Türkçe ve Öztürkçe-Boztürkçe Meselesi

Mustafa Ekmekçi, "târih" sözcüğünün, bizim kültürümüzden olmadığından hareketle, "uzabilik"le karşılanmasından yanaydı.

Ben, bilimsel ölçeklerde dilci yahut dilbilimci değilim. Dilin, etimolojik, grammatik ve semantik yapılarına ilişkin kapsamlı tezler ileri sürecek bir donanımdan yoksunum. O konuların uzmanlık işi olduğunu biliyorum. Nedir, şiir, deneme, eleştiri türleri, benim de bir parça derdim olduğundan; dille (Türkçe'yle) ilgili gelişmelere, konuşmalara, görüşlere tamamen kayıtsız kalamıyorum. Orda-burda karıştırdığım kitaplarda/ dergilerde, ne zaman bir dil yazısı görsem, o yazıya hemen yöneliyorum.

Dil, bana göre: organik, organik olması hasebiyle de canlı bir yapıdır: Doğup büyüyen, gelişen ve ölen. Bu yüzden de "târihsel"dir. Belli bir evrimsel çizgi izler. Bu çizgideki yaşamsallığı, insanla kurduğu köprülerde saydamlaşır; insanda içkinleşir. Devinimleri kavrayan/ irdeleyen/ yorumlayan bir içeriğe bürünür. Duygularımızın ve düşüncelerimizin, tüm bireysel dışavurumlarımızın kaynağında, saf (arınık) bir biçimde hep o (dil) var; ilkel ya da uygar olarak.

Öyleyse, dil’i bir çeşit "gereç" olarak görüyoruz besbelli, gereç olarak kullanıyoruz. Buzdolabı nasıl içeceklerimizi-yiyeceklerimizi soğutma, çatal-bıçak nasıl yemek yeme gereksinmemizi sağlıyorsa; dil de başkalarıyla, bizi kuşatan nesnel gerçeklik ortamlarıyla iletişim kurma gereksememizi sağlıyor. İşlevce eksilen ya da tükenen nesneyle bağlantımız koptuğu anda; o nesneyi yeniden onarma, o da olmazsa hepten boşlama, kullanım alanımızın dışına sürme yoluna gittiğimiz gibi; dilsel bağlantı yeteneğini yitirmiş sözcükler için de benzer işlemlerde bulunuyoruz.

1930-’40-’50’lerin en etkin eleştirmeni Nurullah Ataç’ın kullanıma sokmaya çalıştığı "tilcik" ("sözcük" yerine) ve "gökçeyazın" ("edebiyat" yerine) vs. sözcüklerin, devletin ve C.H.P’nin devreye girmesine rağmen, tutunamamasının temelinde ise, o sözcüklerin daha baştan ölü doğmuş, işlevsiz doğmuş olmaları yatar. Hayatla sınandığında, yansımasız/ yankısız kalan sözcük, istendiği kadar diretilsin, bir boş küme elemanıdır, sıfırdır. Kadavradır.

Şu da var: Dil’i yalnızca sözcükler düzeyinde düşünmek, başlıbaşına bir düzeysizlik. Dil; sözcüklerin yanı sıra, deyimlerdir, deyişlerdir, vecîzelerdir, tekerlemelerdir, nüktelerdir, fıkralardır, bilmecelerdir, mânilerdir, ağıtlardır, yergilerdir, şarkılardır, türkülerdir, şiirlerdir filân. Sözcükler, bütün o organizmaların bünyesinde özgürce akışan kanlardır, canlardır. Kanın akışına, canın dalgalanışına ket vurulursa, bütün bir bünye marazlanmaz mı?

Sözcük deyip geçmeyelim: Yerinde kullanılmadığında, bir müdahâleye mâruz kaldığında, içinde devindiği gövde (deyim, deyiş, vecîze v.ö.) bir bakmışsınız, kötürümleşivermiştir. İşsiz-işlevsiz kalakalmıştır olduğu yerde. "Zülfüyâre dokunmak" deyişinin yerini ne tutabilir? "İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş" özlü sözündeki "hasta" yerine "sayrı" sözcüğünü koyun bakalım, yadırgamayacak mısınız? Yürekten sevdiğiniz birine, "canım benim, hayatım!" gibi çağıldayan ünlemlerle seslenmek varken; çağdaş görünmek uğruna, işi "dirimim benim!" demek züppeliğine kadar vardırmak; hadi çirkin demeyelim ama abes kaçmaz mı? Yanlış anlaşılmasın, başka bağlamlarda "sayrı" ve "dirim" sözcüklerini de kullanıyorum. Ama başka bağlamlarda!

Dil; işâretler, simgeler, bağlantılar manzûmesi olarak, bir mantık düzeneğidir, bir lenguistiktir; ama yalnız o da değil. Benzer durum, felsefe, yüksek matematik, uzay geometrisi, fuzy mantığı vd. bâzı disiplinler için de geçerlidir. Bu disiplinlerin "alan çalışmaları"nın ötesinde, bir yapısallıkları vardır ki, işte o katman "anlaşılabilir ifâde malzemesi"yle, insana eklemlenir, toplumsalla buluşur. Böylece, "sırça köşk"ün duvarları yıkılır, "camdan fânus" kırılır. Nermi Uygur, Dücane Cündioğlu, Afşar Timuçin gibi felsefecilerimizin, kültürel dağarımızdaki çok kıymetli konumları oralardan el almıştır. Nuri Pakdil’in arı-duru Türkçesi de o pınarların gözelerinden kana kana su içmiştir.

Ataç ve Ekmekçi benzeri "öztürkçe tuhaflıkları"yla sakatlanmış aydınların göremediği, görse bile atladığı noktalar var. Türkçe’nin Öztürkçesi, Boztürkçesi olmaz, Türkçe Türkçedir ve Türkçe’den başka bir şey olmaya özenmesi de gerekmez onun. Uluslararası sınırların usul usul silinmeye evrildiği bir çağda, öylelerinin görüşlerini arkalamak, safkan milliyetçilikten ve onun çeşitli tezâhürlerinden başka bir şey olamaz. Dil ırkçılığı, dil şovenistliği olur. Bu tutumla, çıksa çıksa, eciş-bücüş bir "dil karmaşası" çıkar ortaya.

Başka sakıncaları da var: Dil; olanca varsıllığından çekile-büzüle daraltılmış, budanmış olur. Nüanslar (ince ayrımlar) arası sınırlar kaldırılınca, verimsizlik, çoraklık çağrılanır. Aşk sözcüğünü, onların dediğince "öztürkçe" değil diye, gündemden kaldıralım mı şimdi? Aşkla birlikte, aşkolsun’lar, Allah aşkına’lar n’olacak peki? Sevi olsun mu? Yerine, kullanıldığı mecrâya göre o da olsun elbet; ama "her hâlükârda o olsun!" diye ter ter tepinirsek, o vakit "dil zaptiyesi"ne çıkar adımız. Hem, "Allah sevisine!", "Allah aşkına!"nın sağladığı gönül doygunluğunu sağlayabiliyor mu, bir de ona bakalım. Bahar, hayat, ömür, hasret.. bu sözcüklerin hepsinin köküne kibrit suyu mu dökeceğiz, dinamit mi koyacağız? Nice nice görkemli, çağrışım yükleri şahâne, hemencik anlaşılabilen sözcükler bunlar. Şairlerimizin esin kaynakları... Bana öyle geliyor ki, aşk sözcüğünü kaldırmakla aşkı yasaklamak arasında kıl kadar fark yok. "Sevda"lanmayagörsün bir, nasıl "mahzun"laşır bizim insanımız. "Sıla"ya biz ne güzel "hasret" duyarız. Ama hiçbiri "öztürkçe" değilmiş. Bana ne? Türkçeleşmişler mi, Türkçenin canı-ciğeri olmuşlar mı? Olmuşlar. Ben ona bakarım.

Her şey ortada: lâikperest-elitist Öztürkçeciliğin gelip dayandığı yer, "Aydınlar Ocağı"nın bir zamanların ağdalı Osmanlıcısı Tercüman gazetesi tutuculuğunun durduğu yerden yek parmak ileride değil. İki çizgi de yasakçı, sansürcü. İki çizgi de ayrımcılığı ve seçkinciliği körükleyen faşizan bir kafa konforuna gömülü.

Yapılması gereken şu: Olanak da, imkân da; olasılık da, ihtimâl de; kanıtlamak da, ispatlamak da; aşk da, sevi de.. hepsini hepsini heybemizde tutmalıyız. Hepsi de bizim has zenginliklerimiz. Bir bölüğü dilimize Arapça’dan, Farsça’dan sızmışlar diye, hiçbirini baltalamaya hakkımız yok. Arap yâhut Fars, bu dünyanın yurttaşı değil mi? Beri yandan, Lâtin kökenli sözcükleri ne edeceğiz, nereye postalayacağız? Elektromanyetik, transformatör, strüktür sözcükleriyle nasıl boğuşacağız? Bu sözcüklere yakın anlamlar taşıyan sözcükler bulabiliriz belki; ama yüzde yüz karşılayanlarını bulmak, pek mümkün görünmüyor. Bence onları da kullanalım, soysuzlaşmadan tabi. Başka çâre de görünmüyor şimdilik.

Ekmekçi’nin "uzabilik"ine dönelim. "Osmanlı Târihi" diyeceğimize "Osmanlı Uzabiliği", "Târih Öğretmeni" yerine "Uzabilik Öğretmeni" demeliyiz o yaklaşıma göre. Peki, "Uzabilik Profesörü" nasıl olacak? Hadi, târih değil de uzabilik dedik; profesörü kovunca yerine ne koyacağız? Bırakın Öztürkçesini, Türkçe bile değil! Yüksek öğretmen desek, yerini bulur mu, bilmem ki! Çok çapraşık bir durum. Gelinen noktada, Öztürkçeciliğin fiyaskoyla sonuçlanması mukadderdir. Biçimci, rozetçi, heykelci Kemalizm hayranlığının dildeki izdüşümüdür bu hareket. Darbeci ve kravatlı bir akımdır.

Öztürkçeciler, biçimperesttirler de. "Târih" gibi târihsel ve doğurgan, "özler yığınağı" bir sözcüğü kaldırarak, "uzabilik" gibi kupkuru ve kıpkısır bir sözcüğe özenmelerine bu düzlemde bakmalı biraz da. "Öz"ü, "özdek"i es geçmelerinin kökeninde bu yönleri yatmaktadır. Bürokratik-merkeziyetçi devlet geleneğinin en batıcı kesimini temsil ettiklerinden ötürü de, biçimci olmamaları olanaksızdı.

Benim gene de bir sualim var kendilerine: mâdem ki o kertede biçimcidirler, Türk Tarih Kurumu’na neden Türk Uzabilik Kurumu diyemiyorlar öyleyse?

Cevaplayan beri gelsin.

1989

(*): Bir Nokta, Kasım 2015, Sayı 166

10 Aralık 2020 7-8 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (4)
  • 3 yıl önce

    Dil ve kelimeler canlı bir varlıktır adeta. Bazı kelimeler doğar, bir zaman yaşar ve bir zaman sonrada kaybolur ölür giderler. Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk tarafından kurulan Türk Dil Kurumu, dilimize ve edebiyatımıza önemli katkılar yapmıştır, bunu hiç bir zaman yadsıyamayız. Geçmiş zamanlarda dilimize eklenmeye çalışılan ucube, ölü doğmuş kelimeler olmuştur, ilk aklıma gelen örnek, otobüs yerine ''Oturgaçlı Götürgeç'' kelimesi ki kabul görmemiştir toplum tarafından. Sizin örnek olarak verdiğiniz tarih için ''Uzabilik'' de böyle güdük bir kelime olacaktır aslında. Şu bir gerçektir Farsça ve Arapça da dilimize bir çok kelime girmiştir Arapça dan Allah, Aşk bunlara en belirgin örnektir, ama artık toplum bu kelimeleri benimsemiştir her ne kadar Tanrı'yı da zaman zaman kullansa bile, oysa ki aşk yerine kullanılan ''Sevi'' ise çok güdük kalmaktadır. İkisini de değiştirip ''Tanrı Sevisi.'' dediğiniz zaman çok komik olmaktadır. Bir de önemle üzerinde durulması gereken konu da kanımca genç arkadaşların dili kullanırken gösterdikleri özensizlik. Bu konuda en büyük ödev anne ve babalara düşmektedir. Gençler özellikle yazışmalarda kelimeleri, kısaltarak, dile resmen sabotaj yapmaktadırlar. Ne haber yerine nbr, merhaba yerine mrb gibi ucube şeyler yazarak, dile zarar veriyorlar, bir de bunun farkında değiller. Kutluyorum bu anlamlı yazınızı yürekten...

  • 3 yıl önce

    Dil söz konusu olduğunda tarih, kültür, inanç gibi sayısız mefhumun etkileşiminden mütevellit haliyle felsefe, semantik ve etimolojinin kapsamında farklı noktalardan düşünmeyi ve incelemeyi elzem kılan varlığı söz konusuyken Türk dilini saflaştırma ile ilgili çalışmaların yapay ve olumsuzluğunun daha başlangıcında oldukça aşikar olduğu içeriği düşünmeye sevk eden yazınız için tebriklerimi kabul edin.