Zamanın Kaburgasında
Etrafımda dönüp durduğunda, biçare zaman sanki kendi ötesinden koşup bana yetişmeye çalışıyor gibiydi. Göğsümde böyle bir ağrıyı daha önce hiç yaşamadım.Derin nefes almaya çalıştığımda, nefesimin bana yetmediğini; kaburgalarıma çöken baskının beni terk etmek istemediğini fısıldadığında zaman, daha derinden hissettim. Çünkü böylesi bir sancı daha önce göğsümden, damarlarımdan ve nefesimden geçip beni hiç böyle yaralamamıştı. Başka bir şeydi bu.Leylekler ile çakallar, gönüllerince eğlenerek birlikte olmanın savaşında dostane hâlime gülüyorlardı. Sıcaktı. Yakıcıydı.Keskin bir kılıç gibi saplandığında kaburgalarımın basısı, göğsüme vurduğunda darbenin şiddetince, bu isimsiz duyguyu benden alamadığında zaman, dörtte biri kadar beni sarıyordu. Böyleydi işte; içime dolan bu his…Uzakları aradığında gözlerim, her bir yanışında içindeki denizi bende boğacak gibiydi.Öyle bir histi ki, tarifini damarlarımdan kan diye çektiğinde beni bayıltabilirdi.Sel götürdüğünde gözlerimizi, dizlerim titrediğinde, ona artık koşamadığımda; daha önce hiç hissetmediğim bir feryat, bir figandı bu.“Gönlümü mangaldan alın,” dediğim zaman üstüme beton döküldüğünde… Avunmalarımla beni ince bir yerden vurduğunda ve başım döndüğünde, isimsiz bir hissin zamanı kaydırmasıyla avuç içlerime dolduğunu gördüğüm o çamura battığım ânı yaşar gibi oldum.Kaburgalarıma hava gibi doluyordu. İçimdeki yazlar kışa döndüğünde, hiç acımadan her gün beni yokluyordu. Gökyüzüne baktığımda yüzüm gözüm ona dönük; ruh savunmasız bir ilticada susarken, kelimeler pusuya yatmış gibi beklerdi. Günlerin satır aralarına boşluk gibi konduğunda, dünden bugüne dek uzayan bir karışıklığın içime isyan gibi dolmasıyla nefesimi benden ayırmaya çalışıyordu.
“Farz et, başın dönmedi. Farz et, hiç hissedilmedi.
”Tadım, bir gurmelikte kaburgalarımdan damarlarıma hücum ettiğinde; canlıların fotosentez icabetinde gönül bağıma ayakkabımın bağı gibi dolandığında, düştüğüm ve düşündüğüm bir histi bu.
“Sen sordun, ben söyledim.
”Hissettiğim yerden çekildiğimde, perde gibi gelirdi. Karanlığa erdiğinde dostluklar, ışıkların umumi ruh hâlinin kışlığı olurdu.
Adına “Sonbahar” derdin.
“Sen sordun, ben söyledim.”
Başım dönmeyi unuttuğunda, göğsümün kertesinde nihai bir bilinmezlikle ısınırdı var olmuşluk. Orada olduğunu bildiğim ve tanımı nefesimi kestiğinde hicap duyduğum bir histi bu. Göğsüme sorsaydın, “Deldi, kazıdı duygumun tünellerini,” derdi.
“Sen sordun, ben söyledim.”
Batırdığında hançeri, vücudumun pak yanına iz bulaştırırdı.Feryatla buluşturduğunda geceyi, göğsüme atılan bir imza gibi hissettirirdi.
Sonra, kabuğunu kaldırırdım içerimden; yarayı görürdüm.
“Keşke,” derdim; gördüğüm tüm deliliklerde onu aramasaydım. Boşluğa itildiğinde ellerim, namusunu kaybettiğinde ağır aksak kalemim; gömüldüğü yerden onu çıkarmasaydım…Turuncu sonbaharın avlusunda gökkuşakları bölündüğünde, o bir yudum suyu içtiğimde yaşadığım mutluluk gibi hissetmeseydim.Bir kara deliğin körpe sabahında ona uyandığımda, bölük pörçük duygularında oturduğum zamanki sessizlikle bağrıma basmasaydım…Duygu zafiyetinde ısmarlama şiddetler görüldüğünde, aklımı kaçırdığım bir anda tevazu yapraklarından solmuş bir çiçek koparmasaydım…
Çünkü dar sokaklarındayken ben; kurumuş dudaklarımla bu beklenmez bir hadiseydi. Yaşadığım, adeta kendime uçurumdu.
Bu kadar beklemeseydim.
“Sen zordun, ben hissederdim.”
Dilara AKSOY
