Tanrının Tuzakları

Öyle süslü püslü koca koca laflar etmeden, beynimize on takla attırmadan, zihnimizin sigortalarını yakmadan direk dimdirek ya da düz dümdüz önermelerle sonuca gidebileceğimiz bir yazı denemesi olsun istedik. Basit mantık önermelerine dayalı olarak adım adım ilerlemeye ne dersiniz ha…

Elimizde bir malzeme var, farzı misal bu malzeme bir çocuk olsun, haydi kendi çocuğunuz olsun. Size bağımlı ama sizden bağımsız bir malzeme.

Hani Neill’e göre sorunlu çocuk yoktur sorunlu aile vardır demiş ya. Bu görüşe katılmakla beraber az biraz sınırlı buluyorum, sorunlu aileye; sorunlu gen, sorunlu salgılar, sorunlu çevre, sorunlu toplum, sorunlu yasalar, sorunlu ahlak, sorunlu bilgi vardırı da eklemekten mutluluk duyarım.

Öyle değil mi sizce de?

Malzeme çocuk ya ve bir kısım sorunları da ortaya koyarak, buraya kadar anlamış olduk.

Malzemede ne var sorusuna sorunlu gen, sorunlu salgılar, sorunlu organlar, sorunlu metabolizma var. Var da var daha bitmedi. Sorunlu adalet, sorunlu demokrasi, sorunlu anlayış…

Sorunlu kültür, sorunlu inançlar… En yılışık kahkahaları atarak “hadi göster pipini”nden Allah baba yakar, taş yapara, cin ve perileri de ekledik mi mayalı bazlama hamuru gibi yayıldı kaldı çocuk.

Bunlar çocuğun suçu mu? Saf ve temiz yani günahsız sabi ya.

Bah bah bah lafı nereye getirecek dediğinizi duyar gibiyim. Yok valla başlığa bakıp da aldanmayın işin sonunu, yükümlülüğünü “sorunlu Tanrı”ya bağlamayacağım.

Ama şu kadarını söylemek de bizim hakkımız olsa gerek, bu sorunlar saf ve temiz olana karşı bir tuzak olsa gerek. Böyle düşünmek istemiyoruz ama ortaya çıkan sonuç bu.

Bu kadar yüklenilmiş olan çocuk, adeta“kendinden sorunlu” bir malzemeye dönüşür, kendinden sorunlu hale gelmiş toplumu da koy üstüne, bağımsız bir varlık olan çocuğu tanımadan yani sorunlarını bilmeden ona aile olarak daha neler neler yükleyeceğiz. Ekonomi ve coğrafyayı da yükleyelim mi?

Öf!.. Ulan deve olsa kaldıramaz bunca yükü.

“Ellerin bebeleri cin gibi okuyor sen de azcık oku da başarı göstersene eşek sıpası”na gelene kadar, neler yaptık bu malzemeye neler. Hadi malzemeyi tanıma bilinciyle, sorunlarına bilinçli yaklaşıp sorunlarını çözebildik mi? En azından doğru yönü gösterebildik mi? Tam olması gereken biçimde besledik mi, tam imkanlar sağladık mı, eğitim öğretime hazırladık mı yani kısacası değer verdik mi yoksa kendi istek ve arzularımıza, beklentilerimize göre mi biçimlendirdik, yetiştirdik?

Sorunların üstüne bir de baskı kurduk mu öf! Ne yapsın bu çocuk?

Buyrun söz sizde bayım…konuşun kendi kendinizle.

“Çok çocuk güç demek, bedava hizmet alımı demek, bedava iş gücü demek, güven demek” sömürü anlayışını da savunan taşra düşüncesinden, okuyup adam olsun da bana baksın düşüncesine ya da filanın çocuğu filanca yere amir, memur, müdür olmuş sosyal payesi ile böbürlenmemeye kadar geniş bir yelpazeyle baktık elimizdeki malzemeye. Yani kumaşı istediğiniz gibi biçtiniz, kestiniz hatta verilen patronlara (şablon) göre biçimlendirdiniz.

Vah ki vah! İnsan yavrusunun haline.

Hatta çok iyi hatırlıyorum, sınıfın ortasına itilip “eti senin kemiği benim” denilip eli kalın sopalı, iri yarı öğretmene teslim edilişimi. Ne çok korkmuştum…

Vay ki vay! Vallahi ne dayaklar yedim. Adam mı etti beni eşek yükü o sopalar. Vallahi daha beter oldum, hem de organize olarak. Okulda neymiş dedirtti bana sonunda. Sokaklar ve kaldırımlar dururken.

Vay ki vay o sopayı atanlara hakkımı helal etmiyorum.

Çocuğum kalk bakiyim sen söyle ne olmak istiyorsun? Valla öğretmenim annem doktor, babam avukat olmamı istiyor.

Boş ver salla onları sen ne olmak istiyorsun?

Bilmiyorum ki öğretmenim, hani çöpçü olsam iyi bi şey midir? İnanın her sorduklarında bu cevabı vermiştim uzun süre. Başka ne uygun görülürdü ki yukarıdaki çocuğa.

Hadi savunmanızı verin anne ve babalar.

Anaların dert yesin yarım yarım dört yesin, diyerek ertesi günkü açlığa sarkıttığı umuduna mani sözleri ederdi çoğunlukla kadınlar.

Kırk yamalı bohça gibi olmuş adamların üzerindeki esvaplar. Karnı sırtına yapışmış, adamın kursağına günlük ne girdi ki?

Ne bulduk ki ne vereceğiz çocuğa demeye getirmek lazımdı amma sabır ve şükür susturdu onları da. Maazallah maneviyatına halel gelir inanç baskısından, el oba ne der sosyal baskısına kadar ezilmiş büzülmüş vıccığı çıkmış yereldeki ailelerin.

Yağırnımdan böğrüme, böğrümden döşüme vuran sancı ile kıvrım kıvrım kıvranıyor kadın. Sırtımdan yanıma, yanımdan göğsüme tarifinden daha anlamlı ama havyansal terimler olarak sunulmuş ya zamanemizde. Öyle denir mi hiç değil mi?

Neyse konumuz bu değil.

Yanımdan geçenleri seçemiyorum artık Cevriye, gözüme perde inmiş. Kim bunlar yerine, ne bunlar demek gerekiyor aslında bakteri, virüs ve mantar ahalisini de görünce. Ne çok düşmanımız varmış, burnumuzun dibine kadar gelmiş, koynumuza girmiş, kanımıza sızmış, ciğerimize çöreklenmiş.

Vallahi göremedik, duymadık bayım, aklımıza perde indirmişler. Öksürüp, aksırıp, kıvranıp duruyoruz.

Biz ne bilelim beyim. İlim irfanı bizden almışlar, belletmemişler ki otu çöpü börtü böceği inceleyelim. Derdimize derman olalım. Cahil kalmışız, cahil bırakılmışız.

Ara toplam alır gibi ara toparlama yapalım. Ne dedik… ortaya koyulan çocuk üzerinde çocuktan kaynaklanmayan onca olumsuzluk saydık. Bu olumsuzlukların büyük bir kısmı hatta tamamına yakını insan kaynaklı olumsuzluklardır. Bu olumsuzlukları ortaya koyanlar da olumsuzluklara yani tuzaklara maruz kalmıştır. Öyleyse bunlarda günah ya da suçtan azadedir. Tüm tuzakları kim kurmuştur insana.

Tanrı mı yoksa bir günah keçisi mi bulalım. Misal şeytan gibi, şeytanın tuzakları mı diyelim ha ne diyelim söylesenize kuzum. Tanrı tuzak kurmuyor ise en azından Platon’un dediği gibi Tanrı sürekli geometriler kuruyor.

Şeytana sorduk. Ulan şeytan oğlu şeytan dürzü, bize neden tuzak kuruyorsun? Ne dese beğenirsiniz. Vallahi benim olmuş olan iradeden başka iradem yoktur.

Tamam kes uzatma bu kadarı yeterli …adam haklı yani şeytan haklı.

Görmediğimiz bilmediğimiz, anlayamadığımız tüm şeyler Tanrı tuzakları mıydı bunları bilip anlayan zamana kadar. Söz gelimi desek ki; safra kesene taş dolduracağım, sancıyla kıvrım kıvrım kıvrandırıp öldüreceğim. Bilim çağına ulaşalı ne oldu ki şunun şurası, anan aşağı baban yukarı bir yüz yıl. İnsanlık bunca asırdır, bunca çağdır acı ve işkence çekiyor desene. Koy üstüne mikrobikleri de.

Hem de ne işkence…öf! Tanrı tuzağı mı bunlar, diye sormayalım mı? Şeytan ne bilsin mikrobu ve beden arazlarını. Çektiklerimize sabır gösterip şükür mü diyelim?

Kim için kimler için?

Yediğimiz iki lokma ekmek bir bardak su, birde kıvrılıp yatacağımız bir yer. Her şey bunun için mi?

Düşünce olarak buraya kadar fazla düz geldik, yolun inişi ve çıkışı da vardır. Vur yokuş aşağı soruları ya da bayırdan yukarı zorlamayalım mı zihinleri, hep düzdeki vitesle gidilir mi bu yol?

Az biraz ayrılalım şu düzlükten.

Mekan sayılabilir, ölçülebilir. Peki zaman sayılabilir ölçülebilir mi? Sorusuna zamanı mekana indirgeyip ölçebiliriz, değil mi? Yani mekanda oyalandığımız şey, zamandır. Mekan ile zaman bir ilişki içerisindedir. Bu ilişki zamanı ölçülebilir, sayılabilir hale getirir. Bu zamanın mekandaki tezahürüdür.

Var mı anlaşılmayan bir şey?

Bunun itirazı yoktur. Hangi anlayıştan, hangi yöntemle bakarsanız bakın, durum böyledir. Bu bir zorunluluktur, kesinlik taşır. Ya da şöyle düşünelim cisim olarak algıladığımız fenomenler aynı zamanda zamanın fenomenleridir. Zamanı zihin olarak düşünürsek eğer ortaya koyulan mekandır. Zihnin mekansal alanda tezahürüdür, demiştik yukarıda. Yani birinin fenomeni diğerinin de fenomenidir. Yeri gelmişken söyleyelim neyime gerek vebali kalmasın üstümüzde, şu “fenomen” sözcüğüyle ne çok oynadılar, başka anlamlar yükleyerek cılkını çıkardılar. İçine ettiler güzelim terimin…

Peki şimdi biz buna mekan, zamanın tuzağıdır, diyebilir miyiz?

Bir de şöyle bir şey var. Zihnin ürettiği zihne ait olan, mekanda kendine yer bulmayan son dönem modalarından psikolojik veya psikiyatrik fenomenler var. Bunları mekana sığdıramayız, mekanın alanı buna izin vermez ama mekandaki fenomenler gibi gelişim gösterir. Bu fenomenler ruhsaldır, psişiktir. Dolaysıyla bizim yani insanın ilk baştaki konumuna daha yakındır, öze daha yakındır.

Var mı buraya kadar itiraz eden? Olamaz çünkü profan bilim ve analitik düşüncede böyle söyler.

O zaman şunu deme hakkımız var olması lazım. Zamanın fenomenleri, zihinsel fenomenlere daha yakındır ve daha nitelikli ölçüler taşır. Zihin ise tamamıyla nitelikli fenomenlerden oluşur, niceliğe dayalı fenomen yoktur. Bu yüzden alanımız değil ama küçücük bir düşüncemizi eklemeden geçmeyelim, gerçek manada psikolojik ilaç olamaz, psikolojinin fenomenleri niceliksel değildir çünkü, olsa olsa beynin ürettiği kimyasallara karşı bir ilaç olabilir.

Yaşama böyle bakmalı insan ki, tuzakları kimin kurduğunu anlayabilelim.

Bu kadar yeterli…

13 Haziran 2024 8-9 dakika 34 denemesi var.
Beğenenler (3)
Yorumlar