Türk Filmlerinde Geçen En İyi Tirat Metinleri

— min. okuma: 9-10 dakika
Türk Filmlerinde Geçen En İyi Tirat Metinleri

Tiyatro metinlerinde yer alan monolog kavramına benzer bir şekilde sinema filmi senaryolarında, birçok başarılı senarist tarafından ustalıkla kaleme alınan tiratlar; genellikle izleyiciler tarafından filmin en etkileyici ve özeti sayılabilecek kısımlarını kapsamaktadır. Tiratlar, bir karakterin yalnız başına kaldığında kendi başına yahut karşısındaki bir başka karaktere karşı söylediği uzun konuşmalara verilen isimdir. Yabancı filmlerde olduğu gibi yerli yapımlarda da tirat türünün nitelikli örneklerine rastlanmaktadır. İşte Türk filmlerinde yer alan en iyi tirat sahnesi konuşmaları…

5. Yeraltı – Zeki Demirkubuz (2012)

“Sevgili generalim Cevdet Bey, pardon Cevat Bey ve kadirşinas yalakaları! Şunu iyi bilin ki; gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden hiç hoşlanmam, bu bir. Kibirden, kendini beğenmişlikten, bütün bu dağları ben yarattım havalarından, süslü kişiliklerden nefret ederim, bu iki. Yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim, bu üç. Dördüncüsü, gerçeği, içtenliği ve samimiyeti çok severim ve Dostoyevski'nin dediği gibi, gerçeğin her yerinde, zavallı egoların bile üstünde tutulmasını isterim. Arkadaşlığın karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm. Evet, buna bayılırım sayın generalim. Arkadaşlık, hassaslık ve incelik isteyen bir iştir. Öyle kabalığa, özensizliğe, alaycılığa gelmez… Daha ne söyleyecektim… Neyse, niye uzatıyorum ki? Yine de şerefinize Sayın Generalim! Güle güle gidin İstanbul’a. O kahpe Bizans’ı bizim için fethedin! Oradan da sürün atınızı batıya, Viyana’ya. Nobel’di, Oscar’dı ne bulursanız getirin Ankara’ya! Şerefinize Sayın Generalim! Şerefinize!

4. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar – Serdar Akar (2000)

“Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir değişmez. O da ayrı konu. Ama aynı zamanda da toplu oynanan, yani; insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur. Hayat da böyle değil mi? İstediğin kadar yetenekli ol. İyi bir takımın yoksa havagazı. Mantarlarsın.

Hayat futbola fena halde benzer; 4 doğru pas %90 goldür.”

3. Gelecek Uzun Sürer – Özcan Alper (2011)

“25 yıl sonra biz senle belki yine Benusen’de surlara çıkarız. Ama biraz yaşlanmış oluruz. Senle beraber bütün Karadeniz’in etrafını bisikletle dolanırız. Batum’da çaça içer, hüzünlü Gürcü şarkıları dinleriz. Sonra bir de Mayakovski’nin evine götürürüm seni. İçelim ve birbirimize sen diyelim diyerek Moskova Petruşki treninde votka içeriz. Varna’da “Karşı kıyıdan sesleniyorum, sesimi işitiyor musun Memeeed, Memed” diyip Nazım’ı yad ederiz. Sonra haritayı açarız, gözümüzü kapatırız, parmağımızı böyle koyarız bi noktaya. Derim “Yürü, dünya haritasına.” Sonra ben belki politikaya atılırım. Ama sadece ulaştırma bakanı olurum ha. Bütün ülkeyi demiryollarıyla döşerim. Sadece batıdan doğuya değil; doğudan Karadeniz’e, Karadeniz’den Akdeniz’e. Uzun uzun demiryolları. Sonra her bölgede yok olmakta olan diller ve kültürlerle ilgili enstitüler kurulmuş olur. Sonra, sonra belki her şey değişmiş olur. Sonra çalışma saatleri 5 saat olur. Sonra, 30 yıldır içinde bulunduğumuz bu çatışma ortamıyla ilgili hakikatleri araştırma komisyonları kurulmuş olur. Sonra, ne çok sonra var değil mi?”

2. Bizim Aile – Ergin Orbey (1975)

“Bak Beyim. Sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim? Bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm. Ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin anlıyor musun? Bir hiç. Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil. Ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme. Dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile.”

1. Masumiyet – Zeki Demirkubuz (1998)

“Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. Mevlanakapı'da… Babası zabıtaydı. Alkolik, hasta bir adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. Bu anasıyla yoksul, perişan… Bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bir şeyler. Bir de Zagor vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi Yeşilçam’da. Cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. Ama sevimli, yakışıklı oğlandı. Bizimkine âşık etmiş kendini. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. Öylece büyüdük gittik işte. Ne bok varsa, hep askerliği beklerdim. Dört sene kaldı, üç sene kaldı… Sonunda o da geldi, gittik. Bizde de herkes bunu bekliyormuş, gelir gelmez yapıştılar yakama. Ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan… Nikâhlandık. İki taksi, bir dükkân verdi peder. Dükkânda koltuk moltuk satardım. Bir gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. Böyle basma bir etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bir bluz, saçlar maçlar… Pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bir soruşturma… Dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. Ama asıl Zagor’a kesikmiş. Zagor da kaftiden içerde o sıra. Bir gün süslenmiş püslenmiş, zırt, geçti dükkânın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs, otobüs, geldik Sağmalcılar'a, benim içimde bir sıkıntı… İşi anladım tabii; Zagor’u ziyarete gidiyor. Bir tuhaf oldum, piçi de kıskandım. Uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. O ara Zagor içerden çıktı.  Sonra bir duyduk, kaçmış bunlar. Altı ay mı, bir sene mi, kayıp. Hep rüyalarıma girerdi orospu. O gün dükkâna gelişini hiç unutamadım. Benimkine bile dokunamaz oldum. Sonra bir daha duyduk ki, iki kişiyi deşmiş Zagor; biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna… Arkadaşlarının öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle… Önce öldü dediler Zagor'a, sonra komalık. Ankara'da oluyor bunlar. Bizimki bir gün çıkageldi mahalleye. Zagor içerde, en iyisinden müebbet. Bir sabah dükkâna geldim, baktım bu oturuyor. Önce tanıyamadım. Anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornavida yemiş gibi oldu. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bir surat… Ama bu sefer başka güzel orospu… Orhan’ın şarkıları gibi… Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. Dedi ‘Para lazım, çok para.’ Zagor'a avukat tutacakmış. İlerde öderim, dedi. Esnafız ya biz de, “Nasıl?” diye sormuş bulunduk. Orospuluk yaparım, dedi. ‘İstersen metresin olurum.’ İçime bir şey oturdu, ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! İşte o gün bir inandım, orospuyla tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, Zagor'a müebbet verdiler. Ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor. Orospu da peşinden… Sonunda dayanamadım, ben de onun peşinden… Önce dükkân gitti, ardından taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu tınmıyor hiç. İlk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye çok yalvardım. ‘Evlenelim, pederi kandırırım, Zagor'a bakarız.’ Yok. Kancık köpek gibi izini sürüyor itin. Ne yaptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim İstanbul'a. Yeminler ettim. Doktorlar, hocalar kâr etmedi. Her seferinde yine peşinde buldum kendimi. Bir keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile… Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bir şey demiyor. Sinop'ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul'a. Doğumuna yakın Zagor bir isyana karışıyor gene. Hemen paketleyip Diyarbakır cezaevine postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor gene. O halinle kalk git sen Diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol… Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bir dayak buna, eşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra çocuğu doğuruyor. Durum hemen anlaşılmamış. Ortaya çıkınca bir gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır'a, Zagor'un peşine. Allah’tan herif delikanlı çıkıyor da şikâyet etmiyor. Ben o ara İstanbul'da taksiden yolumu buluyorum. Epey bir zaman böyle geçti. Yine her gece rüyalarımda bu… Zagor'un Diyarbakır ceza evinde olduğunu duymuştum o sıralar. Bir gece bir büyükle eve geldim. Hepsini içtim. Zurnayım tabii. Bir ara gözümü açıp baktım karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım, başımda bir çocuk. Kalk abi, Diyarbakır'a geldik, diyor. Baktım, sahiden Diyarbakır'dayım. Bir soruşturma… Kale mahallesi vardır oranın, bir gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? Görünce hiç şaşırmadı. Hiçbir şey demedik. O gece oturup düşündüm. ‘Oğlum Bekir!’ dedim kendi kendime. ‘Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.’ O gün bugün usul usul yürüyorum işte.”


Paylaş:
Yorumlar