

86) İnsanı insan yapan hayâdır.

87) Dua bir anahtardır.

88) Kâmil mürşid hâl ile örnek olandır.

89) Ehl-i gıybet yamyama benzer.

90) Cehalet bir illettir.

91) Gaye-i ibadet şükürdür.

92) Evliyâullahın düşmanı Allah’ın düşmanıdır.

93) Göz eseri görünce, öz müessiri görmeli.

94) Zekât bir kalkan-ı mühimmedir.

95) Tebdil-i isimle mahiyet değişmez.

96) Yokluktaydım Rabbim verdi vücûd, nasıl olur da etmem O’na sücûd?

97) Her şerde dahi bir hayır vardır.

98) Riya salih amelleri yok eder.

99) Hakkı söyleyenler Hakk’ın himayesindedir.

100) İnsanlara liyakatı nispetinde değer verilmeli.

101) Ey nefsim! Ne ise özün,o olsun sözün. Ne ise sözün, o olsun özün.

102) Ruhun gıdası Kur’an’dır.

103) İbadet marifetin habercisidir.

104) Değildir tesettür tarz, nass-ı Kur’an ile farz.

105) Allah örtü ile emretti gizlemeyi zineti,ne yazık ki bir kısım muasırlarımız, yaptı örtüyü en güzel zineti.

106) Nefsinin avukatı değil, hâkimi olmalısın.

107) Talebe olmak öğrenci olmanın gayrıdır.

108) İyilik döner durur, yapanı bulur; kötülük döner durur, yapanı vurur.

109) Verirsen malından zekât, artırır o malı Şekûr kat kat.

110) Yücelten de alçaltan da Allah’tır.

111) Dinsiz felsefe bir safsatadır.

112) Gelenek dine eklemek değildir.

113) Muhabbet eken aşk biçer.

114) Sözün doğru olsa da yerinde demek gerek.

115) Âlim bin düşünür bir söyler, cahil bir düşünür bin söyler.

116) Evliya kalp kırmaz.

117) Şu elimizdekiler altın ve elmastır, kullandığımız tek para ihlastır.

118) Şems çıktı nücum kayboldu.

119) Her gördüğünü tesettürsüzlükle suçlamak yerine, önce gözlerine tesettürü emret bak gereğine!

120) Eser müessiri tanımak içindir.

121) Büyük uykular kabre tehir edilmeli.

122) Kap dolmadan taşmaz.

123) Sünnetin inkârı Ebû Cehil’den de cahil eder insanı.

124) Kitap yüklenmek için akla ne gerek? İlmiyle âmildir âlim, bilmek gerek.

125) Edepsizle bir olmak ilme hürmetsizliktir.

126) Kul dediğin her işi Allah için yapar.

127) Fıtratta kibire yer yoktur.

128) İlmin şükrü tebliğdir.

129) Uyku gayenin habercisidir

130) Kimi ihtiyaçtan konuşur, kiminin konuşmasına ihtiyaç duyulur.

131) Teşbih-i kelam teşbih-i itikaddan gelir.

132) Yeis nârın davetçisidir.

133) Zahire aldanma, ehl-i siyasetin işine karışma.

134) Duanın keyfiyeti marifete delildir.

135) İnkâr eden akıl değil, kalptir.

136) Asrın adamı asrın dışında olmalı.

137) Kabirlerden ve türbelerden meded beklenilmez.

138) Âlimin ilmine, tebliğdir şükür. Zalimin zulmüne korkma tükür!

139) Ey sen âmir! Edemezsin kırdığın bir gönlü tamir, iyisi mi seç sen kendine güzel bir zamir.

140) Kál ile öğüt veren çoktur, hâl ile örnek olan yoktur.

141) İlimle tedavi edilmezse illet-i cehalet, bil ki artarak olur sonunda dalalet.

142) Kur’an’dır Allah’a ulaştıran hakikat, nefsindir eğer binebilirsen hakiki at.

143) Aslı çirkin olanı, değiştiremez onun adı.

144) Vermişse Allah bir kuluna ilm-i simayı, bir bakışta anlar yürekteki davayı.

145) Ey nefsim! Yılan gibi kıvrım kıvrım olup, yalanla oynama! Ok gibi dosdoğru ol, hedeften sapma!

146) Uyku beş saattir, çoğu kabahattir.

147) Sen Türk, sen Kürt, sen Arap’sın dediler, Millet-i İslâmiye’yi bu ateşle erittiler.

148) Her kime verdiysen layık olduğundan fazla değer, bir gün gelir elbet seni buna pişman eder.

149) Uğradı mı bir beldede salihler atalete, fasıklar hâkim olur o beldeye elbette.

150) Kur’an sedası,ruhun gıdası; şirk kokan müzikse, olsa olsa ruhun belası.

151) Ve bir şiir ki tüm şiirleri sil baştan yazdıracak. Ve bir iman ki Hakk’ın adını yüreklere kazdıracak.

152) Zaafiyet-i ibadet, eder zaafiyet-i marifete işaret.

153) Ey nefsim! Avukat gibi nefsini savunmayı bırak, hâkim gibi nefsini sorgulamaya bak!

154) Mümine yaraşmaz boş durmak, saltanat-ı hakiki kulûb üzerine taht kurmak.

155) Uyan ey insan ölüm var ayıl! Seni hikmete sevk eder akıl, hayvan gibi yaşayacaksak, ne diye verildi ki şu akıl?

156) Abdullah İbni Ömerler için, Ömer gibi pederler gerek! Yeni Fatihler için, yeni Akşemseddinler gerek!

157) Hakk’ı bilendir hakiki âlim, Hakk’ı tanımayandır asıl zâlim.

158) Samimi olanın zikredilir ismi Arş’ta, zıddı olanın ismi silinir en başta.

159) Kendim bildim bileli, uyudum mu bilmem. Ben göz kapamaya, uyku demem.

160) Her kişi kazancında dökmeli ak ter, elzemdir insana önce karakter.

161) En aziz kişi nefsine galip olandır, en âciz kişi nefsine mağlup olandır.

162) Ne dünya ne de ukba, gayemiz yalnızca ilahi rıza.

163) Üsluptaki virüslerdir bu davada en büyük düşmanımız bizim, dile format gerektir azizim.

164) Üzmeler ve küsmeler; kırgınlıklar ve kızgınlıklar hep birbirini kovalar.

165) Ha bir cami yıkmışsın,ha kalp kırıp gönül yıkmışsın. Namazdan mânâ ne? Sen kâbeyi yıkmışsın!

166) Asla gözüne haramı gördürme! Bin latifeni bir bakışla öldürme!

167) Ömürdür dünyadaki sermaye, hasenattır ukbadaki sermaye. Uyan ey gafil nefis, nasıl olur da boş geçer bir saniye?

168) Gözlerden akan yaşlar, turab-ı kalbi sular.

169) Ârif her musibetten bir ders-i ibret alır, cahil ne gelse başına kul yaptı sanır.

170) Ben hiçbir şey söylemedim ve hiçbir şey yazmadım; yalnızca yüreğime, bir ayna bıraktım.

171) Şükür tohumdur sabır suyu; esirgeme ki suyu, yeşersin şükür tohumu.

172) Kul kuldan istedikçe eder tedenni, Hakk’tan istedikçe eder terakki.

173) Allah deyu deyu çıktım dağlara, haykırdım doya doya. Taş bağırlı dağa kim ne duyura?

174) Bil ki güldür onlardaki bağır, adavet ettiğin Allah dostu ise bedeli ağır.

175) Nimeti yalnızca Hakk’tan bil! Ta ki zikretsin hakkıyla O’nu dil.

176) Zannetme ki tevekkül sebepleri terk edip bir mûcize beklemektir, tevekkül esbaba müracaat edip neticeyi Hakk’tan dilemektir.

177) Kenz-i mahfiyi aradım durdum, o hazineyi kırık kalplerde buldum.

178) Geceyi yıldızlar aydınlatır amma, bir yıldız ki güneş olur da görünmez başka yıldız ve yakılmaz lamba.

179) Kalp bir tarladır; kimi muhabbet eker, kimi nefret diker. Mahsulü ameldir, herkes ektiğini biçer.

180) Ehl-i gafletin aşk sandığı şehvani bir muhabbettir, oysa aşk mukaddes ve müberra bir hakikattir.

181) Kabir büyük bir duraktır, sanma ölüm sana çok ıraktır, şu sararıp düşenler yapraktır, nasıl yaşarsan yaşa, sonun kara topraktır.

182) Dediler: “Riyazetle nefis ölür mü?” Dedim: “Hiç düşman geri çekilmekle ölür mü?”

183) Bir yıkılış bin kalkınıştır, bir mağlubiyet bin galibiyettir elbet. Mühim olan yenilgi içinde büyüyen, zafer-i ekberi görebilmek.

184) Âyâ zanneder misin zikirler gider boşuna? Zikir ayaklarıyla çıkılır merdiven-i aşkın arşına.

185) Gönül yapanlar bırakır arkalarında gül, gönül kıranlardan geriye kalan yalnız kül.

186) Nefretin misali bir çöl, kupkurudur, kurutur gör! Muhabbetin misali göl, hiç çöle benzer mi gör!

187) Azrail gelince insan etmeli tebessüm, Sevgili’ye götürene nasıl edilmez tebessüm?

188) İbadetin efdalini ararsın, bir taraftan da gönül kırarsın, kâbeyi yıkarak nasıl rıza ararsın?

189) Seher vaktini uykuda geçirmek, musluk açıkken kovayı ters çevirmek.

190) Şâirim, sözün âlâsını bilirim, lakin cahilin karşısında konuşmayı, edepsizle bir olmayı, ilme hürmetsizliktir bilirim.

191) Elif gibi dimdik ol amma çok havalardan uçma, düşüşün fena olur sonra.

192) Nefs-i emmare cihetiyle öldüğün gün, odur kalp ve ruh cihetiyle dirildiğin gün.

193) Dünya bir handır, ebedi kalınmaz. Baki için halk edilen kalp, faniye bağlanmaz.

194) Ey nefis! Fani dünyaya aldandın, hiç ölmem mi sandın, koca bir ömürde O’nun rızası için ne yaptın?

195) Hak hakkı özler, batıl batılı gözler, gördüm yüz verince beş yüz olan yüzler.

196) Sözün menbaı ne akıldır ne de lisan. Sözün menbaı mahall-i imandır bilmeli insan.

197) Ey nefsim! Sen oruç tutuyorsan oruç da seni tutmalı; Oruçtan mânâ, yalnız açlık sanma, amellerini ateşe atma!

198) Hadis, fıkıh, tefsir, kelam... İlmi talep ettim her an, akıp gider; durmaz zaman. Önce ihlâs derim o zaman.

199) Ey nefsim! Aç gözünü, olma kör, Sanat mûcizelerini gör. Bak, üzüm asmasının yaprağındaki nakşa, Tesâdüfî olması mümkün mü hâşâ?

200) İlk üç emridir dinimizin “Oku!” Yarın mahşerde de ilk suali olursa “Okudun mu?” Sen o günün dehşetini şimdiden oku!

201) Empatiyi terk eden insanlığını kaybeder.

202) Ey nefsim! Sen bilmediğinin âlimi; Bildiğinin cahilisin; Tevâzuyla insan olur,

kibirle yok olursun.

203) Biz önce Müslüman’ız, Sonra Türk’üz. Biz önce Müslüman’ız, Sonra Kürt’üz. Biz önce Müslüman’ız, Sonra Arab’ız, Fars’ız, Çerkez’iz, Laz’ız...

204) Aşk; gül demek, bülbül demek, bülbüldeki vefâ demek.

205) Azaplara atar, bil! Hikmetsiz konuşan dil.

206) İnsan ölümsüz değil, sen Hakk önünde eğil.

207) Ey nefis! Tetiği çeken sensin, sonra da kader mahkumuyum dersin. İyilik gelse başına hepsi benimdir dersin, su-i ihtiyarından gelen bir kötülüğü, sahiplenmez; kaderindir dersin.

208) Bil ey nefsim! İyilik onu emreden külli irade sahibinin; kötülük O’na isyan eden bedbaht nefsinin.

209) Ey nefis! Gel etme gurur! İbadettedir asıl onur. Kulûb bulur, Zikrullah ile huzur.

210) Resûl’den aldım hilim, Rabbim verdi ilim. Kesilsem dilim dilim, yine de Hakk der dilim.

211) Bak şimdi şu diline! O Rahman’dan hediye. Tercüman latifene, mûcize-i azîme...

212) Bırakmalı günahta inadı, helal lokmadadır nimetin tadı.

213) İster piyango desinler, ister loto, ister ganyan. Hepsi kumardır, bilsin bunu oynayan!

214) Nasıl oynar Müslüman kumar, haram lokmadan ne umar?

215) Özgürlüğe ölüm, kuşa bir kafes. Kim bilir, ne zaman verilecek son nefes? Zannetme hayattan gaye, sadece heves! Kâlû Belâ’yı nasıl unuttun, ey ruh, sana pes!

216) Uyan artık gafletten, ölüm ansızın gelecek! Sanma herkes de seninle bir gelecek.

217) Geldin bir damla su ile, gidişin bir tohum ile; bu kibir gurur ne diye?

218) Ölüm haktır, kaçış yoktur. Her nefis tadacaktır, ruh bedenden çıkacaktır.

219) Gördüm vefat var bir evde, Ağlıyorlar dört bir yerde. Göz yaşları dönmüş sele, sanki gidişi nereye?

220) Öleceğim bir gün ben de, ağlamayın hiçbir yerde! Düğünümdür, düğünümdür! Sevgili’ye dönüşümdür.

221) Aynı adama baktılar, farklı adlar taktılar. Şâir denen aynada, onlar kendilerine baktılar.

222) İman bir nur olur, kiminde kibrit olur. İman bir nur olur, kiminde şems olur.

223) İlim başta taşınan elmastan bir yüktür, insan yükü nispetinde ihtiyatlı yürür.

224) Dersin: “Ne kadar söylesem az.” Bil ki kelamdaki i’cazdandır icaz.

225) Ebrehe’nin filinden, hak korudu şerrinden. Yüz çevirme beytinden, o gönül evinden.

226) Çok kandıran, hep aldatan; dünya yalan, var mı alan?

227) Geçer zaman, deme aman! Olma pişman, oku Kur’an!

228) Bil ki bir an, ömür bu an; zıddı yalan, zıddı yalan.

229) Dolam dolam, kalbi sokan; yalan yılan, olur ayan.

230) Özünle yan, sözünle an! O’na dayan, aşka uyan!

231) Kalbini Rahman’a teslim eyledi. Evirdi, çevirdi; dile getirdi.

232) Bu aşk her zerremi Şems eyledi; kül etti, gül etti, mecnun eyledi.

233) Aşkına düşenler bayram eyledi. Yûnus bu aşka, hayran eyledi.

234) Bir hiç iken var eden, Sen’sin beni halk eden. Sen’den gayrı kimim var, Sen’den gayrı kimdir yâr?

235) Sen’sin dil, dudak veren; Sen’sin el, ayak veren. Sen’den gayrı kimim var, Sen’den gayrı kimdir yâr?

236) Andığım, yandığım; hecemsin, dizemsin. Beyitim, şiirim; her şeyim Sen’sin, her şeyim Allah.

237) Amele güvenmem, cenneti düşlemem. Aşkımdır sermayem, sevgindir himayem.

238) Sadır oldu, satır oldu; Rabbim sevdan, bana doldu.

239) Seherlerde er eyledi, zikrine nefer eyledi. Bak, bu sevda ne eyledi!

240) Her verdiğin sümbüldür, Yûnus aşkınla bülbüldür. Sen’den bana gelen güldür; ister öldür, İster güldür. Ölüm benim düğünümdür.

241) Tek Sevgili, en Sevgili, ne güzelsin Sen Sevgili! En güzelsin Sen Sevgili.

242) Şol kalbim lütfunla sezer, mazlumun dilinde gezer, zalimleri tümden ezer, bu sözler dünyayı gezer.

243) Bülbül etti, söylettirdi; aşkın beni, benden etti. İlim etti, hilim etti; aşkın beni benden etti. Özüm etti, sözüm etti; aşkın beni, benden etti. Fikir etti, zikir etti; aşkın beni, benden etti. Kitap etti, hitap etti; aşkın beni, benden etti.

244) Kırık kalbimde, bin şiir yeşerdi. Rabbim bir zerre muhabbetin, ebeden yeterdi.

245) Kalbim geldi dile, seslendi âleme. Deftere kaleme, hacet ne diye?

246) Elden ele kitabımız, dilden dile hitabımız. Gönülden gönüledir, aşk denen ikramımız.

247) Satırlardan sadırlara, sadırlardan asıllara, asıllardan asırlara, aşk denen ikramımız.

248) Arzı kaplar bu davamız, Arş’a çıkar niyazımız, gül kokulu yazımız, aşk denen ikramımız.

249) Yaram var derinde, aşk Allah’ın evinde. Derman yok derdime; Sen’den gayrı, Sen’den gayrı.

250) Bir hece var dilimde, bedenimin başkentinde. Duyan yok sesimi, Sen’den gayrı, Sen’den gayrı.

251) Kanlı yaş var gözümde, Sen’sin tek yâr özümde. Sevemem hiçbir şeyi; Sen’den gayrı, Sen’den gayrı.

252) Ruhumun derinliğinde, kalbimin zirvesinde, Yûnus’un benliğinde; sarmaşık aşk, sarmaşık aşk…

253) Muhabbetin illerinde, tasavvufun başkentinde, Yûnus’un benliğinde; sarmaşık aşk, sarmaşık aşk…

254) Ağlayan gözlerimde, gül kokan sözlerimde, Yûnus’un benliğinde; sarmaşık aşk, sarmaşık aşk…

255) Dua dua kanat çırpar, kuşlar Hakk deyu uçar; lâ maşuka illallah.

256) “Hu!” deyu aşka eser, rüzgâr emrinde nefer; lâ maşuka illallah.

257) Ağaçlar çiçek açar, yaprağıyla el açar; lâ maşuka illallah.

258) Zerre döner, dünya döner, aşkınla âlemler döner; lâ maşuka illallah.

259) Sen güzelsin, ne güzelsin; lâ maşuka illallah. Sen güzelsin, en güzelsin; lâ maşuka illallah.

260) Ateşten korkmam, korkum Sen’den; Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!

261) Cenneti istemem, huriyi neyleyem? Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!

262) Ne baldan ırmaklar, ne sütten ırmaklar; Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!

263) Seyyah aşkınla deli, neylesin yemişleri? Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!

264) Pınarlardan bana ne? Ağaçlardan bana ne? Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!

265) Ne hayaldir ne emel; makamlar ve mevkiler. Sevgili! Sevgili! Sevgini ver Sevgili!

266) Dost Dost’undan, hiç olur mu ayrı? Ey Rabbim, dost yoktur Sen’den gayrı!

267) Yol gözlerim, hep özlerim, hak sözlerim. Bak gözlerim, şol meleği ara!

268) Kömür içinde elmas gibidir her veli, insanlar içinde binler hikmetle gizli; hor görünür, gülünür sanılır bir deli.

269) İhlas ile sıradan ameller olur ibadet, ihlassız ibadet dahi olur helaket.

270) Ümit kesme Rabbinden! Yüz çevir, kesretten! Tövbe eyle, yürekten! Son nefese ermeden, ölüm sana gelmeden.

271) Aşkın ile ağlıyorum, su olmuşum çağlıyorum, yalnız Sana çağırıyorum, varlığınla gurur duyuyorum.

272) Hilim içindedir ilim.

273) Lütfunla günahlara kördüm, her şeyde Sen’i gördüm, âlimler içinde zalimler gördüm, şol hilim içinde ne büyük ilim gördüm.

274) Ulvi bir hizmet ile meşgul olanı, süfli bir hizmete davet, ne kadar eblehçe bir hareket!

275) Ömrüm güller içinde, güller gönlüm içinde, sırlar sırlar içinde, rüyaların içinde, cevabı bir niçinde.

276) Rabbim ne bildirdiysen hepsi doğru, ne olur uçur bizi Arş’a doğru.

277) Ey zalimler! Ey gafiller! Günahkâr gözlerinizle, gaflet dolu gönlünüzle, Allah’ı göremiyorsunuz diye, O’nu yok mu saydınız? Yoksa O’nu yok mu sandınız?

278) Ey Varlık! Gösterme Darlık!

279) Sen’den gayrı yoktur gerçek varlık, Rabbim gösterme ebeden darlık!

280) Bin ârif gördüm, hepsi suskundu. Bin cahil gördüm, susanı yoktu.

281) Ey reformistler ve ey mealistler! Şunu iyi biliniz: Biz ki ehl-i sünnetiz, hakikati tasdik ve teyit idrakı tahsin ve tecdittir vazifemiz.

282) Müctehidin gayesi odur, olur marziyat-ı ilahi. Mübtedi’nin gayesi odur, olur marziyat-ı insani.

283) Kesretten arındım, sevginle barındım. Ben Sana adandım, kabul et Allah’ım!

284) Kelimeler söz olur, kimi zaman aş olur. Bir taş olur, bir ataş. Yüzde kaş olur, baktığın göz olur. Kor olur, köz olur, aktığın öz olur.

285) Tercihimiz baş olmak, benlikte yok olmak, gözlerde yaş olmak, aşk ile tok olmak, açlığa aş olmak, hedeften sapmayan dosdoğru ok olmak, müttakîne baş olmak.

286) Çağrımız Kur’an’a, akıl ermez durana. Selâm olsun duyana, bu davete uyana, Hakk adını anana, aşkımızla yanana.

287) Hakk âşığı hakikatın elidir, halk nazarında yalnız bir delidir, mum gibi erir, etrafına ışık verir.

288) Hastalık, sıkıntı, musibet olur günahlara kefaret, yahut olur terakkiye alamet. Yeter ki sen güzelce sabret!

289) Diplomayla âlim olunmaz. Para kazanmak için, ilim tahsil olunmaz.

290) Kur’anla dirileceğiz, sünneti bileceğiz. İlim ile hikmet ile, İslâm kokan güller ile, bülbül olup öteceğiz.

291) Rahmet-i Rahman şamil, ahkâm-ı Kur’an ile âmil, görür insan-ı kâmil.

292) Tasavvuf Allah’ı sevmek, Allah için sevmek, Allah için olmayan her ameli ve her sevgiyi Allah için terk etmektir.

293) İsraf etme zamanını, sen kalk kıl namazını! Hakk’tan dile amanını! Duyar O niyazını, ne hoş verir cevabını.

294) Siyasetle iştigal edenler de gerek elbet. Lakin bizim vazifemiz yalnızca diyanet.

295) Dersin: “Dua öner!” Elin başka söyler, dilin başka söyler. Dua sana n’eyler?

296) Yazmadım, yazdırıldı. İman için, İslâm için, gül kokan bülbüller için yüreklere kazdırıldı.

297) Ara dur, hilkatteki gayeyi bul! Hikmet budur, Hakk’a olmak güzel bir kul.

298) İmandır yüreklerin ferahı, kalmaz kimsede mazlumun ahı.

299) Terk edersen şol dünyada ihlası, görürsün ukbada gerçek iflası.

300) Ettin kendine yazık, günah ne kötü azık.

301) Hakk içindir insan aklı, vicdan ki her daim haklı.

302) Vahiy önce gelir ey akil! Yerinde kullanılmalı nakil.

303) Ey nefsim! Sükut et, abes konuşmayı kes! Rüzgâr ol, hikmet es! Bilemez bizi herkes.

304) Kulaklarda aşk dolu dizeler, dudaklarda aşk kokulu sözcükler. Birdman Father bu dünyayı n’eyler? Muhabbet-i Vedûd bize, ebeden yeter.

305) Şol Yûnus ki ham idi, Hakk ilham eyledi, kulluğa erdirdi, orada aşk önderdi.

306) Âşıklar aşk derler, Hakk deyu dönerler. Onlar bu yolda erler, “Kul ol da gel!” derler.

307) Hakk’tan gelen ferman, tüm dertlere derman.

308) Hakk’tan ilham geldi sadırıma, sadırımdan döküldü satırıma. Aşk dolu sineler hatırına, yazılanlar ikram insanlığa.

309) İman dolu yürek, sarsılmaz dağdır. İman aşk ile kıyamdadır. Âşık ölmedi, aranızdadır, sağdır.

310) Ölüm gelip çatmadan, kalbin son kez atmadan, dön kulluğa! Gel, eyle secde!

311) Yüzde gözdür, olur nur. İmandır gerçek onur.

312) Bir kez geldim dünyaya, âşık oldum Mevla’ya,. Yine gelsem dünyaya, sevdam yalnız Mevla’ya.

313) Haksızlık aksızlıktır, akılsızlıktır. Faniyi bakiye, nârı nura tercihtir, şüphesiz ki ahmaklıktır.

314) Marifetullah dediğin, Hakk’ı hakkıyla tanıyabilmek. İlmin güzelliğindendir, “Bilmiyorum.” diyebilmek.

315) Bilmediğini bilmek ilimdir.

316) Allah’ı zikreden asla görmez darlık, Rabbim Sen’den gayrı yoktur gerçek varlık.

317) Tebliğ için iman gerek, ilim gerek, irfan gerek, İlah’a adanmak gerek, Hakk adını anmak gerek, Rabb’e daim tapmak gerek, aşk ile kavrulmak gerek, yakmak için yanmak gerek.

318) Sussam fayda etmiyor, kelimeler yetmiyor, Rabbim Sen’den niyazım, nesl-i Kur’an muradım.

319) Tövbe alma söylemi ve eylemi kiliselerden edildi ithal, yerine iade edilmeli derhal.

320) Kur’an ile sünnetin arasını açmak ve sünneti yok saymak, olur kelime-i şehadetin iki cümlesinden birini yok saymak.

321) Ağlarım oldum mâ-i zemzem, çağlarım Hakk deyu her dem.

322) Seni bir ömür, secdeye götürmeyen iman, cennete nasıl götürsün? Uyan ey insan!

323) Abdalca yaşarım, engelleri aşarım, perdeleri açarım, su misali taşarım, mecnun deyu anılmayan, akılsız sanılmayan, veliye şaşarım.

324) İnsanlara acımayınız, insanları seviniz. Bu bizim meşrebimiz, eğer bilirseniz.

325) Şu dünya ki bir han, her anımız imtihan.

326) Ey nefsim! Yüreğine kin dikenleri dikmek yerine, muhabbet çiçekleri dik ki yüreğinden diline mis kokular süzülsün, dilinden sözlerine hikmetler dökülsün.

327) Gönüllerde kalanlar, gönül alanlar. Hakk dostu olanlar, Hakk’a adananlar.

328) İmansızlık beter eder, büyük nimet rükn-i kader. İman et, gitsin yeter! İman et, bitsin keder.

329) Üç günlük dünyaya kanan, Rabbi değil, nefsi anan, kendini ebedi sanan, odur nâr içinde yanan.

330) Hakikatı bulanlar mutludur, her daim umutludur. Okumak ne güzel bir tutkudur, bu tutkuda olanlar kutludur.

331) “Neden, niçin böyle?” deme! Sabret! Bak, gör tecelli edecek nice hikmet! İbretle seyret! Rabbine şükret!

332) İyilik eden o iyiliği unutmalı, iyilik edilen unutmamalı. Ama tüm iyilikleri Hakk’tan bilip, minneti yalnız O’na duymalı.

333) Beli rükûda eğdir, alnı secdeye değdir. Bu gerçek yükseliştir, aşka gerçek eriştir.

334) Dil ile ikrar, kalp ile tasdik, amel ile ilân, ihlâs ile i’lam budur kâmil iman.

335) Aşk ile geldim vecde, Rabb’e eyledim secde. Şol yükseliş arş, diye! Hakk adını an, diye!

336) Bilmeli bunu gafil, olmamalı cahil. İlmiyle âmil, insan-ı kâmil.

337) O bir eldi, güzel elçi, Resûl geldi, davet etti. Duyduk ve uyduk, Hakk’a kul olduk.

338) Ameldir ilme zabit, Rabbim eyledi âbid. Yeryüzü bize mescit, her zerrem oldu sacid.

339) Dize dize aşka çağır! Duysun bizi mümin bağır. Mazlumdan yükselen sabır, zalimi alçaltan kahır.

340) Kur’an ruh, sünnet göz olmalı. İşte o vakit hikmet olur söz, İslâm olur yüz ve iman olur öz.

341) Nuru nâr çeviriyor, nârı nur çeviriyor. Manzaralar geçiyor, insan dilediğini seçiyor.

342) Ey akıl! Düşün ve hikmete var! Ey arz! Müjde sana! Bahar var, haşir var. Ey ins! Hakikata ağ aç! Ey ağaç! Yaprak avuçların aç, şol duama ol taç!

343) Kalbim anıyor, kalem yazıyor, yaram kanıyor. Sürgündeyim, her bir zerrem aşkla yanıyor.

344) Bilmemeyi ilim bildim, bilmeyi cehalet. İlimden gelen enaniyet var ya işte odur asıl helaket.

345) Fazla dalma derin, hikmet denen okyanus. Ya dünya kokacak Yûnus, ya kokacak dünya Yûnus.

346) Bildim bileli ben beni, kaybetmişim kendimi, sanki bir ayyaş gibi. Yüreğim aşk süzeni, Allah diyor merkezi, Kur’an’dır rehberi.

347) Hak göründü gözümüze, davetimiz Rabbimize. Aşk yer etti özümüze, bal sürüldü sözümüze.

348) Olmak istiyorsan gönüllerde kalıcı, olmalısın sen her daim gönül alıcı.

349) Dünya ki uzun sanılan kısa yoldu. Günler doldu, güller soldu. Yeryüzü kabirle doldu.

350) Aptala malum meçhul olur, abdala meçhul malum olur. Hakk’ı anan hakkı bulur, bizimle olan bizim gibi olur.

351) Mümine yakışan, bir güler yüz ve bir tatlı söz. Budur imandan öz. Kibir denen illetse, olur taşıyana köz.

352) Gayrın kusurunu aramak, götürür gaflet ve dalalete. Nefsin kusurunu aramak, erdirir hikmet ve hidayete.

353) İster öldür beni, ister güldür beni. Aşkın ile döndür, ne olur Sen beni. Bildim bileli ben beni, söylerim deli deli: Sevgini ver Sevgili!

354) Sabret, gör! Bu sonuç sana özel, Allah yapar her şeyi en güzel.

355) Göz ver, yanarak bir başka! Öz er, anarak tek aşka!

356) Allah’tan başka yoktur hiçbir ilah, Resûl Kur’an’ı ne güzel eder izah, Melek-ül Mevt’i görünce gafil der: “Eyvah!”

357) Her nerede isen, Rabbi’nin yoluna dön, gel! İman eden yüreğe yoktur engel.

358) Ne bir dua, ne beddua, bir kelam-ı fukara: Rabbim! Her kim ne murad ediyorsa hakkımda, dergâh-ı ilahiden, ona iki katı ulaşa.

359) Yoksa eğer yüreğinde, hak adına hiçbir dava. Şeytan ve yardımcıları, alkış tutar böyle ava.

360) Hakk’a dönüktür özüm, O’nsuz sönüktür sözüm, dünyalıkta yoktur gözüm.

361) Dersin akl-ı beşerden ırak, insan olur önce çırak. Derim Hak Teâlâ dilerse, usta olur bir anda çırak.

362) Dillerden düşmeyen, aşk kokulu güldür. Günbegün ağlayan, vefalı bülbüldür. Ey Maşuk! Ne olur artık Gül, yüzümü güldür!

363) Dil getirir kelime-i şehadet, amel eder her dem ona muhalefet. Bu hâl eder delalet, yerleşmemiş o kalbe hidayet.

364) Aldığımız nefes emanet, verdiğimiz nefes inayet. Şu hayatta sahip olduğumuz an ne? Geçmiş olsun anne!

365) Bilsen ki karşındaki insan cahil, edersen onunla münakaşa, olursun sonunda gafil. Bir iken iki olur cahil.

366) Cahille münakaşa eder insanı gafil.

367) Sorsan herkes her şeyi biliyor! O hâlde bu gafilane söylemler ve cahilane eylemler, Allah aşkına nereden geliyor?

368) Mesleğimi yakamam, meşrebimi atamam. Dağları, taşları kırarım, yıkarım; bir kalbi kıramam, asla gönül yıkamam.

369) Yoktur Sen’den başka hiçbir ilah, ey Yaradan! Ne olur kurtar beni, şu ayrılık denen yaradan!

370) Fatiha ki taleb-i hidayet, Kur’an’dır bu duaya icabet.

371) Anne duası alan yolda kalmaz, baba bedduası alan iflah olmaz.

372) İmandan maksad önce hayâ. Hayâ eden yüzler benzer aya.

373) Ne o yan, ne bu yan, ne de şu han. Hedef cihan, nesl-i Kur’an.

374) Ey nefsim! Bilenden korkma! Bilmediğini bilenden korkma! Bildiğini bilmeyenden de korkma! Lakin bilmediğini bilmeyenden kork! Zira insanların en şerirleri onlardır.

375) Şiirleri aşka nazır, dizeleri sadra kazır. Yûnus vuslata muntazır.

376) Ağız yaydır, kelimeler ok. Yayından çıktı mı ok, artık geri dönüşü yok!

377) Atıldım bir meydan-ı imtihana, iki kapı açıldı bu hana. Tevazu kapısından girdi itaat ve taat, kibir kapısından çıktı isyan ve şenaat.

378) Ey nefsim! Sözlerime ey nefsim diye başlamam, tevazudan değildir bilesin. Zira sen emmaresin, daim tenkit edilmelisin, hakkın övgü değil, yergidir bilesin.

379) Yoktur hiçbir şeyde Sana secdedeki lezzet, ne olur Rabbim Sen rü’yet-i cemalini lütfet!

380) Ellerimi açtım, gafletten Hakk’a kaçtım. Ben Sana muhtacım, esman benim ilacım.

381) Ey nefsim! Nasihat edebileceğin kimselere, nasihat etmemek büyük bir kayıptır. Nasihat alabileceğin kimselere, nasihate kalkışmak büyük bir ayıptır.

382) Topluluk içinde nefislerini medh ü sena ile ananlar, yalnız kaldıklarında bila mecbur nefislerine taparlar.

383) Ey hikmet! Sen İslâm’a giden yolsun. Gönlün imanla dolsun, dilin ne olursa olsun, yeter ki söylediğin hak olsun.

384) Bak, mahlukat onu okuyor duy! Teslim ol, Kur’an’a uy! Tevekkül ne güzel bir huy.

385) Münafığın nifak oku, neşrediyor nahoş koku. Kibirlinin arşta burnu, göremiyor açla toku.

386) Kur’an’dan alacağız ders-i hakikati, efalimizle anlatacağız hak din İslâm’ı.

387) Cismi büyük, fikri küçük, çıktı bir adam karşıma. Dedi: “Ey şâir bana baksana! Ben kadere inanmıyorum, ne anlatsan boşuna.” Dedim: “O da senin kaderin anlasana.”

388) Rıza-i ilahi olunca yalnız emel, ibadet olur her bir amel.

389) Şiir vardır evliya eder, şiir vardır eşkıya eder. Şâir vardır evliya dahi gıpta eder, şâir vardır eşkıyalar da lanet eder.

390) Adın ana ana kendimden geçtim. Meşrepler içinde ben aşkı seçtim.

391) Şol sözlerim ki sanma ham, hepsi Hakk’tan gelen ilham.

392) Kalmamış insanda hayâ, ar sanki cansız, ruhsuz bir duvar. Hasenat sanki ona bâr, gafilden daha müflis kim var?

393) Ne güzel ayrıntı, göz üstüne nakşedilen kaş. Söyle! Kimdir, şu simayı nakşeden nakkaş?

394) Değildir kesreti terk, gerçek marifet. Kesret içinde de vahdet ile olabilmek, asıl marifet.

395) İman çıplaktır, elbisesi takva. Ne güzel zinet, bu elbisede hayâ.

396) Araçları amaç hâline getirmek, ancak hedeften sapmak demek.

397) Bir insan düşün ki samimi, olsa da hakiki bir ami, tek başına fetheder âlemi.

398) Etti her nebi ümmetine rehberlik, peygamber mesleğidir öğretmenlik.

399) Davam gönlü tamirdir, uyku yeri kabirdir.

400) Korku olur cehalet, ilim en büyük cesaret.

401) Yoktur bu dünyaya, ikinci bir geliş. Bak, gör her şey O’nu anlatır insana. Düşün ve aklet! Hikmet ise dilindeki naklet! Bize düşen, sabır ile şükrediş, Melek-ül Mevt’e: “Hoş geldin!” diyebiliş.

402) Menfi millet zillet, müsbet millet izzet. Gün gelir bizi de bir anlayan çıkar elbet.

403) Eğer gaye ise, görmek bir mucize. Bak, kendine öyleyse, gör binbir mûcize!

404) Görmüyorsa haramı eğer bir göz, söylenmese de tek bir söz, yüzden okur yüreği, elbette o masum göz.

405) Hakkı ikrar içindir, övgü Allah içindir. Gayrısı niçindir?

406) En sevmediğimiz iş körü körüne taklittir. Ve en sevdiğimiz iş şevk ve zevk ile tahkiktir.

407) Mesleğimiz tevazudan mürekkep, ilmiyle amel etmeyen olur merkep.

408) Aldanma, fani dünyaya! Bırakır insanı yarı yolda yaya.

409) Büyük israftır boş durmak, hırs nefis için yorulmak, şevk Allah için koşturmak.

410) Resûlullah rahmet saçar, mümin yürek güller açar. Gafil hidayetten kaçar, Hutame kolları açar.

411) Nakış alkışlar nakkaşı, resim gösterir ressamı. Olmaz mı hiç şu hikmetli bedenin nakkaşı ve şu sanatlı simanın ressamı?

412) Haramdır, günahtan bir damardır, piyango kumardır, Müslüman uzak dur!

413) Tahakküm düşürür esfel-i safilîne, istişare götürür a’lâ-yı illiyyîne.

414) Asık surat, çatık kaş, sanki kendi verir aş. Kendine gel arkadaş, olma Karun’a yoldaş!

415) Kişiliğini bulunduğu koltuktan alanlar, şüphesiz onlardır karakter mahrumu olanlar.

416) Süslü dünyaya kandık, o tüccardan ne aldık? Aldandık, hep onu andık! İşte kabre vardık, amellerimizle baş başa kaldık.

417) Yâ Rabbena! Hamd yalnız Sana, övülmekten yana, sığındım Sana.

418) Övülmeye layık olan ancak Allah’tır.

419) Muhabbetten Muhammed etti sudur, Muhammed’e muhabbet olur sürur, Muhammedsiz muhabbette yoktur huzur.

420) Dil ile esfel-i safilîn, dil ile a’lâ-yı illiyyîn, dil ile derin deniz görüne, dil ile girersin gönüle, dostun da düşmanın da o dil ile.

421) Adalet kalem oldu, satırlar hikmet doldu. Hikmetsiz adalet soldu, oldu dalalet.

422) Ben Sen’den bir eser, aşkın eder beter. Yûnus Sen’i diler. Lütfet, cemalin göster!

423) Ey kalp! Ne diye yoruldun?

– …

Dinledim, ben de duydum. Üslupta virüsler buldum, formata ihtiyaç duydum.

424) Ne haddi aşar mezhepleri reddederim, ne de onları müstakil bir din zannederim.

425) Dediler: Referansın kim? Dedim: Hakikaten Allah Azze ve Celle, kavlen ve amelen ahlâk-ı Muhammedi, zahiren Abdullah İbni Âdem.

426) Dünya hayatı bir sürgün, gün gelir biter sayılı gün. Öleceğiz, döneceğiz Rabbimizi göreceğiz.

427) Malum telkin yapışları, Azrail’in bakışları, kalbimin son atışları, vuslata can atışları, Rabbime koşarım, Ma’buduma uçarım.

428) İlim deryasına daldım, ben hilmi senden aldım. Yâ Resûl, sana hayran kaldım!

429) Ferşten yükselir Arş’a, binler dil ile tövbe, dua, niyaz. Arş’tan iner ferşe, sonsuz hikmetle rahmet-i serfiraz.

430) Ben istemem makam mevki, Rabbim Sen sev yeter ki. Kabir ne güzel bir ev ki, seyredilir cennetteki mevki.

431) Örümcek ağından bir yapı, onlarınki vehmi bir kapı, ehl-i küfür yutacak, mahşer günü hapı.

432) Ey Yûnus! Nefsine kondurmuyorsun toz, kibrin aleyhine ne büyük bir koz; ateşe girer olur köz. Marifet dolu öz, ne güzel bir göz.

433) Rüzgâr ol, hikmet es! Göremez bizi herkes.

434) Ruhum hep gurbette, yüreğim hasrette. Hakk’tan uzak durmak, binbir türlü işkence.

435) Yanıldın ve yanılttın, emelleri uzattın, amelleri kısalttın. Kendini göre göre, kendini bile bile, sen ateşe attın.

436) Dediler: “Ey şâir! Muhakkak, sen ancak bir delisin.” Dedim: “Ey Yûnus! Sen muhabbetin eli, aşkın bedelisin. Bırak herkes dilediğini desin.”

437) Gaflet dediğin ne çirkin bir nisyan, daldıkça ediyor insan isyan. Hoş görürsen insan olur İslâm, hor görürsen ziyan olur insan.

438) Ağlayan anlar dizelerimizi, Allah dostu sürer Peygamber izi. Kimileri inkâr eder bizi, kaybeder sonunda izimizi.

439) Bismillah diriliş, dua direniş ve sücûd yükseliştir.

440) Bir damla su ile gelip bir tohum taneciğiyle göçen insana kibir değil, tevazu yaraşır. Kibriya Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir ve O’na yakışır.

441) Zulüm karşısında sessiz kalmak, zulme taraftar olmaktan farksızdır.

442) Bir çuval altının içinde üç beş tane sahte altın var diye hiçbir akil insan diğer altınlardan vazgeçemeyeceği gibi, İslâm’da manen altın kıymetinde ve nispetinde olan hadisler içinde de birtakım uydurma hadisler var diye ne diğer hadisler ne de hadis ilmi inkâr edilebilir.

443) Çalışkan insanın beyni ve eli; tembel insanınsa çenesi ve dili çalışır.

444) Tepkilerin ekberi ve ekmeli tepkisizliktir.

445) Sükut en büyük taarruzdur.

446) Hüsn-ü zan hüsn-ü itikaddan gelir.

447) Sınırsız özgürlüğün olduğu yerde özgürlükten söz edilemez.

448) Gözün baştaki yeri, görevi, fonksiyonu ve işlevi ne ise sünnetin de dindeki yeri, görevi, fonksiyonu ve işlevi odur.

449) Toprak altına giren elmanın meyvesinin ve çöp kısmının çürüdükten sonra çekirdeğinden koca, meyvedar bir ağacın yaratıldığını gören nefse; nasıl olur da toprak altında eti ve kemiği çürüyen insanın acbüzzeneb tohumundan ikinci kez yaratılışı akıldan uzak görünür?

450) Müslümana tahakküm değil, istişare yaraşır.

451) Ve öyle bir kelime söyle ki tüm kelimeler onunla hayat bulsun.

452) Tasavvuf ihlâs, ibadet ve muhabbetle aşka ermektir.

453) Tasavvuf ahlâk-ı Muhammedîdir, edeptir.

454) Tasavvuf Allah’tan bir an dahi, göz açıp kapayıncaya dek olsa da, gaflet etmemektir.

455) Bana aşktan soruyorsunuz. Aşk odur ki: Mecnun’u da, Leyla’yı da Mevlâ’ya bağlaya. Kalp ekilen muhabbetle gülerken, gözler o toprağı sulamak için ağlaya.

456) Ey nefsim! Biri sana: “İki gözünü bana ver, mukabilinde tüm dünya senin olsun.” dese hiç tereddütsüz: “Hayır! diyeceksin. O hâlde o iki gözün tüm dünyadan daha değerlidir. Şükrünü eda etmek gerektir.

457) Ehl-i tarikat kalp ile; tövbeyle, zikirle gider Tevvâb’a, Kuddûs’e, Vedûd’a. Ehl-i kelam akıl ile; fikirle, hikmetle gider Alîm’e, Hakîm’e, Hakk’a. Ehl-i hakikat kalbiyle ve aklıyla; zikirle ve fikirle, ilim ve marifetle gider Allah’a.

458) Sözde mühim olan kelimenin kemiyeti değil, mesajın keyfiyetidir.

459) Ey nefsim! Günün karanlığından değil, gönlün karanlığından kork. Zira gerçek karanlık odur.

460) Kimseye düşmanlığımız yoktur bilesin. Bize kurşun atanlara gül uzatmaktır işimiz.

461) Bir elma çekirdeğinden koca bir ağacı halk eden Zât-ı Rahim-i Hafîz seni o toprak altında yokluğa atıp israf eder mi? Düşün! İnkâr ne yaşamın olabilir senin ne de düş’ün.

462) Nuruyla tüm âlemleri kuşatan Allah’a taklidi bir tarzda mekân isnat etmek doğru değildir. Böyle bir isnatta bulunan eğrilir ve eğriltir. Derhal bu isnattan vazgeçmelidir. Ancak Allah’ın bir ve tek, şeriksiz ve benzersiz oluşunu, yüceliğini ve muhteşem hâkimiyetini ifade etmek için O Zât-ı Akdes umum âlemlerin fevkindedir denilenilir, denilir ve öyledir.

463) Ey nefis! Eğer: “Biz ecdadımızdan böyle gördük.” şeklinde bir söylem insan için bir mazeret olsaydı, bu söylemi kullananlar Kur’an’da eleştirilmezdi. İnsan; okuyan, araştıran, öğrenen ve üreten kimsedir.

464) Atadan böyle gördük demek mazeret değildir.

465) Kim İslâm’ı Kur’an ve sünnette ararsa gerçek İslâm’ı bulur ve doğrulur. Kim de İslâm’ı başka yerlerde ararsa hurafeleri bulur ve boğulur.

466) Potansiyel salihler cevval salihlere inkılap etmedikçe ve İslâm’ı ef’âl ve ahval ile tebliğ etmedikçe nesl-i Kur’an ihya edilemez.

467) Akıl hikmete, hikmet istikamete sevk eder. Allah’ın kendine lütfettiği duyguları yerli yerinde kullanan insan meleklerin fevkine çıkar, duygularını doğru kullanamayan insan ise hayvanların da aşağısına iner.

468) Allah rızası için sa’y eden hiç kimse hiçbir yeri ve hiçbir şeyi: “Ben bulduğum gibi bırakırım.” diyemez, her yeri ve her şeyi en güzel şekilde bırakmaya çalışır.

469) Bulduğun gibi değil, en güzel şekilde bırak!

470) Küçük görülen maddeleri israf etmeyen, büyük maddeleri hiç israf etmez. Ve büyük maddelerin israfı küçük maddelerin israfı ile başlar.

471) İsrafın büyüğü küçüğü olmaz.

472) Fıtrat İslâm’ın gayrı olmadığı gibi, İslâm da fıtrattan ayrı değildir.

473) İslâm fıtrat dinidir.

474) Ey nefsim! Yûnus bin Metta (a.s) gibi nefsinden gayrı suçlayacak kimse arama ki nefis hûtundan, sefahet zulmetinden ve gaflet denizinden kurtulasın.

475) İnsan, şu misafirhane-i kâinatın en müşerref ve mükerrem bir misafiridir.

476) İnsan, mihmandar olan Sultan-ı Kâinat’ın en çok lütuf ve ihsanına mazhar olan bir misafiridir.

477) İnsan, istidatlarının kemiyeti ve keyfiyeti hasebiyle hadsiz ulvi ve süfli makam ve mertebelere namzet akıl ve irade ile donatılmış murassa bir eserdir, zîhayat bir aynadır.

478) İnsan, nihayetsiz âcizliği, müthiş zayıflığı ve hadsiz fakirliğiyle beraber mutlak bir kudretin, mükemmel ve sonsuz kuvvetin ve nihayetsiz bir gınanın tecellisine mazhar zîşuur bir aynadır.

479) İnsan, Melik-i Kâinat’ın esma-i hüsnasının ve sıfat-ı kudsiyesinin en mükemmel aynasıdır.

480) Başarıyı yakalayanlar hiç hata yapmayanlar değil, kendi hatalarından ve başkalarının yaptığı hatalardan ders çıkarabilenlerdir.

481) Tasarruf; fuzuli her sözün, lüzumsuz ve gayri zaruri her işin terk edilmesidir.

482) Nefsini yönetemeyen kimseleri yönetici tayin etmeyiniz. Aksi takdirde zulme iştirak edersiniz.

483) Dediler: “Bize öyle bir nasihatte bulun ki bir daha senden nasihat istemeyelim.” Dedim: “Hakk’ın tüm emirlerine itaat ediniz! Hakk’a ve halka verdiğiniz sözlere riayet ediniz!”

484) İyi bir yönetici kimi hangi vazife ile tavzif edeceğini iyi bilendir. Bunun içinse, istidatları keşfetmek gerektir. Ezcümle bu da ayrı bir yetenek gerektirir.

485) Önce keşfet, sonra tavzif et!

486) Asıl hastalık gaflettir, iman zayıflığıdır ve günah mikroplarının kalbi tümöre uğratmasıdır.

487) Sahih tasavvuf Kur’an ve sünnettedir. İnsan, tasavvuf zannıyla söylenen kendini şirke düşürecek her türlü sözden ve yapılan her türlü eylemden uzak durmalıdır.

488) Rehberi Kur’an ve sünnet olmayanın, şüphesiz ki rehberi şeytan ve nefs-i emmare olur.

489) Herkese eşit muamele etmek adalet değil, bir nevi zulümdür. Zira adalet hakkın mizan ile taksimi ve takdimidir.

490) Liyakatin hâkim olmadığı yerde dalkavukluk hüküm sürer.

491) Allah dostlarının sözleri kılıç gibi keskindir, ama ok gibi de dosdoğru.

492) İyi bir konuşmacı olmanın yolu iyi bir dinleyici olmaktan, iyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okuyucu olmaktan geçer.

493) Ey nefis! Bil ki, bu kâinat ve tüm mahlukat aynadır! Sana Hâlık’ını anlatır ve Malik’ini tanıtır.

494) Âlem-i şehadet, tüm mahlukat ve zerrat nihayetsiz diller ile Zât-ı Akdes’in varlığına ve birliğine işaret, delalet ve şehadet eder.

495) İslâm’ı doğru bir şekilde, güzel bir dille, insanları kırmadan ve incitmeden anlatmak cihadın ta kendisidir.

496) Hamd evrensel küme, şükür alt kümedir. Binaenaleyh her şükür hamddir; lakin her hamd şükür değildir.

497) Hamd zülcenaheyndir. Bir kanadı şükür, bir kanadı sena.

498) Tüm mahlukat aynadır, kendine verilen kabiliyetler nispetinde aynadarlık ettiği Zât-ı Akdes’i bize isim ve sıfatları ile anlatır ve tanıt-tırır. Mahlukat içinde en güzel ayna insan, insanlar içinde en mükemmel ayna Muhammed (a.s.m)’dır.

499) O öyle bir Allah’tır ki vesvese ile gelen her türlü noksanlıktan münezzehtir. Tefekkürle elde edilen her türlü güzellikten çok daha güzeldir, mükemmeldir, mukaddestir ve pek yücedir.

500) Âlim olmak için gerek ve yeter şart Arapça bilmek olsaydı, Araplar’ın hepsi âlim olurdu.

501) Şirkten tevhid ile, küfürden iman ile, nifaktan zikir ile, günahlardan tövbe ile temizlenilir. Ve Müslüman bedenen tertemiz olmalıdır ki ism-i Kuddûs’e parlak bir ayna olabilsin.

502) Kibirlenmek küçüklüktür, kibirlenen küçültülür. Büyüklenmek alçaklıktır, büyüklenen alçaltılır.

503) Dini ilahiyat diploması olanlara, edebiyatı edebiyat diploması olanlara ve tarihi tarih diploması olanlara teslim eden bir millet; milli ve manevi değerlerini kaybetmeye mahkûmdur.

504) Kur’an’ı hıfzedene hafız, hazmedene âlim denilir.

505) İslâmî terör örgütü yoktur, İslâm’ı kullanan terör örgütleri vardır.

506) Merkeze Allah’ın rızası yerine insanın rızasını alan hiçbir ictihad, hiçbir fetva arzîlikten kurtulamaz ve semavi olamaz.

507) Ey nefsim! Hizmet ettiğini iddia ettiğin konumda ve durumda insanlara tepeden bakma ve haddi aşma! Ta ki hizmetin eziyete inkılap etmesin.

508) Şiiri belli bir kalıbın içine sokmaya çalışanlar o kalıbın içinde yok olmaya mahkûmdurlar.

509) Biz yazdıklarımızı yaşamaya çalışmadık, Allah’ın bir lütfu ki yaşadıklarımızı yazdık.

510) İnsanlardan özür dileyemeyen kimse Allah’tan af dilemez.

511) Kul hata da eder özür de diler.

512) İlme talip olmak, uykusuz gecelere talip olmaktır.

513) Dediler: “Sen Kürt müsün, Türk müsün, Arap mısın?” Dedim: “Ben önce Müslümanım, sonra Türk’üm. Hem Türk’üm; ama Türkçü değilim.”

514) Üslubunda virüs bulunan hiç kimse idareci olmaz, olamaz ve olmamalı.

515) Gemiye dümencilik etmekle sorumlu iken, geminin diğer hizmetkârlarının hizmetlerini inkâr ederek haklarını gasbeden ve yiyen kimseden daha zalim kim olabilir?

516) Dünyaya değil, muhabbet-i ilahiye talibiz. Beldelere değil, yüreklere talibiz.

517) Biz âlemlere değil, kalemlere konuştuk. Biiznillah kalemler konuşacak âlemlere.

518) İctihadın merkezinde rıza-i ilahi olmalı, rıza-i insani değil.

519) Tenkit ve tehdit motivasyonu düşürerek çalışma şevkini kırdığı gibi, takdir ve tebrik dahi motivasyonu yükselterek çalışma şevkini artırır.

520) İhtiyaçların değişmesi talepleri değiştirdiği gibi, asırların tebeddülü de müceddidleri tebdil eder.

521) Evliya kime kulluk ederek terakki ve teali etti ise, sizler de O’na kulluk ederek yükseliniz ve yüceliniz. Evliyadan medet beklemeyiniz. Medet yalnız Allah’tan dilenir ve yalnız O’ndan gelir.

522) Tüm kâinat ve mahlukat Allah’ın vücudunun ve vahdetinin ayineleri ve şahitleri olmaktan başka bir şey değildir.

523) Elbette sünnete ittiba etmek gerektir ve elzemdir. Ancak sünnete ittiba bahanesiyle harama girmek de kâr-ı akıl-ı insan ve netice-i iman ve İslâm değildir.

524) Ey nefis! Söz konusu eleştirmek olunca, tüm dünyayı eleştiriyorsun. Söz konusu eleştirilmek olunca, bir tek insanın dahi eleştirisine tahammül edemiyorsun.

525) Kalem ile konuşmayı öğrendiğimden beri dil ile konuşmayı unuttum. Hâl ile konuşmayı öğrendiğimden beri kál ile konuşmayı unuttum. Rabbimi bildiğim günden beri kendimi unuttum.

526) Şâirler toplumun kalbi ve duygularının en güzel tercümanıdır.

527) Varlığın Var Eden’in varlığına delildir. Senin ölmenle birlikte bu âlemde varlığın hâlâ devam etmesi Var Eden’in devam ve bekasına delildir.

528) İşitmen işittirenin işittiğine delildir.

529) Görmen gördürenin gördüğüne delildir.

530) En büyük hırsızlık başkasının zamanını çalmaktır.

531) Zulmeden herkes zalimdir. Her zalim alçaktır. Zalimlerin en alçağı ise, zulmünün farkında olmayandır.

532) Fikir ve ilim adamlarının kıymetlerini, öldükten sonra anlamaya devam eden her millet yerinde saymaya mahkûmdur.

533) Zulüm adaletin zıttıdır. O hâlde adil olmayan herkes zalimdir.

534) Kur’an ile haşir neşir olmaya devam eden bir mümin daha dünyadayken cennetin kokusu alır.

535) Emeğe ve alın terine hürmet etmeyenler, insaniyetten nasibi olmayan kimselerdir.

536) Anlayabilenler anabilenlerdir.

537) Sınırsız özgürlük kaos doğurur.

538) Ne olur affet! Sen’indir sonsuz rahmet! Ne olur lütfet! Sen’indir sonsuz hikmet. Ne olur bahşet! Sen’indir ancak izzet!

539) Kâinat da mahlukat da ancak aynadır.

540) İnsan bu âleme sadece yiyip içip rahatça yaşamak için gönderilmemiştir. Kendisine verilen istidatlar, insanı ulvi bir gayeye sevk etmektedir. Bu istidatların başında da tefekkür gelmektedir. İnsanı insan yapan da akıl ve tefekkür değil midir?

541) Her insanın kendine: "Kimim ve neyim? Bu âleme nereden geldim? Nereye gidiyorum?" şeklinde sorular sorması akıl ve hikmetin gereğidir.

542) İnsan öncelikle kendini okumalı, düşünmeli, fehmetmelidir.

543) Ey insan! Sen bir hiç iken seni adem âleminden vücûd âlemine çıkaran Âlemlerin Rabbi Allah’tan başka kimdir? O Allah ki seni adem zulümatından kurtardı. Taş yapmadı, bitki yapmadı, hayvan yapmadı, eşref-i mahlûkat olan insan keyfiyetinde yarattı.

544) Allah’tan başka hangi güç, hangi ilim bir damla suyu; gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürebilir?

545) Bir damla suyu terbiye ederek onu erkek ya da dişi olarak hangi keyfiyette yaratacağını tercih etmek, ona gözler ve kulaklar, eller ve ayaklar, dil ve dudaklar vermek; onu gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürmek elbette yalnızca külli irade sahibi Âlemlerin Rabbi Allah’ın işidir.

546) Hâlık-ı Basîr-i Hakîm insanın gözlerini en güzel şekilde yaratmış, yerli yerine koymuş ve kirpiklerle korumuştur.

547) Bizleri hiçten, yoktan var eden ve bizlere gözler açan Âlemlerin Rabbi Allah, elbette ki gözlerimizi ve gözlerimizin gördüğünü layıkıyla görür. Basit bir gözlüğü yapan bir gözlükçü nasıl ki o gözlüğün gördüğünü görerek o gözlüğü icat ediyorsa, bize gözü ihsan eden Basîr-i Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm da şüphesiz ki gözlerimizi ve gözlerimizin gördüğünü görmemekten münezzehtir ve pek yücedir.

548) Maddi anlamda en fakir bir insana dahi: “İki gözünü bana ver, mukabilinde tüm dünya senin olsun!” deseniz hiç düşünmeden: “Ben görmedikten sonra dünyayı ne yapayım?” diyecektir. O hâlde dünyadan daha değerli olan bu gözlerimiz için dünya kadar şükretsek yine de azdır.

549) Bize kulaklar açan ve sesleri kulaklarımıza saçan Âlemlerin Rabbi Allah kuşkusuz bizi, tüm mahlûkatın sesini ve kulaklarımızın işittiğini hakkıyla işitir. Basit bir işitme cihazını yapan bir kişi nasıl ki o cihazın fark ettiği sesleri fark edip, tabiri caizse işittiğini işiterek o cihazı icat ediyorsa, bize kulağı ihsan eden Semi’-i Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm da şüphesiz ki sesleri ve kulaklarımızın işittiğini işitmemekten münezzehtir ve pek yücedir.

550) Allah insanoğluna dil diye tesmiye ettiğimiz öyle bir nimet vermiştir ki bu küçücük et parçası sayesinde hem Hâlık-ı Hakîm’in yarattığı nihayetsiz tatları ayırt ederiz hem de aklımıza, ruhumuza, kalbimize tercüman olan bu dil sayesinde kendimizi ifade ederiz.

551) Sâni’-i Hakîm insanı her bir azasıyla bir sanat eseri olarak halk etmiş ve yine her bir azasına ayrı ayrı hikmetler takmıştır.

552) Saçlar, kaşlar ve kirpikler üçü de görünüş itibariyle birer kıl olmasına rağmen, Sâni’-i Hakîm-i Adl-i Hafîz kaşlar ve kirpiklere bir ölçü, bir sınır koymuştur.

553) Bir A4 kâğıdı kadar küçük bir alanda aynı azaları yerleştirmek suretiyle böyle nihayetsiz simaları halk etmek her şeyin yaratıcısına has öyle mükemmel bir tasarruftur ki akılları hayrette bırakıyor.

554) Hâlık-ı Hakîm-i Kadîr-i Zülcelâl’in varlığını ve birliğini ilân ve ispat eden iki çeşit âyeti vardır:

1) Kelam sıfatından gelen, Cebrail (a.s) aracılığıyla vahiy yoluyla indirdiği âyetler.

2) Kudret sıfatından gelen, kitab-ı kâinattaki her bir mahlûku üzerinde tecelli eden âyetler ki buna tekvini âyetler diyoruz.

555) Kelam sıfatından gelen okuduğumuz Kur’an-ı Kerim ile kudret sıfatından gelen tabiri caizse kitab-ı kâinat olan Kur’an ve bu iki kitaba ait âyetler karşılıklı olarak birbirine işaret eder, birbirini izah, ispat ve tefsir eder.

556) Kur’an’ı indiren, kitab-ı kâinatı yaratandan başkası olmadığı gibi, şu kitab-ı mûcize-i kâinatı halk eden de Kur’an’ı indirenden gayrısı değildir. O hâlde müessir elbette eserini anlatacak, izah edecek ve tefsir edecektir.

557) O Allah ki sizi bu dünya sarayına bir misafir yolcu, çiçeklerle müzeyyen yeryüzü sergisine bir misafir seyirci olarak göndermiş; onun üzerinde dolaşır ve Sâni’-i Hakîm’in sanat eserlerini temaşa edersiniz. Dünya misafirhanesine, dünya sarayına o koca güneşi bir lamba, bir soba yapmış. Yine geceleri zifiri karanlıkta kalmayın diye ay’ı o saray ahalisine bir kandil ve yıldızları da mumlar kılmış. Hâl böyleyken nasıl bu işleri görmezden gelir, tesadüfe verir de Hâlıkınızı inkâr edersiniz?

558) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden Semi’i-Mucîb’tir, Basîr-i Kadîr’dir, Hakîm-i Mutlak’tır.

559) Kadîr-i Ezeli, Hakîm-i Ebedi tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan Kadîr-i Rahim’dir.

560) Katarat-ı yağmur (bilhassa da dolular) öyle mizanlı, öyle intizamlı ve hikmetli bir şekilde halk ediliyor ve indiriliyor ki fırtınalar ve dehşetli rüzgârlara rağmen o mizan ve nizam bozulmuyor, bu katreler birleşerek muzır maddeler hâline gelmiyor. Hikmet ve rahmetle halk edilen yağmur, mizan ve intizamla yeryüzüne gönderiliyor; gayet hikmetli işlerde şuurkârane istihdam ediliyor. O hâlde bu işleri yapan akılsız, ilimsiz, şuursuz, iradesiz yağmur taneleri değil; Vâhid-i Ehad, Rahmân-ı Kadîr, Rahîm-i Hakîm-i Hâkim’dir.

561) Gök gürültüsü ve gürlemesi de Âlemlerin Rabbi Allah’ın azâmet ve kibriyasını haykırır ve ilân eder, O'nu hamd ile tesbih eder.

562) Nasıl olur da sizi yaratıp yeri size bir döşek, semayı bir bina, bir tavan yapıp, o nihayetsiz rızıklarla sizi besleyen Rabbinize ortak koşarsınız? Hiç düşünmüyor musunuz? Allah’tan başka taptığınız hiçbir şey ne bir zerreyi yaratabilir ne de sizi rızıklandırabilir.

563) Sizi yaratmada, yaşatmada, rızıklandırmada ve hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir şekilde; hiçbir şeriki, hiçbir ortağı ve hiçbir dengi olmayan Allah’ın elbette ibadette de hiçbir ortağı yoktur.

564) Tüm insanlar da aslında acz, zaaf ve fakr ile yer yüzünde bir bebek gibidir. Yeryüzü Allah’ın kusursuz esma ve sıfatları ile onları bağrında barındırır ve sütü ile besler.

565) Arzı halk eden Hâlık-ı Hakîm, yeryüzünde insanlar sarsılmasın diye ağır baskılar yaptı. Yani Mevlevî gibi döndürülen dünyamız bu hareketiyle insanları çalkalayıp sıkıntıya sokmasın diye o yeryüzünde suya mukabil dağlar da halk edildi.

566) Hâlık-ı Hakîm; tarımsal ürün çeşitliliği, akarsular için su deposu, muhtelif hayvanlar için yaşam alanı, yer altı kaynaklarının depo alanı olması ve hakeza birçok hikmetle halk ettiği dağları aynı zamanda, küre-i arzın hareketi hengâmında dengenin sağlanması ve yeryüzünün sarsılmaması için de kazıklar kılmıştır.

567) Allah’ın yarattığı her şey aslında bir mûcizedir, yeter ki biz bakmasını bilelim.

568) Ey insan! Gel şimdi bak şu toprağa ki aynı topraktan limon, portakal, greyfurt, üzüm, zeytin, nar, muz, incir, erik, badem, kayısı ve hakeza türlü türlü meyveler, bitkiler çıkarılıyor. Aynı su ile sulandıkları hâlde bunların kokuları, renkleri, şekilleri, tatları birbirinden farklıdır. Bazıları tatlı, bazıları ekşidir. Bütün bu farklılıkları yapan; aklı, ilmi, iradesi, kudreti, şefkati olmayan, seni tanımayan ve bilmeyen şu şuursuz toprak mı? Yoksa seni hiçten, yoktan halk eden, sana bir dil ve iki dudak veren, şefkatiyle midenin ve bedeninin her türlü ihtiyaçlarına cevap veren, yeryüzünü sana sofra gibi seren Hâlık-ı Vâhid-i Ehad, Rezzak-ı Kadîr-i Zülcelâl mi? Elbette Allah diyeceksin! O hâlde hiçbir şeyi O’na ortak koşma! Ve hiçbir şeyi O’nun kudretinden uzak görme!

569) Ey insan! Senin Rabbin O’dur ki sendeki nihayetsiz acz, fakr ve zaafa binaen inek, deve, keçi ve koyun gibi hayvanları nihayetsiz kudreti, ğınası ve kuvvetiyle senin için âdeta bir süt fabrikası hükmüne getirmiş, seni bir bebek misillü şu arz beşiğinde rahmetiyle rızıklandırır ve şefkatiyle besler. İşte bu tasarrufuyla sana varlığını ve birliğini; esma ve sıfatının nihayetsiz güzelliklerini ve her türlü noksanlıktan münezzehiyetini ilân eder. Sen dahi O’nu eserleriyle ve bu muhteşem tasarrufları ile bil ve tanı!

570) Aklı ve ilmi olmayan bir arının elindeki malzemeyi israf etmeden âdeta profesyonel bir matematikçi gibi en hikmetli şekil olan düzgün altıgen şeklinde petek yapması, mükemmel bir iş bölümü ile çalışması; her bir ağaca, her bir bitkiye giderek bal özü toplaması, (güya insanları düşünüp, onlara acıyıp şefkat ederek!) şifalı ve mugaddi balı yapması, üstelik karnındaki bal ile vücudundaki zehiri birbirine karıştırmaması açık bir şekilde gösterir ve ilân eder ki bütün bu işleri yapan Hâlık-ı Hakîm, Kadîr-i Mutlak, Şâfi-i Rezzak-ı Rahim Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

571) Allah'ı unutup, O’ndan gaflet ederek ve O’nu bir tarafa bırakarak yalvardığınız o uydurma ilahlarınız, kendilerinden medet beklediğiniz o sözde ilahlarınız var ya, onların hepsi toplansalar, bir araya gelseler bir sinek dahi yaratamazlar.

572) Bir sineği yaratamamanın verdiği eziklik, bir fili yahut deveyi halk edememenin verdiği eziklikten daha azimdir. Çünkü insan sineği fil ve deveye göre daha âciz ve zayıf görmektedir.

573) Bir hasta kendisine reçete yazan doktora ne ihtiyacın var ki bana beş tane ilaç yazmışsın diyemeyeceği gibi gaflet illetine müptela insan da: (hâşâ) “Allah’ın benim ibadetlerime ne ihtiyacı var ki?” diyemez. Zira hasta olan, her şeye ve ilaç-ı hidayet kullanmaya muhtaç olan da kendisidir. Şâfi-i Hakîm-i Samed ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

574) Ey gafil insan! Yakînen bil ki tüm kâinat Allah’ın mülküdür ve kâinattaki ve mahlûkattaki bütün tasarruf O’nun ilmi ile, O’nun iradesi ile ve O’nun kudreti iledir, her şey O Kayyum-u Baki ile kaimdir, yalnızca O’nun ile vardır, O’nun dilemesi ile devam eder. O hâlde O Kayyum-u Baki’ye iman ve tevhid ile teslim ve tevekkül ile ubudiyet ve dua ile istinad et ve iltica et ki saadet-i dareyne mazhar olasın!

575) Tatlı ve tuzlu su bir olmadığı gibi muvahhidle müşrik, müminle kâfir, salihle fâsık, iyi ile kötü de bir olmaz.

576) Ey insanlar! İşte gemileri görüyorsunuz denizin dağlar gibi dalgalarını yarıp, içindeki insanları, ağır ağır yükleri ve eşyaları taşıyor. Hâl böyleyken denizde batmadan ilerliyor. Zira onlar; Kayyum- Ezeli’nin, Kadîr-i Bâkî’nin, Vâhid-i Ehad’in mülkünde, O’nun koyduğu kanunla ve O’nun külli iradesiyle ve izniyle yürürler. Bu Âlemlerin Rabbi Allah’ın size büyük lütfudur ki gemilere binip, uzak diyarlara selametle gidip çeşitli ticaretler yapıyorsunuz. Hem o denizlerden taze etler yiyorsunuz, ziynet eşyaları çıkarıyorsunuz. Gemiyi ve denizi sizin hizmetinize, sizin emrinize veren Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir ve çok yücedir.

577) Ey insan! Denizler ve nehirler; sayıları adedince ve hikmetleri ve faydaları adedince ve içlerindeki mahlûkat adedince ve o mahlûkatın hikmetleri ve faydaları ve sanatları ve tezyinatları adedince binler, yüz binler ve hadsiz diller ile O Vâcib-ül Vücud’un, Sâni’i-i Hakîm’in, Hafîz-i Adl’in, Hâlık-ı Bedi’in, Musavvir-i Vâhid-i Ehad’in varlığına ve birliğine ve nihayetsiz hikmetine ayrı ayrı dillerle işaret ve şehâdet ederler; hayat, basar, ilim, irade, kudret sıfatlarının mükemmel tecellilerine ayinedirler.

578) Yaratan’ın yarattığını bilmemesi mümkün mü? Hâşâ ve kellâ!

579) Alîm-i Külli Şey’, Vâhid-i Ehad’in kendisine ihsan ettiği cüzi bir akıl ve iradeyle basit bir bilgisayarı ve cep telefonunu icat eden bir insan dahi kendi ürettiği o bilgisayarın ve cep telefonunun çalışma standartlarını, kamerasını, işletim sistemini ve hakeza tüm özelliklerini bilsin de Hâlık-ı Külli Şey’, Alîm-i Mutlak mahlûkatını, mülkünü ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmesin, öyle mi? Hâşâ ve kellâ! Evet, Hâlık-ı Kâinat’ın elbette kâinatı ve mahlûkatı ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmemesi mümkün değildir.

580) Ne bir nefis, Ne bir nefes, Ne bir ins, Ne bir cin, Ne bir hayvan, Ne bir nebat, Ne bir toprak, Ne bir yaprak, Ne bir hayat, Ne bir memat, Ne bir niyet, Ne bir duygu, Ne bir düşünce, Ne bir söz, Ne bir ses, Ne bir göz, Ne bir bakış, Ne bir eser, Ne bir fiil, Ne bir iş, Ne bir sistem, Ne bir organ, Ne bir doku, Ne bir hücre, Ne bir molekül, Ne bir atom, Ne bir zerre ve hakeza hiçbir şey O’nun ilim dairesinin haricinde değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

581) Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve hakeza…

582) Hâlık-ı Külli Şey’ her an yeni bir yaratma ile mahlûkatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını halk edemez ve onu kendine getiremez ve o hayatı idame ettiremez.

583)Ey insan! Sen ki eşref-i mahlûkat olarak yaratılmışken ve akılla donatılmışken bir elmayı yapamıyorsun. Hâlık-ı Hakîm, Rezzak-ı Kerîm’in o mûcize nimetini nasıl olur da aklı, şuuru, ilmi ve hikmeti ve kudreti olmayan zerrat-ı havaya yahut zerrat-ı toprağa verirsin?

584) Elmayı yaratan O Zât’tır ki gökleri direksiz yükseltmiştir ve kudretiyle koca küre-i arzı boşlukta Mevlevî gibi döndürür, mevsimleri değiştirir, muhit ilmi ve külli iradesiyle ve mükemmel rahmetiyle onu halk eder ve keremiyle sana ikram eder.

585) Nasıl ki tüm kâinat ve mahlûkat Allah’ın varlığına ve birliğine nihayetsiz dillerle şehâdet eder, öyle de tüm vahiyler, semavi suhuflar ve mukaddes kitaplar da Allah’ın varlığına ve birliğine mükemmel ve ekmel ve sarsılmaz bir şekilde şehâdet eder.

586) İnsanlığın en mümtaz şahsiyetleri olan, kendilerinden hiçbir yalan sudur etmeyen, hiçbir menfaat gözetmeyen, muhtelif zamanlarda gönderilen ve mûcizelerine istinaden davalarını ilân eden yüz yirmi dört bin peygamber لآَ اِلٰـﻪَ اِلاَّ ﷲُ diyerek Allah’ın varlığını ve birliğini anlatıp insanlığı tevhide davet etmiştir.

587) Şimdi düşün ey insan! Asla yalan söylemeyen ve bulunduğu toplumlardaki herkesin doğruluğuna şehâdet ettiği yüz yirmi dört bin kişi muhtelif zamanlarda gelip dese: “Şu dağın arkasında bir ateş var!” Artık bundan hiç şüphe edilir mi? Yahut bu haber duymazdan gelinebilir mi?

588) Yüz yirmi dört bin peygamberin mûcizelerine istinaden iddia ettiği ve tüm kâinatın ve mahlûkatın lisan-ı hâlleriyle şehâdet ettiği bu dava hakkında, göklerin ve yerin yaratıcısı hakkında nasıl olur da şüphe edilir? Onların verdiği bu haber nasıl duymazdan gelinir? Bu haberi tasdik etmeyen, o mümtaz şahsiyetlere inanmayan nasıl bir çıkmaza girer? Kendini nasıl bir azaba müstahak eder? Bak! Düşün! Ve imanın hadsiz delillerini, küfrün nihayetsiz muhâliyetini gör!

589) Ey insan! Nasıl ki bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmuyorsa ve olamıyorsa öyle de son derece mükemmel ve intizamlı ve tüm mahlûkatıyla nihayet derecede mizanlı ve hikmetli şu kâinatta da birden fazla ilah olmaz ve olamaz!

590) Âlemlerin Rabbi Allah yaratılanların ve mülkün ve onlardaki tasarrufun tek sahibi, tek hâkimidir. O, yarattıklarının ve eserlerinin ve müşahede edilen mahlûkatının şehâdetiyle gökleri direksiz yükseltip semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldızları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir sür’atle düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren sonsuz kudretiyle yüceler yücesidir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Her şey O’nun emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Mülkün ve mahlûkatın tek sahibi olduğu gibi, külli iradesiyle dilediğini dilediği şekilde noksansız ve kusursuz bir şekilde yapmaya kâdirdir. Her istediğini kendi kudretiyle yapar. Hiçbir yardımcıya ve hiçbir vekile ve hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur.

591) Zaman, tümüyle algılayana bağlı, göreceli bir mefhumdur. Zamanın göreceliği, rüyada aşikâr bir biçimde yaşanır. Rüya âleminde gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın saatlerce sürdüğünü hissetsek de gerçekte, dünya âleminde tüm gördüklerimiz ve yaşadıklarımız birkaç dakika ve hatta birkaç saniyede gerçekleşmiştir.

592) Vücûd sücudu iktiza eder.

593) Nasıl ki iyi bir ressamı çizdiği resimlerle, iyi bir ustayı ürettiği eserlerle tanıyorsak öyle de bu misafirhane-i dünyada Âlemlerin Rabbi Allah’ı halk ettiği mucizevi sanat eserleriyle tanımakta ve O’nun isim ve sıfatlarını bu eserlerle idrak edebilmekteyiz.

594) İnsanın yaratılmasının ve bu dünyada misafir edilmesinin sebebi ve hikmeti Allah’ı layıkıyla tanımak ve O’na hakkıyla kul olup ibadet etmektir.

595) Hiç şiir yazmamış kimselerin şiir hakkında yapmış oldukları tanımlar klasiktir ve bir ezberden ibarettir.

596) Şiir, az sözle çok şey anlatma sanatıdır.

597) Şiir, bir hikmet arayışıdır.

598) Şiir; söz sanatının şahıdır, padişahıdır.

599) Şiir, ruhun kanat çırpışıdır.

600) Şiir; dilin ve kelimelerin keşşafıdır.

601) Şiir, duyguların tercümanıdır.

602) Şiir; edebiyatın suyudur, ışığıdır.

603) Şiir, kelimelerin yepyeni manalar ile buluşması ve dost olmasıdır.

604) Şiir; kelimelerin dinidir, mezhebidir, meşrebidir.

605) Şiir; bir hünerdir, müthiş bir marifettir.

606) Şiir; bir sanattır, dizelerden mürekkep bir kanattır.

607) Şiir; gayelerin, hedeflerin ve emellerin haritasıdır.

608) Şiir; bir hitaptır ve bir kitaptır.

609) Şiir; gönlün aynasıdır, yansımasıdır.

610) Şiir; kalp ve ruhun lisanıdır.

611) Şiir, hayal perdesi arkasındaki hakikat kapılarının anahtarıdır.

612) Şiir, gönül denizinin kıyısıdır.

613) Şiir, duyguların zirvesidir.

614) Şiir, ruhun tercümesidir.

615) Şiir, aşkın müfessiridir.

616) Şiir, edebiyatın direğidir.

617) Şiir, kelimelerin hadsiz kombinasyonu içinde en hikmetli olanı tercih edebilmektir.

618) Şiir; manayı inşa ve ihya etmektir.

619) Şiir, kelimelere ruh üflemektir.

620) Şiir, kelimelere anlam yüklemektir.

621) Şiir, insan olan insanın vazgeçilmezidir.

622) Şiir, lafız cesedine mana ruhunun gönderilmesidir.

623) Şiir, sırlar âlemine yolculuk etmektir.

624) Şiir, hasret çeken kelimelerin visalidir.

625) Şiir; fikrin ve zikrin hazmedilmiş şeklidir.

626) Şiir; bir ahenktir, kendinden geçmektir.

627) Şiir; nehir misillü bir akıştır, muhteşem bir nakıştır.

628) Şiir; bir araçtır, en tesirli ilaçtır.

629) Şiir; yeniliklerin ve yeni ilklerin habercisidir.

630) Şiir; bir dilektir, bükülmez bir bilektir.

631) Şiir; hür bir nefestir, en gür sestir.

632) Şiir; bir koşuştur, kanatlanıp uçuştur.

633) Şiir; kelimeleri yemek, mideye indirmek ve sindirmektir.

634) Şiir; hakikati hikmete bindirmektir, acıları dindirmektir.

635) Şiir sözcükleri kalp havanında duygu tokmağıyla dövmek, akıl eleğinden geçirip gözyaşıyla yoğurmak ve aşk fırınında pişirmektir.

636) Şiir; hikmet ve hakikat hazinesidir.

637) Şiir, hatiplerin şerbetidir.

638) Şiir, beşer sözünün güneşidir.

639) Şiir, duyguların kütüphanesidir.

640) Şiir, dilin mürebbisidir.

641) Şiir, nesrin mürşididir.

642) Şiir; hem bir dua, hem bir hikmet, hem bir nimet, hem bir ibret, hem bir davet, hem bir fikir, hem bir zikirdir.

643) İşte geliyor Yûnus, ne Cezayir, ne Tunus feth-i kalp umudumuz.

644) Fetih fetih dediniz, yürekleri yumdunuz. Feth-i ekber feth-i kulûb, nasıl da unuttunuz?

645) Mabetler yaptınız, gönülleri yıktınız. Biz gönül yapacağız, feth-i kalp umudumuz.

646) Hakk emridir sabır, kavl-i leyyin bir tavır. Aşk kokan bir sadır, feth-i kalp umudumuz.

647) Merkeze vahyi alalım, sünnetten kopmayalım. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.

648) İhtilafları atalım, Kur’an’da buluşalım. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.

649) Resul’u hakem kılalım, Kur’an’ı anlayalım. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.

650) Küfür olmuş tek millet, sana yakışmaz zillet. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.

651) Ne o yan ne de bu yan, bizim dinimiz İslâm. Keyfi değil, zaruri bu ittihad-ı İslâm.

652) Ey insan! Nedir seni uzak tutan, sana her an tuzak kuran, secdeden alıkoyan?

653) Rahmet Senin, şefkat Senin, mal Senin, mülk Senin, münezzehsin, mukaddessin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

654) Kulluk Sana, dua Sana, şükür Sana, hamd Sana, rükû Sana, secde Sana, Sen Âlemlerin Rabbisin.

655) Şükür Sana, minnet Sana, övgülerin hepsi Sana, sevgi Sana, aşk Sana, tesbihlerin hepsi Sana, Sen Âlemlerin Rabbisin.

656) Çok yüce şerefin Senin, peygamberler gönderensin, ölüleri diriltensin, her zaman hazır Sensin, her yerde nazır Sensin, Varlığın değişmez Senin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

657) Hakkı zuhur ettirensin, tevekkül edilensin, en güzel netice Senin, kuvvetin değişmez Senin, kudretin sarsılmaz Senin, hepsinin menbaı Sensin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

658) Müminlere yâr Sensin, sevip yardım eylersin, hamd Senin, sena Senin, mahlukatın sayısını hakkıyla bilensin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

659) Ademden var edensin, var ettiğini yok edensin, sonra tekrar diriltensin, hayat Senin,ihya Senin, ezelisin, ebedisin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

660) Hayat verip güldürensin, dilersen de öldürensin, mahlukatı dimdik ayakta tutan Sensin, hiçbir şey yoktur ki Sen’den gizlensin. Sen Âlemlerin Rabbisin.

661) Kadrin büyüktür Senin, şanın yücedir Senin, ihsanın ve keremin ne de boldur Senin! Ne zatında, ne esmanda şerikin yoktur Senin. Sen Âlemlerin Rabbisin.

662) Ne ef’alde, ne sıfatta ortağın yoktur Senin, Sen birsin ve teksin, ihtiyaçtan münezzehsin, muhtaç olunan Sensin; ihtiyar, iktidar Senin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

663) Tövbe edilensin, bağışlayıp affedensin, intikamın çetin Senin, zalimleri hiç sevmezsin, rahmet ve şefkat Senin, mülkün tek sahibisin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

664) Celal Senin, azamet Senin, pek büyük ikram Senin, her işin uyum ile, mahlukatı cem’ edensin, her zenginlik Senin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

665) Hidayet Senin, güzellik Senin, hayret veren eserler Senin, ebedi Sensin, her şeyin tek sahibisin, doğru yolu gösterensin, Sen Âlemlerin Rabbisin.

666) Susma öyle, konuş gölgem! Gölge sen misin, yoksa ben mi?

667) Âşığın kalemi, titretiyor âlemi, sen bizimle kal emi? Aşkımızdan al emi?

668) Abdalın sözleri, ağlatıyor gözleri. Bildiğin o, söz eri, baktı mı da göz eri.

669) Ben ben isem, ben hiçim. Ben hiç isem, ben benim.

670) Oku! Kâinatı, tüm mahlukatı oku! O var edendir yoku.

671) Sanata sani’ gerek, maddeye mana gerek, akıla hikmet gerek. şiire şâir gerek, resime ressam gerek, kitaba kâtip gerek, icada mucid gerek.

672) Haşri anlatmak için, gerek yok fazla söze. O Zât-ı Muhyi küçücük çekirdekten, tohum taneciğinden, koca ağacı yaratarak haşri gösteriyor bize.

673) Haşri anlatmak için, gerek yok fazla söze. O Zât-ı Muhyi her bahar mevsiminde yaprakların, çiçeklerin, meyvelerin haşrini gösteriyor her bir göze.

674) Haşri anlatmak için, gerek yok fazla söze. Ne güzel misaldir çekirge, uzun bir zaman toprak altında kalan tohum, topluca çıkarılışıyla eder haşri ispat bize.

675) Zikirden fikire, keramettir marifet. Saadet saadet, saadettir marifet.

676) Ene mahluk, Ente Hâlık. Ene kitap, Ente Kâtip, Ente Rabb’ül Âlemîn.

677) Ene hitap, Ente Hatip. Ene hâdis, Ente Vâris, Ente Rabb’ül Âlemîn.

678) Ene rahmet, Ente Rahim. Ene hikmet, Ente Hakîm, Ente Rabb’ül Âlemîn.

679) Ene ilim, Ente Alîm. Ene hilim, Ente Halim, Ente Rabb’ül Âlemîn.

680) Ene sanat, Ente Sani’. Ene noksan, Ente Sübhan, Ente Rabb’ül Âlemîn.

681) Ene merzuk, Ente Rezzak. Ene âbid, Ente Mabud, Ente Rabb’ül Âlemîn.

682) Ene lütuf, Ente Latif. Ene mahfuz, Ente Hafîz, Ente Rabb’ül Âlemîn.

683) Ene dua, Ente Mucîb. Ene seda, Ente Semî’, Ente Rabb’ül Âlemîn.

684) Ene sücûd, Ente Vücûd. Ene aşk, Ente Vedûd, Ente Rabb’ül Âlemîn.

685) Ene zaif, Ente Kaviyy. Ene âciz, Ente Kadir, Ente Rabb’ül Âlemîn.

686) Ene fakir, Ente Ğaniyy. Ene hamd, Ente Hamîd, Ente Rabb’ül Âlemîn.

687) Ene şahit, Ente Şehid. Ene muhtaç, Ente Samed, Ente Rabb’ül Âlemîn.

688) Ene meyyit, Ente Muhyî. Ene fani, Ente Baki, Ente Rabb’ül Âlemîn.

689) Ene âşık, Ente Maşuk. Ene âşık, Ente Maşuk, Ente Rabb’ül Âlemîn.

690) Unutmam, unutamam. Varlığımdasın, hep yanımdasın. Şah damarımdan daha yakınsın.

691) Unutmam, unutamam. Var edenimsin, can verenimsin. Şah damarımdan daha yakınsın.

692) Unutmam, Unutamam. İşitensin, görensin. Hep benimlesin, şah damarımdan daha yakınsın.

693) Unutmam, unutamam. Göz verenimsin, söyletenimsin. Şah damarımdan daha yakınsın.

694) Unutmam, unutamam. Her şey Sen’i andırır, aşkın ile yandırır. Şah damarımdan daha yakınsın.

695) Yûnus kurban olsun Sana, aşk lütuftur Sen’den bana, her sözcüğüm ondan yana, yüreğim aşkınla yana! Firaka nasıl dayana?

696) Bir Bir bilir hâlimi. Bilmeyen ne bilsin, akil miyim deli mi? Bildim bileli ben beni, yitirdim kendimi.

697) Âşık yoluna feda, Sen’dedir sonsuz vefa. Al ne olur yanına! Rahim ismin hatırına, şefkatinle yargıla!

698) Ey Visal Meleği! Seni bilmeyen gafil. Ey Terhis Meleği! Seni sevmeyen cahil. Sensin güller ile gelen, sensin sürgünü bitiren. Sensin Allah’a götüren, sensin hasreti bitiren.

699) Selam olsun hakkı ayakta tutanlara, selam olsun hakka tutunanlara.

700) Selam olsun özü ve sözü bir olanlara, selam olsun ok gibi dosdoğru olanlara, selam olsun nifaktan korunanlara.

701) Selam olsun zulme boyun eğmeyenlere, selam olsun harama değmeyenlere, selam olsun hakkı tebliğ edenlere.

702) Sen’den uzak kalınmaz, Sen’siz nefes alınmaz, Sen tek ilahımızsın, yaratanımızsın, şah damarımızdan bize daha yakınsın.

703) Yokken var edensin, cansıza can verensin, işitensin, görensin, Sen her şeyi bilensin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.

704) Ağlatan, güldürensin, diriyi öldürensin, ölüyü diriltensin, sonsuz kudret sahibisin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.

705) Resul’ü gönderensin, Kur’an’ı indirensin, yolumu gösterensin, tek hidayet verensin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.

706) Hastalık da musibet de her biri derman derde. Temizlersin günahlardan, tek şifa veren Sen’sin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.

707) Rahmetini indirensin, gözyaşımı dindirensin, hikmete erdirensin, her şeyin tek sahibisin, şah damarımızdan bize daha yakınsın.

708) Derin gaflete dalınca, Yûnus mecnun sanılınca, ders aldım senden karınca. Son nefesimi alınca, kabirde yalnız kalınca, ne’m kaldı sana varınca?

709) Anlayamaz bizi gafil güruh, batılı hakka tercih edenlere yuh! İçtik tertemiz sabuh, zaman mı yoksa, insan mı mefsuh?

710) Haramlar unutulmuş, nerede kaldı mekruh? Yolumuz Kur’an ile eder tavazzuh, farklı bedenlerde aynı ruh, meşrebimiz sefine-i Nuh, gönül bu aşk ile mecruh.

711) Uyanın kardeşler! Bu gaflet ne diye? Rüşvete diyorlar hediye. Kredi ismi niye? Faiz unutulsun, vicdan yenilsin ve haram helal gibi yenilsin diye.

712) Baksana! Şu sefil davet-i umumiye. Aşk kelimesi olmuş battaniye, zina denen pisliğe. Bu nasıl bir hâlet-i ruhiye? Sanki asr-ı cahiliye, günahlara davetiye, o hâlde cehennem de, müthiş bir ikramiye!

713) Yâ Rab! Ver, talebelerime ulvi bir seciye! Kahrolsun, ifrata varan her takiye! Batıla lağımda verilir taziye.

714) Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu O’nu tanımaktan, tanımanın yolu ise Allah’ın isimlerini bilmekten ve eserleri üzerinde bu isimleri okuyabilmekten geçer.

715) Allah zat ismidir, Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasının ve sıfatla-rının ifade ettiği tüm manaları kendisinde toplar. Hâlbuki Cenab-ı Hakk’ın diğer kendine has isimleri sadece o ismin sahibine işaret ve delalet eder. Sair esma ve sıfatlara delalet etmez ve onları tazammun etmez.

716) Allah; bütün sıfat-ı kemâliyenin sahibi, varlığı zaruri ve ibadet edilmeye layık olan Zat-ı Akdes’in ismidir.

717) لآَ اِلٰه اِلاَّ اللهُ diyen bir insan esma-i hüsnanın tamamını söylemiş olmakla birlikte Cenab-ı Hakk’ın hiçbir isminde, hiçbir sıfatında, hiçbir fiilinde hiçbir şekilde ortağının ve benzerinin olmadığını ilân eder ve şirkin her türlüsünü reddeder. O hâlde لآَ اِلٰه اِلاَّ اللهُ diyen bir insan aynı zamanda لآَ ﺧَﺎﻟِﻖَ اِلاَّ اللهُ der, hem

لآَ رَازِقَ اِلاَّ اللهُ der ve hakeza…

718) İslâm’da, bütün kâinatın yaratıcısı, tüm âlemlerin sahibi ve idare edicisi, hem tüm mahlukatın rızık vericisi, ibadet edilmeye layık ve hakeza bir ve tek olan Zat-ı Akdes olarak “Allah” ismi kullanılmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın zatını anlatan tek isim “Allah” iken; O’nun diğer sıfatlarını ve özelliklerini anlatan sair isimler de Allah’ın tasvirinin yapılabileceği isimlerdir.

719) Türkçe’de kullanılan “Tanrı”, İngilizce’de kullanılan “God”, Almanca’da kullanılan “Gott”, Fransızca’da kullanılan “Dio”, İtalyanca’da kullanılan “Dei”, Farsça’da kullanılan “Hüda” ve hakeza hiçbir dildeki hiçbir isim, hiçbir şekilde “Allah” ismini tam olarak karşılamaz ve karşılayamaz.

720) Allah; bir ve tek olan, eşi ve benzeri olmayan, kâinatı yoktan var eden, nihayetsiz ilim, irade ve kudretiyle mizanı koyan, intizamı kuran ve devam ettiren, tüm mahlukatı halk eden, dilediğine hayat veren ve hayatlarını devam ettirebilmek için onlara türlü türlü rızıklar ihsan eden, mahlukatın ölüm zamanlarını ve hayatlarındaki tüm akışı belirleyen, kâinattaki, bildiğimiz ve bilmediğimiz, gördüğümüz ve göremediğimiz tüm âlemlerdeki her şeyin tek sahibidir, ezelidir ve ebedidir. Hiçbir tasarrufunda ortağı yoktur. İlah O’dur, O’ndan başka ilah yoktur. O hamd, şükür ve tüm ibadetlerin sunulabileceği tek ilahtır. Şanı akılların idrak edemeyeceği derecede yücedir, O mükemmeldir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir.

721) O Allah ki gördüğümüz, göremediğimiz tüm âlemlerin Rabbidir, tek sahibidir. Göklerde ve yerde hiçbir yerde ve hiçbir şekilde O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Madem vahyin işaretiyle, umum peygamberlerin tebliğiyle, mahlukatının nihayetsiz dillerle ettiği şehadetlerin hakikati ile bu kâinatın ve mahlukatın bir tek Rabbi, bir tek sahibi vardır. Elbette ibadet de kulluk da yalnız O’na edilir.

722) İslâm’da ibadet mefhumu, sadece belirli görevleri ve ödevleri yapmak değildir. Aslında ibadet mefhumu her ameli, her hareketi, her sözü, her duyguyu, her niyeti ve hakeza tazammun eder. Binaenaleyh aslında ibadet yaşamın tamamını, her anını kapsar.

723) Gerçek varlık tektir. Aslında O’nun gerçekliğinden ve tekliğinden gayrı bir gerçeklik yoktur. O’ndan başka hakiki bir vücud yoktur. Sair bütün varlıklar ancak bu hakiki vücudun, Vâcib-ül Vücud’un halkıyla ve icadıyla vücud bulur, var olur.

724) Sahradaki tane-i kumdan semadaki nücuma kadar tüm kâinat ve içindeki tüm mahlukat bir ve tek Allah tarafından yaratılmıştır. Bu kâinatta, bildiğimiz ve bilmediğimiz âlemlerde hiçbir yerde, hiçbir şekilde O’ndan başka hiç kimse hiçbir şey halk edemez, muhtaçların imdadına yetişemez, dualara karşılık veremez, O dilemedikçe hiç kimse hiçbir şey dileyemez.

725) O tek ilahtır. Her şey O’nundur ve herkes O'nun kuludur. İhtiyaçlar yalnız O'ndan istenir ve muhtaçlara yalnız O, yardım eder.

726) Rahman sıfat ismidir, dünyada bütün mahlukata müminlere de kâfirlere de, iyilere de kötülere de rızık ve sayısız nimetler ihsan eden demektir. Rahman ismi Allah’tan başka hiç kimseye verilmez, verilemez.

727) Rahmân isminin tecellisinde mahlukatın ihtiyarına ve ameline bağlı olmaksızın bir ikram ve ihsanda bulunma söz konusudur.

728) Tüm mahlukatın ilk yaratılışında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyetler, lütuflar ve ihsanlar Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanır.

729) Üstünde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık yoktur.

730) Varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisidir ve iradeye bağlı değildir.

731) Rahmân’ın rahmeti bütün mevcudat için güven ve ümit menbaıdır.

732) Zerreden atoma, molekülden hücreye, dokudan organa, sistemden metabolizmaya, semadan arza, hacerden şecere, nebattan hayvana, hayvandan insana, çalışandan çalışmayana, itaatkârdan isyankâra, müminden kâfire, muvahhidden müşriğe, melaikelerden şeytana varıncaya dek âlemlerin tamamı Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur.

733) Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakılmaksızın adem âle-minden vücud âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek ism-i Rahmân’ın rahmetinin tecellisidir.

734) Şayet ism-i Rahmân’ın rahmeti olmasaydı biz halk edilmezdik, hilkatten sahip olduğumuz istidadlardan, ömür sermayesinden ve Allah'ın ihsan ettiği büyük nimetlerden mahrum kalırdık.

735) Rahman’ın rahmeti ezelî ve ebedi ve gerçek anlamda rızık ve nimet veren bir mânâya münhasır olduğundan Allah-u Teâlâ’dan başkasına Rahmân denilmemiştir, denilmeyecektir.

736) Rahmân, mutlak surette Allah-u Teâlâ’ya münhasır bir sıfat ismidir.

737) Rahmet ve merhamet; acıyı ve acının felaketini ortadan kaldırıp ve onun yerine sürur ve iyiliği koymaya yönelik bir iyilik duygusudur.

738) Allah'ın rahmet ve merhameti; hâşâ insanlarda olduğu gibi kalbi bir iyilik duygusu ya da ruhi bir iyilik meyli anlamında bir iyilik duygusu değildir. İyiliği kastetmek yahut sonsuz rızık ve nimet vermek mânâsındadır.

739) Allah rahmet ve inayetiyle muhtaçların tüm hacetlerine cevap verir, onları eksiksiz ve noksansız bir şekilde hayırla neticelendirir. İsm-i Rahman’ın tecellisiyle müşahede ettiğimiz bu rahmet umumidir. Hak etsin, etmesin herkesi ve her şeyi ihata eder.

740) Rahman’ın nihayetsiz rahmeti ve ihsanı ve lütuf ve ikramı zâhirî ve batınî her yerde ve her şeyde tecelli eder. Bu zâhirî ve batınî rızıklar ve nimetlerle insan âdeta rahmete gark olur.

741) Öyle bir rahmet ki bizi ademden kurtarmış. Hem taş yapmamış, bitki yapmamış, hayvan yapmamış. İnsan olarak yaratmış, nimetlerle donatmış. Kendine muhatap yapmış, bize âyetlerini anlatmış.

742) Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen Rahman, bununla bulutu kaldırır, bize rahmetiyle gökten tertemiz su olan yağmuru indirir.

743) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize merhamet ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden rahmet-i Rahman’dır.

744) O Rahman ’dır ki; lütfuyla koca yeryüzünü bize bir beşik, bir döşek; semayı bir bina, bir tavan yapmış. Hadsiz rızıklarla bizi besler, gökten rahmetiyle indirdiği su ile her türlü rızkımızı temin eder.

745) Bilmüşahede görüyoruz ki rahmet-i Rahman ile türlü türlü rızıklar, nimetler verilmiş. Koca yeryüzü mahlukata bir sofra gibi serilmiş. İnsan bu ziyafete, bu sofraya pek özel davet edilmiş. Hem o sofrada çeşit çeşit taamlar, tatlılar, meşrubatlar her bir latifemizi hoşnut edecek şekilde dizilmiş.

746) Midemiz için yeryüzünü hadsiz nimetlerle donatılmış bir sofra olarak seren Rahman latifelerimiz için de ayrı ayrı sofralar sermiş.

747) Yine o rahmettir ki koca kâinatı nihayetsiz kitapları tazammun eden mûcizevi bir kitap yapmış. İnsana da o kitaptan istifade edecek akıl denen nimeti takmış.

748) Bu kâinat nihayetsiz rızıklar ve nimetlerle donatılmış bir sofradır. Bu sofra-ı nimetten en çok istifade eden ve ettirilen insandır.

749) Rahîm sıfat ismidir; çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı, ahirette yalnız müminlere merhamet eden anlamına gelmektedir.

750) Allah-u Teâlâ’nın Rahmâniyeti ezele göre iken, Rahîmiyeti ise ebede göredir.

751) Mahlukat, Allah (c.c)’nun Rahmân isminin tecellisiyle başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm isminin tecellisiyle de nihayette hâsıl olacak rahmetinden zuhur eden rızıklardan ve nimetlerden istifade eder.

752) Allah (c.c), dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Yani Rahmân ve Rahîm isimleri hem dünyada hem de ahirette tecelli eder.

753) Çalışkan olsun tembel olsun, salih olsun fasık olsun, mümin olsun kâfir olsun hülasa Rahmân'ın rahmeti bir koşula bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti ise koşula bağlıdır ve koşullu olarak tecelli eder.

754) Şayet Rahîm'in rahmeti şarta bağlı olarak tecelli etmeseydi, çalışkanla tembelin, salihle fasığın, âlimle cahilin, âdille zalimin, mümin ile kâfirin, ehl-i sünnet ile ehl-i bid’anın, muvahhidle müşriğin, ehl-i ihlasla ehl-i riyanın birbirinden farkı kalmazdı. Binaenaleyh Hz. İbrahim (a.s) ile Nemrud, Hz. Mûsa (a.s) ile Firavun, Hz. Ebûbekir (r.a) ile Ebû Cehil bir seviyede olurdu. İlim ve irade ile ibadet ve taat ile terakki ve tekemmül imkânı ortadan kalkardı.

755) Allah’ın Rahmâniyetinden tecelli eden rahmeti bizim cüz-i irademize bağlı değilken, Rahim isminin muktezası olarak külli iradesiyle cüz-i ihtiyarımızın devreye girmesini dilemiştir.

756) İsm-i Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, ism-i Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile alakadardır.

757) Umum salih ve kâmil insanlar da ism-i Rahim’in tecellisiyle hayırda, tebliğde ve irşadda şefkatle çalışırlar ve yarışırlar.

758) Allah'ın Rahîm isminin tecellisinden zuhur eden rahmeti olmasaydı yaratılıştan ihsan edilen istidatlarımızı inkişaf ettiremez ve bir adım dahi olsun ileri gidemez, terakki ve teâli edemezdik.

759) Allah'ın Rahmâniyeti karşısında salih ve fasık, mümin ve kâfir, muvahhid ve müşrik eşit ve bir iken, Rahîmiyeti nokta-i nazarında bu insanlar “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn Sûresi, 36/59) hitabı ve emriyle birbirlerinden ayrılıyorlar.

760) Bizi hiçten yoktan rahmetiyle var eden Allah olduğu gibi yine bizi küfrün ve şirkin hadsiz karanlıklarından imanın nuruna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere o sonsuz rahmetini gönderen yine O’dur.

761) İnsanları zulümattan sadece ve sadece Allah'ın nuru kurtarır. Bu nur kalbe ilka edilir, ruha intişar eder ve insanı fıtratı olan İslâm’a iletir. Ancak bunun için insanın cüz-i iradesini sarf etmesi ve kalbinin nura açık olması gerekir. Nitekim “Allah müminlere karşı çok merhametlidir.”

762) İnsanın nefsi ism-i Rahman’ın tecellisiyle rızıklandırılıp nimetlendirildiği gibi kalbi dahi ism-i Rahim’in tecellisiyle rızıklandırılır ve iman ile hadsiz âlemlerden ve nimetlerden istifade eder.

763) Cenab-ı Hakk’ın vahiy yoluyla peygamberlere indirdiği suhuflar ve kitaplar aracılığıyla insanlarla konuşması ism-i Rahim’in cilvesidir.

764) Bir ehl-i iman Kur’an’da kıssaları anlatılan umum peygamberler ve onlara tâbi olanlar hakkındaki rahimiyet-i İlahi’den manen istifade eder. Hem cennetin hadsiz güzelliklerinden ve nimetlerinden bu dünyadayken dahi iman vesikasıyla istifade eder ve Rabbine hamdeder.

765) Melik zat ismidir; kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan anlamına gelmektedir.

766) İsm-i Melik kelime kökü cihetiyle sultanlık anlamındadır. Bu bakımdan Allah’ın tüm kâinatın sultanı olduğunu ilân ve i’lam eder.

767) Allah (c.c.) kâinatın ve tüm mahlukatın tek sahibidir. Bütün mevcudata emretme ve nehyetme ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf etme O’na mahsustur.

768) Evet, şüphesiz ki mahlukatına emrederek onları sakındırma, itaat edenleri lütuflandırma, isyan edenleri cezâlandırma, dilediğini zelil ve dilediğini de azîz etme kudretine sâhip olan yalnız Allah’tır.

769) O mülkünde (ki O’ndan başka mülk sahibi yoktur.) ve mülkündeki mahlukatının umumunda yegâne hükümdardır, yegâne sultandır, yegâne padişahtır. Ve sonsuz ve eşsiz kudretiyle onları idâresi altında tutan bir tek Allah’tır.

770) Mülk elinde bulunan Allah (c.c.), pek yücedir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bütün mahlukatın hükümdarlığı O'nundur. Bütün yarattıkları üzerinde idare ve tasarruf, emir ve nehiy, aziz kılma ve zelil etme, mükâfat ve ceza ile hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi ancak O'dur.

771) O öyle Meliktir ki göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, gördüklerimizin ve görmediklerimizin, bildiklerimizin ve bilmediklerimizin mülkü ve onlarda dilediği gibi tasarruf etme yetkisi yalnızca O'nundur.

772) Yaratmak, yok etmek; hayat verip yaşatmak, öldürmek; dilediği gibi emir ve yasaklarıyla hâkimiyet kurmak, saltanat, hükümdarlık her zaman O'nun ve yalnız O'nundur. Hiçbir yerde ve hiçbir şekilde ortağı yoktur.

773) O Allah ki Melik’tir. Mülk O'nundur ve O’nun yed-i kudretindedir. Göklerde ve yerde, bütün kâinatta ve tüm mahlukatta, dünyada ve ukbada, halk etmesi ve yok etmesi, sınırsız ve sonsuz kudret ve kuvvetiyle tasarruf ve tedbiri ve yönetmesi, emrini yerine getirtip hükmünü icra etmesi, iyilikle ve zorla yaptırması, mükâfat, ikram ve ihsanda bulunması ve cezalandırması, şüphesiz ki O Melik’in saltanatının haşmetini ve kudretinin nihayetsizliğini ilân eder.

774) Her zaman, her yerde, her şey şüphesiz ki O’nun ilmiyle, emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde dilediği şekilde istihdam eden, dilediğini muvakkaten mülküyle buluşturan yahut mülke kavuşturan O'dur. Mülk O’nundur ve O’nun yed-i kudretindedir, hiç kimseyi, hiçbir şeyi, hiçbir şekilde kendine ortak kılmaz. İlim ve hikmetiyle, emir ve iradesiyle muvakkaten verir, dilediği zaman da alır.

775) Mülk O’nundur, O’nun tasarruf ve idaresindedir ve O’nun yed-i kudretindedir. Hem O Melik dilediğini dilediği şekilde eksiksiz, noksansız ve kusursuz yapmaya kâdirdir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir işte, hiçbir şekilde yardımcıya, vezire ve vekile muhtaç değildir. Her dilediğini kendi ilim, irade ve kudretiyle yapar. Dilediğinde sadece, ol der ve dilediği oluverir.

776) Âlemlerdeki hiçbir tasarruf ve tedbir hiçbir şekilde O’nun kudretine ağır gelmez. Hem dilerse daha nice yeni âlemler yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde asla O'nun ortağı yoktur, olmaz ve olamaz. O’nun zatı ve şanı pek yücedir ve şüphesiz ki O her türlü noksanlıktan münezzehtir.

777) O Zât-ı Melik elbette ve elbette kıyamet gününün, ölülerin diriltileceği günün, haşir gününün, durup bekleme yapılacak günün, sorguya çekileceğimiz günün, amellerimizin tartılacağı günün, sırattan geçeceğimiz günün ve nihayetinde tüm amellerimizin karşılığının verileceği günün sahibidir.

778) Evet, kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan zat elbette hâkimiyetin ve saltanatın zirvesi olan din gününün dahi sahibidir.

779) "Din günü” ahiretteki hesap günüdür, ceza günüdür, karşılık günüdür.

780) Allah’ın din gününün sahibi olduğuna, öldükten sonra diriltilmeye inanmak şüphesiz ki İslâm'ın inanç esaslarındandır ve imanın altı rüknünden biridir.

781) Ahirete olan imanla insanoğlu yaptığı ubudiyetin ve ettiği hizmetlerin karşılığının şu sınırları belirli arza, kısacık dünya hayatına, sınırlı ömrünün sayılı günlerine sığmayacağını bilir ve anlar ve kalbiyle ve ruhuyla ahiret âlemlerine bakar.

782) Haşir akidesiyle insan, Allah'a tam teslimiyet ve tevekkül kazanır; hakka ve sabra davette mükemmel bir ihlasla çalışır. Allah'ın dünyada yahut ukbada ihsan edeceği karşılığı tam bir rıza ve teslimiyetle ve sabr-ı cemille bekler.

783) Şu kâinatın ve mahlukatın sahibinin aynı zamanda din gününün de sahibi olduğunu bilenler ve ahirete iman edenler ile öldükten sonra diriltilmeyi, ahireti inkâr edenler ne itikad, ne amel, ne de düşünce bakımından asla bir olmazlar ve olamazlar.

784) Kuddûs zat ismidir; bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyen, her türlü gafletten ve eksiklikten münezzeh ve her türlü kusurdan, hatadan ve noksanlıktan uzak olan anlamına gelmektedir.

785) Bu kâinat ve dünya hadsiz odaları ihtiva eden bir oda, hadsiz okulları ihtiva eden bir okul, hadsiz fabrikaları ihtiva eden bir fabrika, hem hadsiz sokakları ihtiva eden bir sokaktır. Hâlbuki bu kâinat ve dünya odası, okulu, fabrikası ve sokağı o derece nezih ve temizdir ki lüzumsuz ve faydasız hiçbir şey ve zahiri ve kalıcı hiçbir kir bulunmaz. Muvakkaten görünen ve bulunanlar da çabuk bir şekilde temizlenir.

786) Hem bu âlemin öyle bir maliki var ki, hadsiz odaları, okulları, fabrikaları ve sokakları ihtiva eden koca kâinatı ve dünyayı tabiri caizse küçük bir oda gibi temizletir. Hem lüzumsuz hiçbir madde bıraktırmaz.

787) Evet ne bulutlar ve yağmurlar ne de rüzgârlar bizi tanır ve bilir. Hem bize acıyıp şefkat edip hikmetle iş görüp bu dünya hanemizi ve odamızı temizleyemez. Onların ne aklı var ne ilmi, ne iradesi var ne de kudreti.

788) Küçücük bir odayı ve sokağı temizlemek dahi tesadüfen olmuyor ve olamıyorsa, kendi kendine vuku bulmuyorsa akılsız, iradesiz ve kudretsiz süpürgeye yahut faraşa isnat edilmezse ve edilemezse, muhakkak o süpürgeyi ve faraşı aklıyla ve hikmetiyle, hem irade ve kudretiyle tasarruf edecek bir memura muhtaç ise bu koca kâinat sokağını ve dünya odasını temizlemek, nasıl olur da süpürge ve faraş hükmündeki esbaba havale edilebilir? Nasıl olur da o hikmetli netice olan temizlik o sebeplere verilir? Hem nasıl olur da fiil görülür de fail inkâr edilir?

789) Bak şimdi ormanlara ve içindeki hayvanata! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşayan o ormanlarda her gün binler hayvan doğar ve binlercesi ölür, ama pislik ve kirlilik eseri görülmez.

790) Gel şimdi bahçelere ve hadsiz ağaçlara bak! O Zât-ı Kuddûs kara topraktan ve o kemik gibi kupkuru dallardan bize tertemiz sebzeler, çiçekler ve yapraklarla meyveler sunar.

791) Ve işte yağmurlar ve rüzgarlar! Nasıl da “Yâ Kuddûs! Yâ Kuddûs!” okuyorlar. Biri süpürge olur, biri su tutar ve yeryüzü sokağını yıkarlar.

792) Bir de gözlerine ve göz kapaklarına bak! Evet, göz kapakları dahi gözleri temizlemekle “Yâ Kuddûs!” okur ve bu isme aynadarlık eder.

793) İsm-i Kuddûs’ün tecellisiyle akciğerler her nefes alıp vermemizde kanımızı temizler. Hem kandaki akyuvar denen hücreler mikropları temizler ve ism-i Kuddûs’ü zikreder.

794) Evet, bak şimdi şu kuşa! Kanatlarını temizlemesiyle nasıl lisan-ı hâliyle ism-i Kuddûs okur.

795) Bu kâinatta ve mahlukatta müşahede ettiğimiz ve şahit olduğumuz tüm hikmetler, gayeler, maslahatlar, çeşit çeşit güzellikler, hem hikmetli ve tam adaletli kanunlar gösterir, ilân ve ispat eder ki bu kâinatın ve mahlukatın sahibi her işini mükemmel yapar.

796) Güzellik güzele aynadır O’na işaret eder, O’nu gösterir. Mahlukatta görünen güzelliğin fani olması o güzelliğin kendilerinden olmadığını gösterir. Hem o güzelliğin fani olmasıyla birlikte arkasından gelen fanilerde de aynı güzelliğin görünmesi o güzelliğin gerçek sahibinin devam ve bekasına ve ebedi olduğuna şehadet eder.

797) İnsan gözünü açıp etrafına dikkatle ve ibretle baktığında müşahede ettiği her yerde bulunan mizan, intizam, hikmetli kanunlar ve istikrarlı gidişata şahitlik edecektir.

798) İnsanın gerek gördüğü gerek görmediği âlemlerdeki bu eşsiz ve kusursuz nizamın kurucusu ve istikrarlı gidişatın yegâne sahibi şüphesiz ki her türlü hatadan, kusurdan ve noksanlıktan münezzeh olan Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

799) O Zât-ı Kuddûs ki O Allah’tır, Allah. O’ndan gayrı yoktur hiçbir ilah. Ezeli ve ebedî hayat ile diridir, ölümlü olmaktan münezzehtir. Tüm varlık âlemini ayakta tutan ve düzenini kudret elinde bulunduran ancak O’dur. O’nu asla ne gaflet basar, ne yorgunluk ve ne de bir uyku. Göklerde ve yerde, bilinen ve bilinmeyen tüm âlemlerde ne varsa tamamı O’nundur, O’nun mülkündedir, O’nun kabza-i tasarrufundadır. O kullarının yaptıklarını, yapmadıklarını, yapacaklarını, yapmayacaklarını, yapabileceklerini, yapamayacaklarını, bildiklerini, bilmediklerini, bilemediklerini, bilemeyeceklerini, bilgi ve idrakları dışında olanı, dünyalarını, âhiretlerini ve şüphesiz ki her şeyi bilir. Onlar ise, O’nun dilediği ve nizam kanunları içinde, iradesinin tecellisine uygun olan kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi layıkıyla kavrayamazlar. O’nun hâkimiyeti, saltanatı, kudreti, otoritesi ve tasarrufu ve düzeni bütün gökleri ve yeri ve her yeri kuşatmıştır. Tüm âlemleri bir bütünlük içinde tek başına idare etmek, gözetmek, korumak, vaad ettiklerini yerine getirmek Allah’ı yormaz, O asla yorulmaz. Bütün bu işler Allah’a ağır da gelmez. O’nun şanı pek yücedir ve O Zât-ı Kuddûs her türlü noksanlıktan münezzehtir.

800) Bu kâinat ve umum mahlukat bütün güzellik çeşitleriyle O Zât-ı Kuddûs’ün güzelliğine işaret ve şehadet eder.

801) Kâinat ve mahlukat tüm güzellik çeşitleriyle O Zât-ı Kuddûs’ün mükemmelliğine ve her türlü noksanlıktan ve kusurdan uzak olduğuna aşikâr bir aynadır.

802) İnsan zahiri kirlerinden yıkanarak temizlendiği gibi batıni kirlerden ve pisliklerden de ilim öğrenerek, Allah’ı tanıyıp Marifetullah’ta terakki ederek ve O’na layıkıyla kul olarak temizlenebilir. Böylece ism-i Kuddûs’e mükemmel bir ayna olur.

803) Nasıl ki kâinatın ve mahlukatın nezafet ve nezaheti ism-i Kuddûs’ü gösterir ve O’na aynadır. Aynen öyle de tüm mahlukatın hâlen ve kálen yaptıkları tüm tesbihatı dahi ism-i Kuddûs’e bakar ve o tesbihatın bütün güzellikleri O’nu gösterir ve yalnız O’na hastır ve O’na aynadır.

804) Selâm zat ismidir; mahlukatını selâmete ve her türlü güvenliğe çıkaran, cennetteki bahtiyar kullarını selâmlayan, asla değişikliğe uğramayan, ezelden ebede kadar aynı olan anlamına gelmektedir.

805) Allah Selam’dır. Yarattıklarını her türlü korku, kaygı, tasa ve tehlikeden uzak ve güven içinde tutar, selamete çıkartır.

806) O Zât-ı Selâm tüm mahlukatına ihtiyaç duydukları cihazları vererek yarattıklarını selâmete çıkartır.

807) Şimdi anne karnındaki bir yavruyu yahut yumurtadan yeni çıkmış bir yavru kuşu nazarına al ve ibretle tefekkür et! Gayet âciz, zayıf ve fakir hem son derece savunmasız o yavrular ve yavru kuşlar… Onları o karanlık ve dar mekânda boğulmaktan, açlıktan ve çeşit çeşit tehlikelerden koruyup emniyet ve selametle dünyaya getirtmek, anne karnından çıkartmak hem o yavru kuşları dahi validelerini emirber nefer yaparak açlıktan ve her türlü tehlikeden muhafaza etmek her akıl sahibine ism-i Selam’ı hayretle okutturur.

808) Gözle görülemeyecek derecede küçük olan ancak muzır ve düşman hükmünde olan mikroplara ve mikropların vücutta oluşturduğu zararlı kimyasal maddelere karşı vücutta antikor üretilmesi, savunma sistemi kurulması ve insanın çeşitli hastalıklardan korunması elbette ve elbette ism-i Selâm’ın tecellisidir.

809) Şimdi başını kaldır ve dünya hanemizin tavanı hükmünde olan semavata bak! İşte atmosfer diye tesmiye ettiğimiz hikmet katmanları…! İnsanlar ve tüm canlılar için muzır ve düşman hükmünde olan gök taşlarına, zararlı ışınlara ve hakeza birçok tehlikeye kalkan ve siper olarak nasıl da hâl dilleriyle “Yâ Selâm! Yâ Selâm!” okur ve okuttururlar.

810) Mahlukatta görünen güzelliğin fani olması o güzelliğin kendilerinden olmadığını gösterir. Hem o güzelliğin fani olmasıyla birlikte arkasında gelen fanilerde de aynı güzelliğin görünmesi o güzelliğin gerçek sahibinin değişmekten münezzeh olduğuna, devam ve bekasına ve ebedi olduğuna şehadet eder.

811) Portakalın belli bir şekli, belli bir rengi, belli bir sanatı, belli bir tadı, belli bir kokusu vardır. Hem o portakal C vitamini ve vücut için maslahat deposudur. Hem o portakal sadece yaratılmakla kalınmamış, hikmetle dilimlere ayrılmış.

812) Portakalın mucidi cehaletten münezzehtir ve sonsuz ve muhit bir ilme sahiptir. Zira portakaldaki mizan ve intizam, mükemmel sanat ve türlü türlü hikmet ancak sonsuz bir ilmin eseri olabilir, başka türlü olmaz. Ne güneşte, ne toprakta, ne suda, ne havada, ne de ağaçta böyle bir ilim vardır, bulunur. O portakalın güneşten ağaca ve ağacın köklerine dallarına ve o meyvenin bulunduğu sapına kadar herbiriyle irtibatını sağlayan O sonsuz ilim sahibi Zât-ı Selâm’dır.

813) Portakal ademdeydi, yoktu, hiçti. Ademden vücuda getirildi. Yokken var edildi. Demek o portakalın ustası irade sahibidir. Zira iradesi ve ihtiyarı olmayan tercih edemez. Ve tercih edemeyen portakal yapamaz. O hâlde portakal, vücudunun ademine tercihi ile O Zât-ı Selâm’ın irade-i külliyesine işaret, delalet ve şehadet eder.

814) Mü’min zat ismidir; gönüllere iman bahşeden ve inananlara güven verip her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran, vaadine güvenilen, anlamına gelmektedir.

815) Şüphesiz ki Allah Mü’min’dir, güven verendir. Hem imanı hem de güveni, veren ancak O'dur. Bu esma ve ifade ettiği mana insanın kalbine imanın ehemmiyetini ve değerini idrak ve ihsas ettirmektedir. Bu isim insanı Allah’a nispet eder, O Zât-ı Mü’min’e intisap ettirir ve O’nunla irtibata geçirir. O'nun sıfatlarından biriyle nitelendirir ve terakki ve teali ettirir.

816) İnsan evvel cüz-i iradesini sarf eder ve irade-i külliye sahibi O Zât-ı Mü’min de dilemesiyle iman nurunu kulunun kalbine ilka eder. Bu isim insanda tecelli ettiğinde Allah o kulun kalbine iman nuru lütfeder. Gönlünde iman ışığı yakar.

817) Allah’a iman eden her kul ism-i Mü’min’e imanının kuvveti ve derecesi nispetinde aynadır. İman bir nurdur. Her insanda bu nurun keyfiyeti farklıdır.

818) İnsan ancak iman ile insan olur ve huzur bulur; yoksa iman yamyam, yırtıcı bir hayvan, belki bir canavar olur.

819) Mümin bir kul imanıyla, teslim ve tevekkülüyle huzura erer. Her şeyden ve her hadiseden korkmak yerine teslim ve tevekkülüyle güven içine bir yaşam sürer.

820)Mümin bir insan bilir ki zerreden Şems’e kadar her şey Allah’ındır ve O’nun idaresi ve hâkimiyetindedir, O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez. Böylece huzur ve güven içinde teslim ve tevekkülle huzurlu ve sürurlu bir hayat sürer.

821) Muasırlarımızın sıkça söz ettiği depresyon, panik atak ve hakeza sair hâller kâmil bir müminde görülmüyor ve görülmez. Zira hakiki mümin Allah’ın Mü’min ismine aynadarlık cihetiyle tam bir emniyet ve güven içindedir. Her şeyi O’ndan ister ve her yardımı O’ndan bilir.

822) İsm-i Mü'min bir abdde tecelli ederse, kalp her türlü korku ve endişeden muhafaza edilir, kalbe tam bir güven ve emniyet duygusu lütfedilir. Şayet, Allah (c.c.) bu ismiyle imdadımıza yetişmese ve bu ismini bizde tecelli ettirmeseydi yahut bu tecelli bizden muvakkaten çekilseydi, korku ve kaygıdan ve dünya hayatı şahsi âlemimizde yaşanmaz hâle gelecek, belki aklımızı yitirecek bu dünyada dahi manevi bir cehenneme girecektik.

823) Güven ve emniyet duygusu ism-i Mü'min’in tecellisidir. Hem büyük bir ihsandır, ikramdır, lütuftur ve nimettir. Bu esmanın tecellisiyle ve feyziyle, inanan insanlar bu isme mahzar olarak güven ve emniyet içinde yaşarlar.

824) Mümin, yaratılış gayesini bilip idrak etmekle kendini her daim güvende hissettiği gibi, aynı zamanda etrafındaki insanlara ve tüm mahlukata da güven telkin eder.

825) Mümin Allah’ın Peygamber (a.s.m) aracılığıyla insanlara bildirdiği her şeyi diliyle ile ikrar, kalbiyle tasdik ve ameliyle ilân eden kimsedir.

826) Allah (c.c.) Mü'min’dir, emindir, sözünde güvenilirdir. Vaadine sadıktır. Asla vaadinden dönmez, dönmesi düşünülemez.

827) Verilen sözde durmamak yahut vaadini yerine getirmemek ya âcizlikten kaynaklanır ya da cehaletten. Hâlbuki semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldız-ları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir sür’atle düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren, onları lamba misillü yandıran, bu müthiş hareket ve tasarruf esnasında hiçbir gürültü çıkartmayarak sınırsız ve sonsuz kudretini gösteren hem tüm mahlukatın mizan, intizam, sanat ve hikmet diliyle nihayetsiz ve muhit ilmine şehadet ettiği O Zât-ı Mü’min’in hâşâ sözünde durmaması, vaadinden dönmesi muhaldir, mümkün değildir ve asla izzetine yakışmaz.

828) Allah vaadine güvenilen ve sözünden asla şüphe edilmeyendir. Madem Allah Mü'min’dir, sözünde emin ve güvenilirdir. Hem madem kâinat ve tüm mahlukat, müşahede edilen icat ve icraat O’nun doğruluğuna nihayetsiz dillerle şehadet eder. O hâlde madem O Zât-ı Mü’min haşri ve ahireti, itaatkâr kulları için cenneti, isyankârlar için cehennemi vaad etmiştir. Elbette vaadini yerine getirecek insanı diriltecek, haşri gerçekleştirecek, mahkeme-i kübrayı kuracak, mümin ve itaatkârları cennet ve cemaliyle mükâfatlandıracak; kâfir ve isyankârları layık ve müstehak oldukları cehenneme idhal edecektir.

829) İnsan ism-i Mü’min’in tecellisiyle emin ve güvenilir olur, sözünde sadık bir hâl alır.

830)Müheymin zat ismidir; gözeten, muhafaza eden, mahlukatını her an gözetleyen ve onların her hâline şahit olan anlamına gelmektedir.

831) İsm-i Müheymin Allah’ın yarattıklarının rızıklarını, sözlerini, fiilerini, hâllerini, tüm amellerini, her bir anlarını, ömürlerini, ecellerini bilmesi ve hıfzetmesi manalarını tazammun eder. Zira O sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. Her şey O’nun hükümranlığı altındadır.

832) Allah (c.c.) Müheymin’dir. Mahlukatı halk ettikten sonra başıboş bırakmamıştır. Mahlukatının her hâlini gören ve gözetendir. Kullarının her amelini, her hâlini görür. Aşikâr olana da gizliye de tam hâkimdir, her şeye şahittir.

833) O Zât-ı Müheymin kullarının hamdlerini, sözlerini, şükürlerini, tövbelerini, af dilemelerini, dualarını, niyazlarını işitir ve her anlarına şahitlik eder.

834) O Zât-ı Müheymin her şeyin üzerinde şahit olandır ve her nefis üzerinde mutlak gözetici olandır, hiçbir şey O’nun şehadeti ve müşahedesi dışında değildir.

835) O öyle Müheymin’dir ki mevcudatın bütün haklarını muhafaza eder, zayi etmez. Mahlukatını kendi hâllerine bırakıp terk etmez. Onların ömürlerini ve rızıklarını zayi etmez, amellerinin neticesini iptal etmez.

836) O öyle Müheymin’dir ki ne bir nefis, ne bir nefes, ne bir ins, ne bir cin, ne bir hayvan, ne bir nebat, ne bir toprak, ne bir yaprak, ne bir hayat, ne bir memat, ne bir niyet, ne bir duygu, ne bir düşünce, ne bir söz, ne bir ses, ne bir göz, ne bir bakış, ne bir eser, ne bir fiil, ne bir iş, ne bir sistem, ne bir organ, ne bir doku, ne bir hücre, ne bir molekül, ne bir atom, ne bir zerre ve hakeza hiçbir şey hiçbir şekilde O’nun müşahedesinin ve hâkimiyetinin haricinde değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

837) O nihayetsiz ilmiyle her şeyden haberdar olan, her şeyi gören ve her şeye şahit olan Zât-ı Müheymin bütün kalplerin hakikatini, kusursuz ve noksansız ve mükemmel bir şekilde bilir. Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve hakeza… Tüm mahlukatın yaratıcısı Allah (c.c.) her an yeni bir yaratma ile mahlukatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını halk edemez ve onu kendine getiremez ve o hayatı idame ettiremez.

838) O öyle Müheymin’dir ki mevcudatı varacağı noktaya ulaştırırken zararlarını bertaraf eder, taleblerini karşılar, ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını giderir. Kullarının iyiliklerinden, ibadetlerinden ve sevaplarından hiçbir şey eksiltmez. Hiçbir hizmetlerini ve hiçbir amellerini zayi etmez.

839) O öyle Müheymin’dir ki müminlerin ve salihlerin ibadet ve hasenatlarını muhafaza edip eksiltmediği gibi kâfir ve fasıkların dahi isyan ve seyyiatlarını muhafaza eder ve müstehak oldukları azaba ekleme yapmaz o cezayı artırmaz.

840) Kelamullah Kur’an Zât- Müheymin tarafından muhafaza edilip her türlü tahriften uzak tutulduğu gibi öte yandan sair semavi kitaplar üzerinde güvenilir bir gözetçi olarak onların vermiş olduğu doğru bilgilere ve içerdiği doğru hükümlere de şahitlik edip, onları tahriften koruyan, yanlışları düzelten, doğruyu gösteren ve öğreten ve hikmet ve maslahat gereği zamanı geçmiş hükümleri ilân, i’lam ve iptal eden bir kitaptır.

841) Şu mükemmel ve muhteşem kâinat kitabı ve o kitabın müellifinin sonsuz kudretiyle koyduğu ve okuttuğu ve külli iradesiyle icra ettiği yer çekimi kanunu, sıvıların kaldırma kuvveti kanunu, kütle çekim kanunu ve hakeza diğer kanunlar elbette O Zât-ı Müheymin’in mahlukatı üzerindeki ilahi muhafazasının aşikâr delilleridir. Hadsiz hikmet-leri olan bu kanunları tefekkür ettiğimizde O’nun mahlukatı üzerindeki eşsiz gözeticiliği kendini güneş misillü göstermektedir.

842) İsm-i Müheymin mahlukatın tüm amellerini, programlarını muhafaza etmek suretiyle tecelli ettiği gibi, yaratılanları her türlü tehlikeden korumak suretiyle dahi tecelli eder.

843) Gözlerimizi göz kapakları, kaşlar ve kirpiklerle muhafaza etmekten tutun da batınımızdaki organları göğüs kafesimizde muhafaza etmeye kadar. Hem en ehemmiyetli organımız olan beynimizi gayet sert ve muhkem kafatası ile muhafaza etmekten tutun da rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek aç kaldığımızda ölüme karşı muhafaza etmeye kadar tüm bunlar ism-i Müheymin’in tecellisidir.

844) İnsana verilen şefkat ve havf dahi ism-i Müheymin’in tecellisidir. Şefkat duygusu ile insanı diğer mahlukata zarar vermekten alıkoyduğu gibi korku duygusu da insanı muhtemel tehlikelerden sakındırır ve zarar görmekten korur. Aracı dikkatli kullanmamız, elektriğe, ateşe ve sıcak cisimlere ve hakeza tehlike arz eden her şeye ihtiyatla yaklaşmamız bu sırdandır.

845) O Zât-ı Müheymin mahlukatını her an gören, gözetleyen ve onların her hâline mükemmel ve kusursuz bir şekilde şahit olandır.

846) O Zât-ı Müheymin mukabilindeki her şeyi görüp nüfuz eder, hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir yerde, hiçbir şekilde O’nun müşahedesinden ve gözetlemesinden gizlenmez ve gizlenemez.

847) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden muhit ilim, külli irade, nihayetsiz rahmet ve hikmet ve mutlak kudret sahibi her şeyi görüp gözeten Allah Azze ve Celle’dir.

848) Elbette kudreti mutlak, hikmeti nihayetsiz Zât-ı Müheymin tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan nihayetsiz kudret ve şefkatiyle kâinatı idare eden Zât-ı Akdes’tir.

849) Ey insan! Bil ki senin her hâlini görüp gözeten, her ameline tanıklık eden, sevaplarını, günahlarını bütün haklarını ve müstehak olduklarını muhafaza eden bir koruyucu sahibin ve şahidin var. Bil ki bu bilmek ve idrak etmek senin her hâline ve ameline yansısın. Kusurlarını, eksiklerini, hatalarını ve yanlışlarını görmeye, anlamaya ve düzeltmeye çalışasın. Ta ki ihlas ve istikameti elde edip muhafaza edebilesin.

850) Azîz zat ismidir; izzet sahibi ve yüceler yücesi, mağlup olmayan mutlak galip anlamına gelmektedir.

Şair'ül İslam Yunus Kokan

01 Şubat 2020 106-107 dakika 2 denemesi var.
Yorumlar