Toprağın Doğurganlığı

Esrar mor benekli bir hayvan düşü gibi, asıyordu ağaçlara resmini, tan ağarırken henüz, Mondros konçertosunda ıslatılan mürekkeplerin kokusu sızıyordu esrara, esrarsa sokaklardaydı. Sokaklar, Bir savaş saçmalığında ne yaptığını düşünen her asker gibi, şaşkındı... Ya da savaş bile yoktu, kafanın içindeki cengin dışında her şey mubahtı, belki öyle derdik de avutmayı davet ederdik gönül'e ... günlerin rayında sallanarak ritim tutan haftalar varırken bir ayın daha sonuna, Engin bir boşlukta vuku bulan her ses gibi bebekçe haykırıyordu bir yenisi...
Çınar'ı buraya yeni diktiler, Çınar'ı buraya eski dikmeleri gerekirdi, Öyle yapabilselerdi narenciye dolabına benzer suratlı zabıtlar, 100 cihan yılını dilde öğüten Türkan'ı ( bu kendi yaşıtlarının tabiridir naçizane )Bu çınarla aynı boyda görür, bir tabutta gömerdik, Çınarların saf'a girdikleri ormanda...
Şafak söküyor, şakak sökecek, nakarat monotonluğuyla boyunu uzatan dilimiz, öylesine aşina idi ki bu kadirşinas cümlelere... Öylesine alışmıştık ki güler yüzlü bir dere yatağı gibi suyun akacağı gerçeğine, çünkü biliyorduk bu fanice esasta, kim katil düşüncelerine banmış kılıcını uzatsa güneşe, Ertesinde bir anne rahminden çekici bir çocuk çıkıp çekecekti yeni güneşi... Vefata yüz tutmuş, cürümsü Sıralardan sıra sıra sıradan bireyler çıkarsa da günümüz, Özgüvenini kadın doğum doktorunun avucuna gömenler çıkarırdı sıradanlardan kahramanını! Alnının ovasına ovalce uzanan kader müsveddesinde ne yazar bilmeden, sükûnete düşmancasına kâtip kesilir her birey. Yılların buğdayları zapt edilmiş tarlasında, aklının kâsesine yürüyen kafileler açar topuklarıyla şikest çukurları Ve huruç ederken kumsalı yutmuş saat, kuzeyinden güneyine, Bir şükür abidesi gibi deler buğdayın kafası çukurdan toprağı! Rahmeti aklına kitapla yedirenler, buğdayın Adına ?'nimet'' derler...
Yerle yeksan büyüdü şerrim yerden, beyninin her zerresine kalemin tanımını zikreden bendim, Kelamı yaratan kurşunu bir yılan boynu gibi avuçlarken iki elinin köprüsüz boğazında, Bir Zerdüşt arifesinde imiş gibi heyecanla hakikate, Utançla kımızda yüzen yanaklarını saklayıp sual eder nedenini, hududuna kıyılmışçasına akıp giden zamanda, Canı cananda soluyabilen yolun ilk adımı, Adımımıza zehir tecavüzü yapan kurşun yılanla yazılmadı mı, Öyleyse kalemi bilirdik, öyleyse yazmayı bilirdik de, kalemle yazmayı nerden öğrenmiştik...

( 1.bap ? ?' Demlik der ki; demi suya teslim ettim ?' )

Hayatın bir şeyh boğazında gibi sakalla kör ettiği âşıklar, Girdabında Seyhan kaldıkları şeyh'in avucunun rüzgârında indiler topuklara... Ve nağmeler, odundan yontulmuş beyazına dizerken ters tuğralarını atamızın, hayatının ilkbaharından mütevelli, huzurdan beraat eden insanlar çaldı takvimlerden sonbaharı, ve iki hudutsuz noktadan koşan sevgililer gibi kavuştu yaz'a kış!...
Fecri bir altın mirasçısı gibi ağırca yüklenen güneş, krizantem çardağında bulur fesleğen serinliğini, Yaprak kesilir alnı, O hafızalardaki muhteşem damlanın nakliyesini izletmek için toprağa... Sahip olduğu bieş halkanın içinde kainatın, en üretken kısırdöngüsünün şefidir toprak, toprak yaratılanlara bir nevi ana, yaratılış introsunda figüranlığıyla gün savanlara babadır. Ve belki de miras kaygısı olmayan evlatlarının vefalı ebeveyn'i toprak, Öpülesi dudaklarıyla zikrettikleri kelamlar gibi atalarımızın ?'ateş düştüğü yeri yakar'' dediklerinde, dört milyar 600 milyon yıllık gezegenimizin, Çürümüş canlı leşleriyle perçinleşmiş iliklerine bir acının lavları düşmüştü belki de, Belki de bu en vefalı, en cömert, en tutumlu, en yumuşak, en güzel kadın, toprak! Bağrına düşen bu kor alevde tatmıştır tadını ilk acının!

26 Haziran 2012 3-4 dakika 1 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar