Yüz İki Yıllık Muhasebe / Yankı ve Vebal
Zaman, iki ucu keskin bir kılıç misali, hem maziyi onurlandıran hem de bugünü acımasızca sorgulayan bir ulaktır. Bugün, tam 102 yıl önce, küllerinden doğan bir anka kuşunun, Cumhuriyet’in şafağındayız. Bir asrı devirmiş, ikinci asrının kapısını aralamış bu ulu çınarın gölgesinde duruyoruz. Bu 102 yıllık devasa miras, omuzlarımızda bir onur madalyonu kadar, ağır bir sorumluluk yüküdür. Bu uzun yürüyüş, "kuruluş kahramanlığının" sarsılmaz iradesiyle başladı. Şimdi ise, o destansı iradenin gölgesinde, tuhaf bir "kurtuluş yolları arayışı" içindeyiz. Garip olan şudur; kurtuluşu bir düşman işgalinden değil, kendi yarattığımız ataletten, kendi ellerimizle beslediğimiz kayıtsızlıktan ve damarlarımıza sızan o sosyal çürüme illetinden arıyoruz. Yüz iki yıllık miras, bir övünç madalyonu olmaktan çıkıp, taşıması zor, ağır bir vebale dönüşmek üzere. O büyük "Kurtuluş" destanının üzerine inşa edilen bu yapının temelleri sağlam olsa da, duvarlarının çatırdayan sesini duyuyoruz. Bu, bir muhasebe vaktidir; kaybettiklerimizi ve geriye kalanları tartma anıdır.
Duyun; 102 yıl öncesinin sesiyim ben. Ayağındaki çarığın tabanı delik, midesi açlıktan kasılan ama yüreği vatan ateşiyle kavrulan o isimsiz neferin sesiyim. Bizim felsefemiz, karmaşık teorilerde değil, yalın bir gerçekte saklıydı: Var olmak. Sadece nefes alabilmek, kendi göğümüzde dalgalanan sancağın altında hür bir sabaha uyanabilmekti tüm derdimiz. Biz, enkazdan bir saray dikme peşinde değildik. Biz, fırtınada sığınılacak bir çatı, o çatının altında cehalete karşı irfanı, esarete karşı hürriyeti yeşertecek bir ocak kurmanın derdindeydik. Bizim felsefemiz, yokluğun içinde dahi aklı ve bilimi rehber edinmek, karakteri sağlam bir milletin temellerini atmaktı. Çaresizlik bizim lügatimizde zayıflık değil, gücümüzün kaynağıydı. Kaybedecek hiçbir dünyalığımız yoktu, lakin uğruna can verilecek kutsal bir geleceğimiz vardı. O geleceği, damarlarımızdaki son damla kanla, dimağımızdaki son fikir kırıntısıyla yoğurarak size emanet ettik. Bu emanet, size "yokluğu" asla unutmayın ama "varlıkta" da asla kaybolmayın diye verilmiş bir dersti. Şimdi 102 yıl öteden, zamanın sisleri arasından size bakıyorum. O çelik iradeyle kurduğumuz çatıya ne yaptınız? O sönmesin diye canımızı adadığımız istiklal ateşini harladınız mı, yoksa şimdi sadece külleriyle mi oyalanıyorsunuz? O kutsal emanetin ağırlığını omuzlarınızda hissedebiliyor musunuz?
Ey 1923'ün yorgun, mahzun ama onurlu kahramanı! Sana 102 yıl sonrasının karmaşasından sesleniyorum. Bizi affet. Senin o korkunç "yokluk" içinde bulduğun, kenetlendiğin o kahramanlık ruhunu, biz bolluğun ve "varlığın" içinde paramparça ettik. Sen cephede düşmanı ararken, biz kendi içimizde hayali düşmanlar yarattık. Senin birleştirdiğin cepheleri, biz görünmez ama keskin çizgilerle böldük. O sosyal çürüme dediğin illet, bir veba gibi sardı benliğimizi. Kahramanlığı gürültülü sloganlarda, kurtuluşu ise anlık tatminlerde arar olduk. En tehlikelisi; hafızamızı yitirdik. Senin çektiğin açlık, bizim için sadece romantik bir hikaye; senin gösterdiğin irade, bizim için taşınması zor bir yük haline geldi. Kuruluş felsefesinin temeli "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" idi. Biz ise, fikrimizi başkalarının gürültüsüne kiralayan, vicdanımızı kendi konfor alanlarımıza hapseden, irfanı ise lüzumsuz bir detay olarak gören yorgun nesillere dönüştük. Senin düşmanın belliydi; topu, tüfeği, postalı vardı.
Bizim düşmanımız ise çok daha sinsi, çok daha tehlikeli. O düşman içimizde: Adı kayıtsızlık, adı kutuplaşma, adı bencillik. En korkuncu ise, o büyük fedakarlığı, o imkansızı başaran iradeyi unutma cüretini göstermemizdir. Kurtuluşu dışarıda aramak, en büyük yanılgımız oldu. Bu sosyal çürüme, paslanan bir demir gibi yavaş ama derinden işleyen bir zehirdir. O, büyük felaketler, gürültülü savaş naraları ile gelmez; günlük küçük ihanetlerle, sıradanlaşan yozlaşmalarla büyür. Liyakatin yerini körü körüne sadakatin, adaletin yerini kaba gücün, irfanın yerini ise hamasetin almasıdır bu çürüme. Gerçeğin o saf, yalın sesinin, kasıtlı yaratılan gürültünün içinde boğulup gitmesidir.
Gözümüzün önünde cereyan eden haksızlıklara karşı geliştirdiğimiz o korkunç, o buzdan kayıtsızlık, bu vebanın en net alametidir. Adaletsizlik bir başkasının kapısını çaldığında "bana dokunmadı" diye susmak, cehalet bir toplumu sardığında "aman ne yapayım" diye omuz silkmek, o 102 yıl önce yokluktan bir ordu, enkazdan bir millet kuran o çelik iradenin kemiklerini sızlatır. Biz, kendi küçük, bireysel konfor alanlarımızı bozmamak adına, o büyük, kolektif ruhumuzu feda eden kayıp bir topluma dönüştük. O kurucu nesil, "ben" demeyi ayıp sayar, "ben" kelimesini en sona saklardı; onlar "biz" diyerek var oldular, "biz" diyerek öldüler. Onların dünyasında fedakarlık bir erdem değil, nefes almak gibi doğal bir zorunluluktu. Bizim dünyamızda ise "ben" aşılmaz bir kale, "fedakarlık" ise neredeyse bir enayilik olarak kodlandı. Kendi küçük, geçici mutluluklarımızı, o büyük, kalıcı mirasa tercih ettik. Bindiğimiz gemi su alırken, gemiyi kurtarmak yerine kendi kamaralarımızı süslemeye, kendi eşyalarımızı kurtarmaya koyulduk.
Kuruluşun sarsılmaz felsefesi "irfan" üzerine, yani bilmek, anlamak, idrak etmek ve o bilgiyle ahlaklı bir eylemde bulunmak üzerine kuruluydu. Biz ise irfanı kaybettik, yerine devasa bir "malumat" yığınını koyduk. Her şeyi biliyor gibi görünüp, aslında hiçbir şeyi anlamayan; her konuda keskin bir fikri olup, hiçbir konuda zerre sorumluluk almayan gürültülü bir kalabalığa dönüştük. Bilgi, bizi özgürleştirecek, yükseltecek bir meşale olmaktan çıktı; birbirimizi yaralamak, birbirimizi aşağılamak için kullandığımız bir silaha evrildi. Hafızayı yitirmek, sadece geçmişi unutmak, tarihleri karıştırmak değildir; o, rotasını kaybetmiş bir gemi gibi pusulayı okyanusa atmaktır. O kahramanların diktiğimiz anıtlarına, sadece soğuk, cansız taş yığınları olarak bakmak, onların temsil ettiği o ölümsüz ruhu anlayamamaktır. O anıtlar, bulundukları her meydandan bize "Nereden geldiğinizi, ne bedeller ödediğinizi unutmayın!" diye haykırır. Biz ise o anıtların önünden geçerken, sadece turistik bir fotoğraf karesinin, sosyal medyada bir "beğeni" almanın derdine düştük. Ruhu alınmış bir tarih, sadece bir takvim yaprağından ibarettir.
Bugün umutsuzca aradığımız o "kurtuluş yolları," çoğu zaman sahte peygamberlerin, boş vaatlerin, çıkmaz sokaklarına çıkıyor. Kurtuluşu tek bir liderde, tek bir ideolojide, tek bir mucizevi formülde aramak, o 102 yıl önceki kolektif iradeye yapılabilecek en büyük hakarettir. O irade, kurtuluşun dışarıdan bir lütuf olarak gelmeyeceğini, bizzat milletin kendi sarsılmaz azim ve kararından doğacağını biliyordu. Biz ise sorumluluğu devretmeye, bir kurtarıcı beklemeye, o ağır yükü omuzlamaktan kaçınmaya ne kadar da hevesliyiz. Bu çürüme, dilimizi, ortak rüyamızı da vurdu. Birbirimizi anlamak, kalpten kalbe köprü kurmak için kullandığımız o güzelim kelimeleri yitirdik; onları sivri uçlu birer mermiye çevirdik. Diyalog kurmayı, birbirimizi dinlemeyi unuttuk; sağır bir vadide sadece kendi monologlarımızı, kendi yankılarımızı haykırıyoruz. Oysa kuruluş felsefesi, en büyük farklılıkları bile ortak bir "vatan" potasında eriten, birleştiren bir anlayışa sahipti. Bugün o pota çatladı; herkes kendi kabilesinin dilinden konuşuyor, kendi küçük ateşinin başında ısınıyor. Eğer bu gidişatı, bu ahlaki erozyonu durduramazsak, o 102 yıl önce canıyla, kanıyla bedel ödeyenlerin paha biçilmez mirası, bizim beceriksiz ellerimizde bir enkaza dönüşecek. Gelecek nesiller, yani kendi çocuklarımız ve torunlarımız, bizi, kendilerine bırakılan bu zengin mirası heba eden "mirasyedi" bir nesil olarak anacak. Tarih, sadece kahramanları değil, ihanet edenleri ve en çok da kayıtsız kalanları yargılar. Bizim payımıza düşen, bu ağır, bu utanç verici yargılamanın başrolü olmamalıdır.
Bu 102 yıllık muhasebenin ışığında, üç kuşağın da bu toprağa karşı vebali vardır. Sevgili çocuklar, geleceğin filizleri... Size tarihi sıkıcı bir ezber, bir tarihler yığını olarak öğretmesinler. O 102 yıl önceki ayazı, o açlığı, o yokluğu hissetmenizi sağlasınlar. Size bahşedilen bu vatan toprağının, basit bir coğrafi şekil değil, milyonlarca canla bedeli ödenmiş bir "karakter" olduğunu anlatsınlar. Sıcak yatağınızda uyurken, bir zamanlar çocukların mermi kovanlarından oyuncak yaptığını, anaların gözyaşıyla ısındığını unutmayın. Geleceğin tek kurtuluşu, sizin kirlenmemiş merakınızda, sorgulayan zekanızdadır. Köklerinizi o kadar derine salın ki, en şiddetli sosyal fırtınalar bile sizi yerinizden oynatamasın. Köklerinizi bilin ki, hangi rüzgar eserse essin, devrilmeyin.
Gençler, en ağır yük, en çetrefilli miras sizin omuzlarınızda. Hem kuruluşun o destansı kahramanlığına hem de günümüzün bu acıtan çürümesine aynı anda tanıksınız. "Kurtuluş yolları arıyorsunuz," bunun farkındayım. Sizi anlıyorum. Lakin aradığınız o kurtuluş, dışarıdaki bir düzende, başka bir coğrafyada ya da sanal bir dünyada değil. Aradığınız kurtuluş, tam içinizdedir; kendi aklınızda, kendi vicdanınızda, kendi irfanınızdadır. Sizin savaşınız cephede değil, fikirde. Sizin mücadeleniz topla tüfekle değil, bilgiyle. Elinizdeki o akıllı cihazlar, sizin hem zehriniz hem de panzehiriniz olmaya aday. Tüketen, taklit eden değil; üreten, sorgulayan olun. Atalarınızın o yalın felsefesini devralın: Bilgiyle kurtulun. Sloganla değil, akılla; öfkeyle değil, mantıklı bir argümanla mücadele edin.
Geçmişin çocukları bugünün ihtiyarlaşanları, Cumhuriyet'in ilk yankılarını duyan, o kahramanlık hikayelerini yaşayanların dizlerinde büyüyen çınarlar... Size düşen görev, sadece nostalji yapmak, "Ah nerede o eski günler" diyerek hayıflanmak değildir. Size düşen, yaşayan, nefes alan bir "hafıza" olmaktır. Sadece bir anı, bir fıkra değil; bir ders, bir uyarı olmaktır. Siz, geçmişle gelecek arasındaki son köprüsünüz. O köprü yıkılırsa, bağımız kopar. Gençlere, o yokluğun, o çaresizliğin ne demek olduğunu bir masal gibi değil, bir uyarı, bir alarm zili gibi anlatın. Susmayın. Sizin tecrübeniz, sizin yaşadıklarınız, bu sosyal çürümenin en güçlü ilacıdır. O ilacı gelecek nesillere aktarmak, sizin en kutsal vazifenizdir. Artık kahramanlık, cephede süngü takmak, dağlarda düşman kovalamak değildir. İkinci asrın şafağında kahramanlık; yalanın ve gürültünün ortasında sükunetle gerçeği savunmak, linç kültürünün karşısında vicdanın sesi olmak, yaygın cehalete karşı inatla ilmi ve aklı yaymaktır. Bugünün gerçek kahramanı, en zor zamanda, en büyük baskı altında bile "doğru" olanı yapabilen, karakterinden, onurundan taviz vermeyen kişidir. O kahraman, alkış ya da takdir beklemeyen, sadece tarih önündeki sorumluluğunu sessizce yerine getirendir. O kahraman, kendi küçük çıkarı için büyük resmi feda etmeyendir.
Yüz iki yıl... Bir devrin kapandığı, bir milletin küllerinden doğduğu o kutlu günden bugüne geldik. Kuruluşun o sarsılmaz kahramanlığı, üzerine bir medeniyet inşa edilsin diye atılmış sağlam bir temeldi. Bugün biz, o temelin üzerinde sallanan, gıcırdayan bir binayız. Ya bu sosyal çürümenin kökünü kazıyıp, o temele layık, asırlara meydan okuyacak bir yapıya dönüşeceğiz ya da kendi kayıtsızlığımızın, kendi bencilliğimizin ağırlığı altında yıkılıp, bizi 102 yıl önce kurtaran o kahraman atalara utançla sesleneceğiz. O halde, bu 102. yılda, tam da bu anda, o kurucu iradeyi yeniden kuşanmanın, o paslanan ruhu yeniden parlatmanın vaktidir. Bu, körü körüne eskiye dönmek, zamanı geri sarmak değil; o eski, sarsılmaz ruhtan ilham alarak yepyeni bir gelecek inşa etmektir. O ruhtaki fedakarlığı, o irfana olan dinmez açlığı, o "biz" olma bilincini yeniden diriltmeliyiz. Ateşi küllerinden değil, doğrudan özünden, o hiç sönmeyen közden yeniden alevlendirmeliyiz. Bu, hamasi bir tercih değil, var olmaya devam edebilmemiz için son şansımız, son çaremizdir.


