Aşklarım ve Aşkım

Önce, ilkokul sıralarında öğretmenime âşık oldum. Üstelik karnı burnundaydı ona vurulduğumda.
Bugün bile öyle kaldı aklımda. O haliyle gitti, bir daha gelmedi.
Ona olan bütün sevgimi, kendi dengim olan ve bir sıra önümde oturan Fatma'ya aktardım. Adının baş harfinin yazdığı işlemeli beyaz yakalığından başka bir şey hatırlamıyorum şimdi.

Ortaokulda iyice yakama yapıştı bu aşk denilen illet; lise yıllarında da zıvanadan çıkarttı.
Önce ortaokulda ortalama bir aşkın kısa hikâyesi.
Adı Serap'tı... Fazla bilgiyi burada sunmak aşkın raconuna yakışmaz artık.
Birgün, sınıf başkanı oluşumun cakasını kullanarak ve ütülü pantolonumun havasına sığınarak, 'seni seviyorum kız,' dedim.
'Deli misin, nesin!' Dedi.
Sanki akıllı işi aşk!..
Yine birgün, İngilizce dersinin yazılısında en güzel Türkçeyle yazdığım mektubu, kopya verir gibi fırlattım önüne.
Yakalandım!
Kopya sandı İngilizce öğretmenimiz Oya Hanım; çaylak bir yüreğin yazdığı mektubu aldı kızın önünden, geçti kara tahtanın önüne. Önce kendi, okudu; sonra bütün sınıfa.
Tam otuz ağızdan fırlayan binlerce kahkaha doldurdu sınıfı.
Bir ben ayaktaydım bir de Serap.
Kızarmış yüzümle ve mahcup gözlerimle utangaç bir bakış fırlattım Serap'a.
Ağlıyordu.
İşte o zaman anladım sevdanın iki kişilik olduğunu. Yalnız seveni değil, sevileni de vurduğunu gözlerimle gördüm.

Ya şu lise yıllarım!..
Bir insan, sevmenin çilesini çekerken nasıl çileden çıkıyor, kendi yüreğimde denedim.
Vallahi benim suçum yok! Öyle güzeldi ki Canan... Saçları bal rengiydi; bilmiyorum, saçları mı gözlerine uymuştu yoksa gözleri mi saçlarına; ama cennetten firar etmiş bir melekti sanki!
Onu ilk gördüğümde, bir kraliyet ailesinin sürgündeki prensesine benzetmiştim; benzetmek ne kelime! Bu düşüncemi arkadaşlara söylerken iddiaya bile girmiştim.
Biliyorum, o güzellik benim gibi bir serseriye çoktu; ama artık çaresi yoktu bunun. Sevmiştim ve söyleyecektim.
Bir bakışından bin cesaret alarak, yelkenlerimi indirip en efendi tavrımı takınarak yanaştım iskeleye.
'Seni seviyorum Canan,' dedim.
Bal rengi gözlerini gözlerimde uzun uzun süzdü, sonra bir adım geri çekilip, aynı bakışlarını başımdan ayağıma kadar indirdi.
'Git başımdan,' dedi, 'bu ne sevmesi böyle!'
Ulan efendiliğinde bir sınırı vardır. Yok öyle, aşağılar şekilde süzüp, sonra dönüp gitmek. Tam uzaklaşırken tuttum kolundan.
'Bana bak ulan zilli, melek sandım seni, sevdim işte! Nedir bunun çaresi?'
O güzel gözler bu kez bir silah gibi taradı beni. Kurşunlarının hepsini boşaltıp gitti.
Nöbetçi öğrenci dersteyken çağırdı beni.
Müdür Muavini'nden tam bana layık bir fırçayı yedikten sonra, sıkı sıkıya tembihlendim.
Bu kente tayini çıkan falanca beyin kızıymış; hem benim gibi lise son sınıfın çalışkan öğrencisine böyle şeyler yakışmazmış, falan filan...
Ders biter bitmez, yanaştım Canan kızın yamacına, fısıldadım kulağına.
'Bu aşk burada bitmez!'
Bitmedi de.
Ufak tefek eylemelerimi söylemeyeceğim. Okul çıkışında ardına takılıp, adını ıslıklayarak evine kadar izlemek o günden sonra her gün olan şeydi.
Ama iki planlı eylemim var ki!
Ben de beğendim, o da!
Birgün teneffüste, okulun arka bahçesinden bulduğum kurbağayı getirip tıktım kalemliğine. Derste kalemliği açmasıyla üzerine sıçrayan kurbağa ona öyle bir çığlık koparttı ki; sanki İsrafil geldi, kıyamet borusunu üfledi.
Sonra bana döndü, o bal gözleriyle baktı; ama kimseye bir şey söylemedi.
Bu suskunluğu beni yüreklendirdi.
Birkaç gün sonra apartmanına girdim, kapının önündeki ayakkabılarının birini çaldım, diğerine de şöyle bir not bıraktım.
'İstiyorsan ayakkabının diğerini, köşe başında bekliyorum seni.'
Zili çalıp, kendimi saldım merdivenlerden aşağı.
Biraz sonra geldi.
Bu kez o büyülü gözleriyle baştan aşağı aşağılayarak süzmedi beni.
Elini elimdeki ayakkabısına uzattı.
'İstersen sende kalsın,' dedi, 'ama sevmiyorum seni!'
Ayakkabısını uzattım ona. Gözlerimden iki damla yaş geldi.
Yine anladım ki aşk iki kişilikti.

Okullar kapandığında, annesiyle İstanbul'a gidecekti. Tren garında, hiç değilse terenin penceresinde onu son kez görmek için bekledim. Tren, ayrılık çığlığını uzunca bağırtarak hareket etti. Tam önümden geçerken göz göze geldik. Dudakları kıpırdadı, bir şey söyledi. Sanki, 'seni seviyorum,'dedi. Yoksa ben mi yanlış anladım, yine 'seni sevmiyorum,' mu demişti... Hemen atladım trene. Vagonun koridorunda karşıladı beni.
'Ne dedin Canan,'dedim, umutsuzca.
'Seni sevdiğimi söyledim,' dedi.
Evet, ne olursa olsun, aşk iki kişilikti...

07 Ağustos 2009 4-5 dakika 14 öyküsü var.
Beğenenler (5)
Yorumlar (8)
  • 14 yıl önce

    😙

    Kurguysa da gerçekse de -yahut karışıksa da- çok güzel bir anlatım. Aşklarınızdan ilkleri ayrıntısız ki bilerek özetle yansıtmışsınız. Sonuncusu çok sürükleriyici.Okuru sarıyor. Ancak,bir aşamada "ulan zilli..." diye çıkışınızı yadırgadım ki delilik/delikanlılık denilen çağda olağan sayılabilir. Final,duygusal olanlar için göz yaşartıcı desem, abartmış olmam. Kutluyorum.👍👍👍

  • 14 yıl önce

    Ah ah ağabey aşk büyük şey bulabilene.Saygılarımla.

  • 14 yıl önce

    Yine anladım ki aşk iki kişilikti.

    evet aşk iki kişiliktir,ne kadar güzel anlatmışsınız,çok akıcı bir öykü olmuş,yüreğinize sağlık..çok güzeldi...

  • 14 yıl önce

    👍 harika bir öyküymüş yüreğine saglık...

  • 14 yıl önce

    "İşte o zaman anladım sevdanın iki kişilik olduğunu. Yalnız seveni değil, sevileni de vurduğunu gözlerimle gördüm." vurur mu her zaman, vursa bile en azından seven kadar vurmaz ama yoğunsa sevgi işte ağrlığını kaldırmaz her insan.. çok etkileyici... bir fıkra, bir anı ve tabiki harika bir öykü daha nereye gider , takip etmek lazım